Nebevî Eğitimin İlkeleri: “HİKMETLE UYARMAK!” (1)
Cezalandırma yönteminde en isabetli teknik, muhatabı ilimle, hikmetli sözlerle, örnek ahlâkî davranışla ve gönül alacak en güzel/etkili öğütlerle, sorumluluğunu hatırlatarak uyarmaktır. Tatlı dille ve ibret verici öğütlerle doğruyu yaşamaya ve en isabetli şekilde davranmaya yönlendirmektir. Yanlışı gördüğünde tartışıp kavgaya tutuşmamak, kaba ve kırıcı davranmadan; gönülleri incitmeden akıl, kalp ve duyguları Hak ve hakikate açmak doğruları sevdirmek ve yaşanır kılmaktır.
Bu anlamda Kur’an’ın Allah Resûlüne hidayete davet ederken verdiği şu ilkeler mevzumuzu aydınlatacak önemli prensiplerdir:
“Rabb’inin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et ve muhataplarına karşı öyle bir mücadele/eğitim yöntemi ortaya koy ki, o en güzeli, en inandırıcısı ve en etkilisi olsun!…” 1
Bütün bunlara rağmen muhatap yine de doğruyu benimseyip davranışa dönüştürmez hatta yüz çevirirse, ebeveyn/muallim ve rehberlere düşen yine olgunlukla ve sabırla iyi ve güzel olana yönlendirmeye devam etmektir: “… Şüphesiz Rabb’in, kimlerin kendi yolundan saptığını/uzaklaştığını çok iyi bilmektedir ve kimlerin doğru yolu izlediğini/izleyeceğini de en iyi bilen O’dur.”2 Ayetin bu fezlekesi, davetçilerin yanında, ebeveyn, muallim ve rehberlere de “Siz acele etmeyin! Kimin ne zaman hak ve doğrularla buluşacağını siz bilemezsiniz, Ben bilirim. Size düşen sabırla eğitime/yönlendirmeye devam etmektir.” ilkesini net olarak verir. Bu şuur ve kararlılık da zamanla muhatapta istenilen davranışı gerçekleştirme ve onu içselleştirmesi hususunda etkili/hikmetli bir yöntemdir.
Allah Resûlünün ifadeleriyle “Beyanın öylesi vardır ki sihir gibi tesir eder.”3 Dolayısıyla bazen yerinde ve zamanında söylenen etkili bir cümle çocukların/gençlerin ufkunu açar; onları yanlış davranış ve alışkanlıklarından uzaklaşmasında çok tesirli olur. Bazen hikmetli bir cümle/yönlendirme ve kararlı/istikrarlı bir duruş, tonlarca baskı ve dayağın gerçekleştiremeyeceği dönüşümleri gerçekleştirir. Onun için asıl olan ceza değil de talim terbiye ise hikmetli söz ve yaklaşımlar daha etkilidir. Allah Resûlünün hayatında bunun pek çok örneğini göstermek mümkündür.
Önce Kendine Saygıya Davet
Allah Resûlü muhataplarının bir yanlışını gördüğünde ya da kendisine haber verildiğinde onları uyarmak ve hayra/iyiliğe yönlendirmek için asla bağırıp çağırmaz; kötü söz söylemezdi. O’nun bu davranış özelliklerini Hz. Aişe validemiz şöyle özetler: “Resûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem) hiçbir zaman kötü sözlü, haddi aşan ve sokaklarda bağırıp-çağıran birisi olmadı. Kötülüğe karşı kötülükle karşılık vermez; affeder ve safh da bulunurdu.”4
Allah Resûlünün talim ve terbiyede takip ettiği bu ilkeyi Hz. Enes de şöyle özetler: “Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) asla kötü sözlü, bağırıp çağıran ve çevresine lanet yağdıran birisi değildi. İçimizden bir kimse yanlış yaptığında onu ikaz edip iyiliğe yönlendirmek için yumuşak bir üslupla şöyle buyururdu: “O, nasıl böyle bir şey yapar! Önce kendisine saygılı duymalı değil mi?”5
Dolayısıyla yanlış ve hatalı davranışlar karşısında duygulara kapılıp cezalandırmada acele etmenin ve hatta bu esnada haddi aşmanın eğitim değeri yoktur. Ancak duygulara ve dile hâkim olup muhataba önce kendisine saygı duyması gerektiğini hatırlatarak işe başlamak en isabetli yoldur. Muallimlerin ya da ebeveynlerin “O nasıl böyle bir şey yapar. Önce kendisine saygı duyması gerekmez mi?” diye hikmetle söze başlamaları evlatlarının/öğrencilerinin gönlünde çok olumlu bir etki oluşturur. Aslında affı da içinde barındıran bu ilkeyle onlara doğru davranışı içselleştirmeleri için yeni bir imkân ve fırsat verilmiş olur. Zira kötülüğe kötülükle değil iyilikle karşılık vermek muhatabı yanlışından daha da hızlı bir şekilde uzaklaştırır ve güzel davranışlarla buluşturur. (Bu konuda daha geniş bilgi için sitemizdeki “Kötülüğü İyilikle Sav!” adlı makaleye bakılabilir.) Yine bu söz, davranış ve duruşlarıyla anne-babalar ve muallimler/rehberler, muhataplarının kendilerine zarar verdiklerini, yaptıkları bu tür uyarılarla onların iyiliğini istediklerini ve kendilerini samimâne korumaya çalıştıkları mesajını verirler. Bu içtenlik, cezalandırma ilkesi gibi hiçbir yan tesiri olmadan muhatapları iyiliklerle kalıcı olarak buluşturacak bir yöntemdir.
Peygamber Efendimizin sav. Hz. Ebû Zerr’e Uyarısı
Bir gün Hz. Ebû Zer, hizmetçisine bir hatasından dolayı kızar ve “Ey siyah kadının oğlu!” diye azarlar. Bu hitaba çok kırılan hizmetli durumu Allah Resûlüne bildirir. Bunun üzerine Rehber-i Ekmel Efendimiz Hz. Ebû Zerr’i çağırır ve kendisine onu bu şekilde ayıplayıp ayıplamadığını sorar. O da öyle söylediğini ifade edince Allah Resûlü “Sende cahiliye alameti görüyorum!” der. Bu ikazdan çok etkilenen Ebu Zerr “Bu yaşıma rağmen mi bende cahiliye adeti var.” deyince Efendimiz, “Evet!” buyurur ve ardından da şu hatırlatmaları yapar: “Bu kardeşleriniz sizin yardımcılarınızdır. Allah bunları sizin emriniz altına vermiştir. Kimin, hizmetlerini gören bir kardeşi varsa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin, yapamayacağı işi ona vermesin, verdiği işlerde gerekirse ona yardımcı da olsun.” buyurur.6 Bu hikmetli söz ve yaklaşım karşısında söylediğine ve yaptığına bin pişman olan Hz. Ebû Zerr, bundan sonra hizmetlisine denildiği gibi davranır ve bir daha böyle bir yanlışa asla girmez.
Hz. Üsâme’ye Tatlı-Sert Uyarısı
Allah Resûlü Hz. Üsame İbn Zeyd’i Cüheyne kabilesinin Huraka boyu üzerine sefere gönderir. Sabah vakti bu kabilenin su kuyularının bulunduğu yere varan birlik hücuma geçer. Bundan sonrasını bizatihi Hz. Üsame’den dinliyelim: “Ben ve ensardan bir kişi onlardan bir adama ulaştık. Biz onun üzerine yürüyünce, ‘Lâ ilâhe illallah/ yani Allah’tan başka ilâh yoktur’ deyip iman ettiğini açıkladı. Bunun üzerine ensardan olan arkadaşım ona hücumdan vazgeçti, ben ise onunla mücadeleye giriştim ve öldürdüm. Medine’ye dönünce bu olay Peygamber Efendimizin kulağına gitti. Beni çağırdı ve ‘Ey Üsâme! Lâ ilâhe illallah dedikten sonra onu öldürdün mü?’ diye sordu. Ben de ‘Yâ Resûlallah! O, bu sözü sadece canını kurtarmak için söyledi.’ dedim. Peygamber Efendimiz tekrar ‘Lâ ilâhe illallah dedikten sonra adamı öldürdün mü?’ diye yine sordu. Ben yine, ‘o bu sözü silahtan korktuğu için söyledi.’ dedim. Bunun üzerine Allah Resûlü ‘Kalbini mi yardın ki bu sebeple söyleyip söylemediğini bilesin?’ buyurdu. Efendimiz bu sorusunu o kadar çok tekrarladı ki, ilk defa o gün Müslüman olmuş olmayı temenni ettim.”7
Görüldüğü üzere Allah Resûlü hatalı bir içtihatla işlenmiş büyük bir yanlış karşısında sessiz kalmadığı gibi muhatabını da aşağılamaz, bağırıp çağırmaz; ona fırça atmaz. Bilakis onu kalbinden/imanından ve duygularından yakalayarak Allah’a inandığını açıklayan bir kimsenin cephede bile olsa asla öldürülemeyeceğini; kimin imanı gerçek kimin imanı sahte olduğunun kolaylıkla anlaşılamayacağını ders verir. Hatta bu meseleyi burada bırakmaz -Müslim’in bir rivayetinde belirtildiği üzere- ona “Kıyamet gününde Lailahe illellah diyen o adamla hesaba çekildiğinde halin ne olacak?” buyurur. Bunun Hz. Üsâme, belki farklı bir yaklaşımı olur diye “Ey Allah’ın Resûlü! Ama o, bizim askerimizin çok canını yakmış ve falan falan kişiyi de katletmişti.” der. Bunun üzerine Efendimiz yaptığının yine yanlış olduğunu en üst perdeden ifade buyurmaya devam eder: “Kıyamet gününde Lailahe illellah diyen o adamla muhakeme için bir araya getirildiğinde halin ne olacak?”8 buyurur ve ikazını aynı ciddiyette devam ettirir. Bu hikmetli uyarının ardındandır ki Hz. Üsame yanlışını anlar ve çok pişman olur. Allah Resûlünün bu yaklaşımı onun üzerinde o kadar etkili olur ki o güne kadar Müslüman değil de ondan sonra İslâm’a girmiş olmayı arzu eder. Hatta hatasının büyüklüğünü anlayınca “Ey Allah’ın Resûlü! Benim için istiğfarda bulunsanız, affımı isteseniz!” der ancak Rahmet Peygamber’i ona cevab-ı sevap vermez, aynı ikazını sürdürür. Ancak Hz. Üsâme de bu olaydan sonra böyle bir yanlışa asla girmez.
İyi Niyetle Yapılan Hataya Ceza!
Talim ve terbiyede cezalandırma yöntemine başvurmadan önce hatanın/yanlışın niçin işlendiğini öğrenmek de önemlidir. Zira hataların/yanlışların sebebine inmek muhatapları onlardan kurtarabilmenin ve doğru davranışlarla buluşturabilmenin en önemli bir vesilesidir. Bunun en net örneğini Hâtıb İbn Ebi Beltaa’nın yaşadığı şu olayda görmekteyiz.
Hz. Hâtib, Mekke’de ilk Müslümanlardandı. Medine’ye hicretten sonra da Allah Resûlünden hiç ayrılmamış, Bedir, Uhud, Hendek, Hudeybiye seferi ve Rıdvan bey’atı‘nda da yer almıştı. Mekkeli müşrikler Hudeybiye anlaşmasını ihlal edip artık anlaşmaya riayet etmeyeceklerini belirtince Allah Resûlü Mekke’nin fethini planlamaya ve bunun için gerekli hazırlıkları yapmaya başlar ve bunu çok gizli tutar. Soranlara Hayber’e doğru bir sefer düzenleyeceğini belirtir. Bununla birlikte Mekke’li olan Hâtıb, yapılan hazırlıklardan Mekke üzerine gidileceğini tahmin eder ve orada bulunan akrabalarının zarar göreceğini düşünür. Kureyşin eşrafından bazı kimselere hemen haber verip onları memnun etmeyi ve bunun karşılığında onlardan yakınlarını korumalarını talep etmeyi hedefler. Allah Resûlü ise strateji olarak yaptığı hazırlıkların açığa çıkıp Mekkelilerin de hazırlanmalarını ve sonunda kan dökülecek bir savaşın yaşanmasını istemez. Planı Mekke’nin kan dökülmeden fethedilmesidir. Bunun için Medine’ye giriş çıkışları, Mekke’ye gidişleri kontrol altına alır.
Allah Resûlünün bu kadar hassasiyetin hedef ve hikmetini tam idrak edemeyen Hâtıb ise Kureyş’in ileri gelenlerine yazdığı mektubu o sırada Medine’de bulunan Ebû Leheb’in müşrik cariyesi Sâre’ye verir. Mektupta Allah Resûlünün karşı koyamayacakları büyük bir ordu hazırladığını ve yakında da yola çıkacağını belirtir. Hâtib’in kendi yakınları korumak için yazdığı bu mektubu ve onu verdiği kadını hatta nerede olduğunu Cebrail (aleyhisselam) Peygamberimize bildirir. Olayı vahiyle haber alan Peygamber Efendimiz, hemen Hz. Ali, Zübeyr İbn Avvâm ve Mikdat İbn Amr’ı, kadını yakalayıp mektubu almaları ve getirmeleri için görevlendirir. Çok geçmeden denilen yere giden ekip kadını bulur ve mektubu zorla çıkartıp Peygamberimize getirirler. Bunun üzerine Hâtıb’ı çağıran Allah Resûlü ona neden böyle davrandığını sorar. Hâtıb mazeretini şöyle beyan eder: “Ey Allah’ın Resûlü! Hakkımda acele karar verme! Ben Kureyşli değildim fakat onlarla anlaşması olan bir kimseydim. Diğer muhacirlerin hepsinin oradaki yakınlarını, ailelerini ve mallarını koruyacak kimseleri var. Fakat benim Mekke’de bulunan yakınlarımı koruyacak kimsem yok. Onun için bu mektubu yazarak orada bir koruyucu bulma ümidiyle yazdım. Yoksa ben bununla küfre razı olmuş ve dinden çıkmış değilim.” Allah Resûlu, “Hâtıb doğru söylüyor!” buyurur ve onun mazeretini geçerli kabul eder. Hatta Hâtıb’ın öldürülmesini isteyen Hz. Ömer’e “O, Bedir harbine katılan bir mücahittir. Sen Bedir’e katılan kimseler hakkında Allah’ın ‘Siz bundan sonra ne işlerseniz işleyin ben onları bağışlayacağım!’ dediğini bilmiyor musun?’ buyurur.”9
Örnekte görüldüğü üzere Allah Resûlü büyük bir yanlış yapan ashabını çağırır ve ona bunu neden yaptığını sorar. Onun böyle bir hataya tevessül etmesinin sebeplerine iner. Sonra da gerekçesini makul bulur ve savunmasını kabul eder. Hz. Ömer’in ona nifak isnadını ve bundan dolayı öldürülme teklifini ise reddeder. Bedir’de bulunuşunun kurtuluş olarak ona yeteceğini belirterek sahabisine sahip çıkar ve onu müdafaa eder. Zaten çok geçmeden de Allah vahyi ile Peygamberinin yaptığını tasdik eder ve Müslümanlara düşmanlarını hangi sebeple olursa olsun dost edinmeme ilkesini verir:
“Ey iman edenler! Benim de sizin de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin!” 10
Hatıb bu olaydan sonra yaşadığı pişmanlık ve Allah Resûlünün yaklaşımından ve vahyin kendisine sahip çıkmasından sonra Mekke’nin fetih hareketine katıldığı gibi Huneyn savaşına da katılır. Samimi bir mümin olarak yaşar ve bir daha böyle bir yanlışa düşmez.
Ey Âişe! Öyle Bir Söz Söyledin ki!
Hz. Âişe validemiz Allah Resûlünün sadece bir eşi değil aynı zamanda onun yetiştirdiği en zeki talebelerinden biriydi. Fakat Peygamberimizin çok sevdiği hanımı da olsa bir beşerdi. Bazen kadınlık duygularıyla hareket edip hata edebilir, Efendimizin hoşnut olmayacağı şekilde davranabilirdi. Zaten en doğru söz ve tavırları/davranışları Allah Resûlünden öğreniyor kendilerini geliştiriyor; insan-ı kâmil olmaya çalışıyorlardı. Tabiatıyla insan içinde yaşadığı toplumun çocuğudur. Yer yer gelenek, adet ve alışkanlıklarından kaynaklanan yanlışları olabilirdi. İşte bu tür hatalar ve yanlışlar karşısında Allah Resûlü öfkesine kapılıp acele ederek onu cezalandırmıyor, bilakis hikmetli uyarılarıyla eğitiyor, bütün hanımlarını en güzel davranışla buluşturuyordu
Bir gün Hz. Âişe annemiz, Hz. Safiyye validemizin olmadığı bir yerde kıskançlık duygularıyla kısa boyluluğuna gönderme yaparak “Onun boyunun kısa oluşu sana yeter!” dedi. Allah Resûlü bu sözden hoşnut olmadı. Ortada bir gıybet ve küçümseme vardı. Bu hatalı ve kötü söz karşısında Allah Resûlü şu hikmetli uyarıda bulundu: “Şayet senin bu sözün denizin suyuna karışsa onun rengini, tadını ve kokusunu değiştirirdi.”
Allah Resûlünün (sav.) bu vurucu ihtarıyla, söylediği sözün ne kadar büyük ve tehlikeli bir söz olduğunun farkına varan Hz. Âişe validemiz gerekli dersi alır ve bir daha böyle bir yanlışa düşmez. Bir başka seferinde ise tanıtmak istediği bir insanın taklidini yapar. Allah Resûlü ise bunu vesile ederek ona yeni bir ders daha verir: “Bana dünyanın en kıymetli şeylerini verseler bile bir kimseyi küçümsemeyi/hakir görmeyi ihtiva ya da ima eden bir taklidi yapmam.”11
Görüldüğü üzere Allah Resûlü, muhatabını yanlış bir sözünden ya da yaptığı hatalı davranışından dolayı hemen cezalandırma yoluna gitmiyor; elini kullanmıyor, onu kınamıyor ve azarlamıyor. Sadece ağzından dökülen sözün ve yaptığı davranışın/taklidin ne kadar kötü olduğunu çok veciz bir şekilde beyan buyuruyor. Sonunda Allah Resûlünün bu hikmetli ikazları etkili bir ders olarak hem onu değiştirip dönüştürüyor hem de bugün bütün bir ümmete etkili bir ders olarak yetiyor.
Sonuç
Fizikî ve sözlü çeşitleriyle de olsa cezalandırma tehlikeli, yan tesirleri itibarıyla çok riskli ve iticidir. Cezayı hak etmediğini düşünen muhatapların değişim ve dönüşümüne de çoğu zaman katkı sunmayan bir yöntemdir. Bazen “Bana haksızlık yapılıyor, bana adil davranılmıyor!” hükmüne varan muhatapları ebeveyn ve muallimlerine karşı öfke ve intikam duygularına sevk edebilir. Eğitim ve öğretimden tamamen koparabilir, doğrulardan uzaklaştırabilir, dinden ve ahlaktan soğutabilir Halbuki hikmetle uyarılarda bu riskler ve tehlikeler söz konusu değildir. Muhatabın aklı, düşüncesi ve kalbi/duyguları devreye sokularak mesele kendi iç dünyasında tatlılıkla çözüme kavuşturulur.
Yazar: Dr. Selim Koç
Sitemizin yazarlarından Selim Koç, 1987 yılında Uludağ Ünv. İlahiyat Fakültesinde lisans eğitimini tamamladı. 1992. yılında aynı fakültede hadis ilimlerinde yüksek lisansını bitiren yazarımız, 2002 yılında Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Tefsir alanında doktorasını tamamladı. Yazar, aynı yıllarda Tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuf alanlarında özel dersler almaya da devam etti. Yıllardır siyer alanında da okumalar yapan ve makaleler kaleme alan yazarımız sekiz yıldır sitemizde düzenli olarak yazmaktadır. Yazarımız, 1,5 yıl kadar Mekke ve Medine’de ikamet etmiş ve Allah Resûlünün hayatıyla ilgili pek çok mekanlara gitmiş ve özel araştırma ve incelemelerde de bulunmuştur.
Dipnot:
- Nahl, 16/125
- Nahl, 16/125
- Buhârî, Tıb 51 (5768)
- Tirmizî, (2016)
- Buhârî, Edeb 38 (6031)
- Buhârî, İman 21 (30); Edeb 44 (6050); Müslim, Eymân 9/38-40 (1661)
- Buhârî, Diyât 2 (6872), Meğâzî 45 (4269); Müslim, Îmân 41/158,159 (95)
- Müslim, İman 41/160 (97)
- Buhârî, Meğâzî 46 (4274)
- Mümtehine, 60/1
- Ebû Dâvûd, Edeb 40 (4875); Tirmizî, Kıyâmet 51 (2502, 2503)