Veda Hutbesi: “Ey insanlar!…” (9 Zilhicce 10 Hicrî)

418

Urane vadisine gelen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Kasvâ’nın üzerinde durmuş, ashâbının etrafında toplanmasını bekliyordu! Belli ki bütününü ilk defa gördüğü bu mahşeri kalabalığa hitâb edecek, hepsini muhatap alıp helalleşecek, 23 yıldır temsil ve tebliğ ettiği İslam dinini, bütün insanlığa ulaştırma vazifesini, omuzlarına bir mukaddes bir yük olarak koyup vedalaşacaktı.         

Kasvâ’nın üzerinde mücessem bir Nûr duruyordu. Kalabalığın tamamı hazır olup pür-dikkat kesildiğinde, Allah’a hamd ederek başladı sözlerine; O’ndan mağfiret talep ediyor, tevbe ile yine O’na iltica ediyordu. “Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin günahlarından Allah’a sığınırız. Allah’ın doğru yola hidayet ettiğini saptırıp yoldan çıkartacak, saptırdığını da doğru yola hidayet edecek yoktur! Şehadet ederiz ki Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur! O birdir; O’nun eşi ortağı yoktur. Ve yine şehadet ederiz ki Muhammed, O’nun kulu ve Resûlü’dür!” buyurdu. Ardından, “Ey Allah’ın kulları!” diye seslendi. “Ben size Allah’tan sakınmanızı tavsiye ve O’na itaate teşvik ederim!”

Besmele ve hamdeleden sonra “Söze hayır dileyerek başlar ve derim ki…” dedi ve “Ey insanlar!” diye seslendi. Mübarek dudaklarından dökülecek her beyanı almaya teşne hâle gelen ashâbının dikkatini toplamasını istediği her halinden belliydi. Onları, “Sözlerimi iyi dinleyin!” diye uyardı. Gerekçesini şöyle ifade ediyordu:

“Çünkü Ben, bu yıldan sonra bir daha sizinle burada buluşabileceğime ihtimal vermiyorum! Dikkat ediniz! Belki, bu yıldan sonra beni bir daha göremeyeceksiniz!”

Kol-kanadın kırıldığı demlerdi; helalleşe helalleşe Arafat’a kadar gelen Habîbullah (sallallahu aleyhi ve sellem), şimdi herkesi muhatap almış, daha konuşmasının başında dünyanın en acı haberini veriyordu! Yüreklerde burkuntu hâsıl eden bu beyanlar, buluşma zeminini ayrılık çeşmesine çevirmiş, kalplerdeki hüzün, göz pınarlarından yaş olarak iner olmuştu! Ruh dünyaları itibariyle müthiş bir tezat yaşıyorlardı. Sıkıntılı günlerin geride kaldığı ve bundan böyle din adına gürül gürül koşacaklarını düşündükleri bir zamanda Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ayrılıktan bahsediyordu!

“Benim şu sözlerimi duyup da ezberleyenlere Allah merhamet etsin. Zira bu beyanların götürüleceği öyle insanlar vardır ki kendisine bunları taşıyanlardan daha anlayışlıdır!”

Bu cümleleri duyan ashâbı kiram, sevinç ve hüznü aynı anda yaşıyordu. Arafat’ta yaşanan bu tarihi günü, herkesin duyup hissedebilmesi için Rebîa İbn-i Ümeyye İbn-i Halef ve Amr İbn-i Hârice gibi gür sesli insanlar o gün, Efendimiz’in beyanlarını yüksek sesle tekrarlıyordu.        

Bir aralık Şenûe Kabilesi’nden birisi, kalbindeki ürpertiyi yansıtan bir ses tonuyla “Yâ Resûlallah! O zaman biz ne yapacağız?” dedi. “Sen gidersen, hâlimiz nice olur?” demek istiyordu. Şefkat Peygamberi, onun şahsında herkese yol göstererek şöyle cevap veriyordu:

“Rabbinize kulluk ediniz; beş vakit namazınızı kılınız, Ramazan orucunuzu tutunuz, Beytullah’ı haccediniz, gönlünüzden koparak ve gönül hoşluğu ile zekâtınızı veriniz ki Rabbiniz’in Cenneti’ne giresiniz!”

Sonra mübarek seslerini yükseltti ve ashâbına sordu: 

“İşitiyor musunuz?”

Muhtemelen Nebevî beyanları tam duyamayan veya öncekilerle bunlar arasındaki münasebeti kuramayan birisi öne çıkarak, “Ne diyorsunuz? Ne taleb ediyorsunuz?” diye seslendi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), az önce söylediklerini te’yîd yanında belli başlı ilaveler yaparak şunları beyan buyurdu:

“Rabbinize karşı takvalı olun; beş vakit namazınızı ikame edin, orucunuzu tutun, mallarınızın zekâtını verin ve âmirlerinize de itaat edin ki Cennet’e giresiniz!”

Araya giren bu birkaç soru-cevaptan sonra, “Ey insanlar!” diye seslenip yeniden herkese döndü ve sordu:

“Bu, hangi gündür?” 

Günün hangi gün olduğunu çok iyi bilen ashâb, bu kadar bedihi bir sorunun başka bir hikmetinin olabileceğini hesaba katarak veya farklı bir cevap alacaklarını umarak, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir!” dediler. Ancak Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) sormaya devam etti:

“Peki, bu ay hangi aydır?”

Mahşeri kalabalıktan az önce yükselen cevap değişmedi:

“Allah ve Resûlü daha iyi bilir!”

Bunun üzerine Hâtemü’l-Enbiyâ (sallallahu aleyhi ve sellem), muhataplarına bir soru daha sordu:

“Bu beldeniz, hangi beldedir?”

Cevap yine aynıydı:

“Allah ve Resûlü daha iyi bilir!”

Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri, söyleyeceklerini harfiyyen alıp hayata taşıyacaklarından emin olduğu cemaatine bu soruların ardından şunları söyedi:

“Bu gününüz, nasıl haram ve dokunulmaz bir gün; bu ayınız nasıl haram ve dokunulmaz bir ay ve bu beldeniz de nasıl haram ve dokunulmaz bir belde ise Yüce Rabbinize kavuşacağınız güne kadar kanlarınız ve mallarınız da birbirinize haram ve dokunulmazdır!

Haberiniz olsun ki ben, önceden gidip Havuz başında sizi bekleyeceğim! Ayrıca ben, başka ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla övüneceğim! Sakın, çok günah işleyip yüzümü kara çıkarmayınız!          

Beni gördünüz, benden işittiniz ve ben size sorulacağım. Dikkat edin! Kim kasten, bana isnad ederek yalan uydurursa, Cehennem’deki yerine hazırlansın!

Haberiniz olsun ki ben, birtakım insanlara şefaat edecek ve onları kurtaracağım! Ancak bazı insanlar da benden uzaklaştırılacak. Ben o gün onları da ‘Yâ Rabbi! Bunlar da benim ümmetim!’ diyerek kurtarmak isteyeceğim. Fakat Allah (celle celâlühü) bana, ‘Senden sonra onların neler yaptığını sen bilmezsin!’ buyuracak!

Dikkat edin! Câhiliyye’yeait ne varsa, hepsi ayaklarımın altındadır ve kaldırılmıştır! Câhiliyye’deki kan davaları kaldırılmıştır. İlk kaldırdığım kan davası da amcam Hâris’in oğlu Rebîa’nın kanıdır ki onu, Benî Sa’d yurdunda emzirilmek üzere bulunduğu sırada Hüzeyl kabilesi öldürmüştü! Sakın ola ki benden sonra dönüp birbirinizin boyunlarını vuran kâfirler olmayın!

Câhiliyye’deki fâiz uygulamaları da kaldırılmıştır. İlk kaldırdığım ribâ da amcam Abbâs İbn-i Abdilmuttalib’in faiz alacağıdır! Fakat ana paranız size aittir, sizin hakkınızdır. Ne bundan fazlasını isteyip borçlulara zulmediniz ne de hakkınızdan aşağı alıp mazlum durumuna düşünüz! Allah (celle celâlühü) ‘Faiz haramdır!’ diye hükmetmiştir.         

Ey insanlar!    

Muhakkak ki Şeytan, bu mukaddes beldede kendisine ibadet edilmesinden ebedi olarak umudunu kesmiştir. Ancak bunun dışında şayet siz, önemsiz zannettiğiniz bazı amellerinizde ona uyacak olursanız, bu da onu ziyadesiyle memnun edecektir. Dininiz konusunda ondan sakının ve dikkatli olun!

Ey insanlar!    

‘Nesî’ denilen ayların yerini değiştirme işi, katmerli bir küfür sebebidir ki onunla kâfirler şaşırtılır. Zira onlar, Haram ayları bir yıl helâl, bir yıl da haram sayarlar da zamanla oynamak suretiyle Allah’ın haram kıldığını helâl kılarlar! Şunu iyi bilin ki Allah katında ayların sayısı on ikidir. Onların dördü haram aylardır ki Zilkâde, Zilhicce ve Muharrem olarak üçü birbiri ardınca gelir. Dördüncüleri ise ikinci Cumâdâ ile Şa’bân arasında bulunan Mudar’ın ayı Receb’tir!

Ey insanlar! 

Kadınlar konusunda daha duyarlı olun ve Allah’tan korkun. Çünkü siz onları, Allah’ın emaneti olarak alıp, Allah’ın kelimesi ile kendinize helâl kıldınız! Sizin onlar üzerinde hakkınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Onlar üzerinde sizin hakkınız, hoşlanmadığınız kimseleri mahreminize almamalarıdır. Şâyet bunu yaparlarsa Allah (celle celâlühü) size, onları yatakta ilgisiz bırakmanıza izin vermiştir. Bu durumda -yanlıştan uzaklaşmalarına katkıda bulunacaksa- aşırıya gitmemek kaydıyla onlara müeyyide de uygulayabilirsiniz! Eğer söz dinler ve itaat edip vazgeçerlerse örfün gerektirdiği şekliyle onların yiyecek ve giyeceklerini temin etmek de sizin üzerinize bir borçtur! Size, kadınlara hayırla muamele etmenizi vasiyet ederim. Çünkü onlar sizin yanınızdaki emanetlerdir! Kendileri için bir şeye malikdeğildirler.      

Muhakkak ki Allah (celle celâlühü), her insanın mirasından hissesini ayırmış, her hak sahibine hakkını vermiştir. Vâris için, vasiyete gerek yoktur. Çocuk, kimin döşeğinde doğmuşsa, ona aittir. Zâni, bir hak talep edemez! Kendisini babasından başkasına isnâd eden kişi veya efendisinden başkasına nisbet edilen köle, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lanetine müstehaktır! Allah (celle celâlühü), öylelerinin ne tevbe ve nâfilesini ne de fidye ve farîzasını kabul eder!

Ey insanlar!    

Allah’a karşı takvalı olun! Size, kıvırcık saçlı ve azası kesik Habeşli bir köle bile ’emir’ tayin edilse, Allah’ın Kitabı ile size idare ettiği sürece onu dinleyin ve itaatte kusur etmeyin! Kölelerinize karşı iyi muamele edin! Onlara iyi bakın; kendi yediklerinizden yedirin ve yine kendi giydiklerinizden de giydirin! Onlar bir suç işlerler de şayet kendilerini bağışlamak istemezseniz asla işkence etmeyin, götürüp satın!

Ey insanlar!   

Sözümü iyi dinleyiniz ve aklınızda iyice tutunuz! Müslüman, Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler! Kendisi gönlünden koparak ve isteyerek vermedikçe kardeşinin malı kişiye helal olmaz! Kimin yanında emanet varsa, onu hemen sahibine teslim etsin!

Allah’ın gönderdiği her peygamber, Deccal’a karşı ümmetini uyardı. Hazreti Nuh aleyhisselam ve ondan sonra gelen bütün peygamberler de ona karşı ümmetlerini uyardılar. Bilesiniz o, aranızdan çıkacaktır. Eğer ki onu tanıyamazsanız biliyorsunuz ki Rabbiniz kör değildir. Hâlbuki Deccal’ın sağ gözü kördür ve âdeta pertlek bir üzüm gibidir. Haberiniz olsun!

Dikkat ediniz. Sadaka ve zekât almak, bana da ev halkıma da helal değildir!” 

Bu cümleyi söylerken Allah Resûlü’nün, bineği Kasvâ’nın üzerinden bir tüy aldığı görüldü. Onu herkese gösterirken şöyle diyordu:

“Buna eşit veya buna benzer ağırlıkta bir şey bile olsa helâl değildir!”   

Çağlayana dönüşen hitâbet devam ediyordu:

“Ey insanlar!  

Rabbiniz bir olduğu gibi babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in soyundansınız ve Âdem de topraktandır! Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvâda (Allah’ı sayıp haramlardan sakınmada) en ileri olandır! Arabın Arap olmayana üstünlüğü, ancak takva iledir!” 

Tam burada sözü, kendisinden sonra kıyamete kadar takip edilmesi gereken yol ve yönteme getiren Habîb-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem), şöyle diyordu:

“Size öyle bir değer bırakıyorum ki ona tutunduğunuz sürece, benden sonra asla dalâlete dûçar olmazsınız: Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün sünneti!”

Büyük bir ihtimamla o gün bunları dinleyenler, ümmetinin bütününü muhatap alan Habîbullah’ın, Allah davasının ebedlere kadar pâyidâr olabilmesi için dikkatlerini bir noktaya çektiğini fark etmişti. Âdeta O, kendilerini, fizikî anlamda aralarından ayrılacağı günün sonrasına hazırlıyordu! Arkadan gelen Nebevî beyan da bunu teyîd eder mahiyetteydi. Zira ashâbına, “Yarın sizler de Rabbinize kavuşacak ve bütün amellerinizden sorguya çekileceksiniz! O gün size benden sorulacak; hakkımda nasıl şehadette bulunacaksınız?” diye soruyordu.

Yine bamteline dokunmuştu. Belli ki Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), dünya ile ahiret arasında muhayyer bırakılmış ve O (sallallahu aleyhi ve sellem), “Yüce Dostluğu” tercih etmişti. Göz göze gelenler, bir kenara çekilip ağlayanlar vardı. Resûlullah’a şehadette bulunulmaz mıydı hiç! Gözyaşlarıyla hep bir ağızdan şöyle haykırdılar:

“Biz şehâdet ederiz ki sen, üzerine düşen tebliğ vazifesini hakkıyla yerine getirdin, hepimize rehberlik yaptın ve nasihatını da hakkıyla eda ettin!” 

Arafat meydanından taşan bu coşkun ses, âdeta Fârân dağlarına çarpıp geri geliyordu! Onların bu şehadetine mukabil Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), önce işaret parmağını semaya kaldırmış ardından ashabına yönelterek şöyle buyurmuştu: 

“Allah’ım! Bunlara tebliğde bulunduğuma sen de şâhit ol; Allah’ım! Sen şâhid ol! Allah’ım! Sen şâhid ol! Allah’ım! Sen şahid ol!”

Her cümlesinde bir vedâ bûsesi gizliydi. Yirmi üç yıllık birikimi siyah gözleriyle süzüyor ve cemaatini, kendisinden sonraki günlere hazır hâle getirmek istiyordu. Ufuktaki ayrılık, şimdi iyice tebellür etmişti. Ashâbına Arafat’ta hitâb eden Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), sözünü evirip çevirip “veda”ya getiriyor, ruhunun ufkuna yürürken ardından emin olmak istiyordu. Bu mesajı alan yüz bini aşkın sahâbenin dizlerinde derman kalmamıştı. Otu­rup kalkışı, sesinin iniş çıkışı, jest-mimikleri, hep ayrılık televvünlüydü! 

Dikkatlerin yoğunlaştığı ve kıvamın yakalandığı bu demlerde söylenmesi gereken bir hakikat daha vardı. 23 yılın sonunda Arafat’ta bu manzarayı oluşturan davay-ı nübüvvet, Mekke ve Medîne ile sınırlı kalmayacak, dünyanın dört bir bucağına ulaşacaktı! Rüyalarını süsleyen bu hakikati ifade ederken bir gün Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), “Allah, yeryüzünü dürüp küçülterek bana gösterdi. Ben onun doğusunu da batısını da gördüm. Ümmetimin hakimiyeti bana gösterilen her yere ulaşacaktır!” buyurmuştu. İşte şimdi sırada, dünyanın dört bir yanına ulaşacak olan risalet davasını, birer emanet olarak herkesin omuzlarına yüklemek vardı. 

Sevinç ve hüznün birbirine karıştığı Arafat’ta yaşanan tarifi imkânsız bu lâhûtîliğin üzerine bir kez daha ashâbına döndü ve şöyle buyurdu:

“Benim vazifem tebliğ etmek; hidayeti ve­recek olan şüphesiz Allah’tır!” 

Ardından yine, “Ey insanlar!” diye seslendi ve şöyle devam etti:

“Dikkat edin ve şunu iyi bilin ki benden sonra ne bir peygamber ne de sizden başka bir ümmet gelecektir! Hiç şüphe yok ki bu din veya bu iş, gece ve gündüzün ulaştığı her yere varacaktır! Allah (celle celâlühû), yeryüzünde kerpiç ve tuğladan inşa edilmiş her eve; deve tüyü, keçi kılı veya koyun yünü cinsinden örülmüş her bir çadıra bu dini ulaştıracaktır! Bununla Allah (celle celâlühü), insanları el üstünde tutulan birer aziz kılacak veya itibarını yitirmiş birer zelîl hâline getirecektir. O izzetle Allah İslâm’ı azîz ve yine o zilletle küfür de zelîl kılacaktır!”

Bu hem büyük bir müjde hemde ağır bir mesuliyetti. Bu beyanları herkesle vedalaştığı Arafat’ta söylemesinin ayrı bir anlamı vardı. O (sallallahu aleyhi ve sellem), âlemşümûl davası­nın hedefine ulaşabilmesi için çok önemli bir mesaj veriyordu. Âdeta bu iş, teoriden ibaret değil diyor, azimle yürünüp sabırla sebat edildiğinde böylesine güzel neticeler alınabileceğini gösteriyordu. Üstelik bu güzelliklere nasıl ulaşıldığı, sıkıntılı süreçlerin nasıl aşıldığı ve kritik dönemeçlerde hangi metodlarla yol alındığı da herkesin zihnindeydi! İşte söz konusu beyanlarıyla bunları hatırlatan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), herkesle vedalaştığı yerde ümmetinin bütün fertlerine, adeta “Ben gidiyorum ama bundan sonra bu dava size emanet; alın bu davayı ve yeryüzünde hiçbir ev, hiçbir çadır kalmayıncaya kadar dünyanın her yerine siz taşıyın!” diyordu.

Hutbesinin sonuna geldiği anlaşılıyordu ve burada ashâbını bir kez daha uyardı: “Bunları, burada bulunanlar bulunmayanlara da tebliğ edip ulaştırsınlar! Nice kendisine mesaj ulaştırılan kimse bulunur ki işitip aktarandan daha kavrayışlıdır.” 

Ardından da “Allah’ın selamı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun!” diyerek noktayı koydu. Çünkü vakit girmiş ve Efendimiz de ezan okuması için Hazreti Bilâl’e işaret etmişti. 

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.