Utbe’nin Planı

194

Mekke’de her an yeni bir sürpriz vardı; bir yandan Cibril-i Emîn’in getirdikleri dalga dalga yayılıyor; diğer taraftan da Kureyş, her an yeni bir tuzakla inananların karşısına çıkıyordu. Bugüne kadar envâi çeşit kılığa girmişlerdi; ama hiçbirisinden bekledikleri sonucu alamamışlardı. Şimdi bir de, Hamza gibi bir adamlarını kaybetmenin sancısını yaşıyorlardı! Üstüne üstlük, her geçen gün karşı tarafın kemiyet ve keyfiyetinde bir artış gözlenmesine rağmen kendileri sürekli kayıp yaşıyorlardı.

Önderleri ve fikir babaları konumundaki Utbe, bir gün kalkacak ve arkadaşlarına bir teklifte bulunacaktı. Bu sırada Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Kâbe’de oturmuş, tek başına Rabbine kullukta bulunuyordu. Utbe, yanındaki arkadaşlarına Efendimiz’i göstererek şöyle diyordu:

– Ey Kureyş! Ne dersiniz; ben gidip Muhammed’le konuşayım ve O’na bazı tekliflerde bulunayım. Belli mi olur, belki bazılarını kabul eder.

– Olur, yâ Ebe’l-Velîd. Git ve konuş O’nunla!

Kavminin düşüncesini de alan Utbe, ayağa kalktı ve doğruca Efendimiz’in yanına geldi. Hayret, gelişinde bile bir mülâyemet vardı; sanki o güne kadar köpürüp duran Utbe değildi gelen! Yanına sokuldu ve:

– Ey kardeşimin oğlu, diye başladı söze. Üzerinde imana dair bir emare de görünmüyordu; ama bu kadar alttan almasının, bu kadar yumuşak davranmasının sebebi ne idi acaba? Sözlerine şöyle devam etti:

– Sen de biliyorsun ki, aramızdaki konumun ve kavmin nezdindeki yerin çok farklıdır. Ancak Sen, kavmine öyle tekliflerle geldin ki onunla, onların aralarını açtın, büyüklerini dalaletle suçladın; dinî anlayış ve ilahlarını ayıplar oldun; kısaca, atalarının bıraktığı ne varsa hepsini yok saydın! Bak, şimdi iyi dinle! Sana bazı tekliflerde bulunacağım; belki kabul edersin de bir noktada anlaşırız!

Bir anda Efendiler Efendisi de dikkat kesilmişti; acaba ne türlü bir teklifte bulunacaktı da aralarındaki husumet bitecekti ve bundan böyle sulh imkanı doğacaktı?

– Söyle yâ Ebe’l-Velîd, seni dinliyorum, buyurdular.

– Ey kardeşimin oğlu, şu bize teklif edip durduğun işle Sen, şayet mal elde etmeyi düşünüyorsan, aramızda istediğin kadar mal toplayalım ve Seni en zenginimiz yapalım. Şayet bununla şerefli bir konum arzun varsa, Seni başımıza reis yapalım ve Senden habersiz hiçbir adım atmayalım. Bununla şayet Sen, bir taht peşinde isen, Seni başımıza kral tayin edelim. Ancak şayet bu sana gelenler, altından kalkıp üstesinden gelemediğin bir cin tasallutu veya rüya ise, Seni bu durumdan kurtarmak için mallarımızla seferber olalım ve bu durumdan Seni kurtaralım. Çünkü, şayet tedavi olunmazsa musallat olan cin o adamı etkisi altına alır.

Kureyş’in yeni planı belli olmuştu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), derin bir sükût içindeydi; bu adamlar neyin peşindeydi! Utbe, bir adım daha attı ve şunları söyledi:
– Ya Muhammed! Sen mi hayırlısın, yoksa baban Abdullah mı?

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bu soruya da cevap vermedi. Hayır, belki de cevabın en güzeli olan sükût ile karşılık veriyordu. Beklediği cevabı alamayan Utbe, devamla şu şeytanî cümleleri söylemeye başladı:

– Eğer, onun Senden daha hayırlı olduğunu kabul ediyorsan, muhakkak o, Senin şu anda tahkir ettiğin ilâhlara taptı. Yok, eğer kendini ondan daha hayırlı görüyorsan, o zaman konuş da anlattıklarını ben de dinleyeyim.

Sıra Hz. Peygamber’e gelmişti ve o ana kadar dinleyen Allah Resûlü sordu:

– Diyeceklerin bitti mi yâ Ebe’l-Velîd?

Başka ne diyebilirdi ki!

– Evet, dedi sessizce. Ardından sözü, Söz Sultanı aldı. Önce:

– O zaman, biraz da sen Beni dinle, dedi. Utbe:

– Tamam, diyordu.

Büyük bir ihtiramla diz çöktü ve:

– Bismillahirrahmanirrahim! Hâ-mîm! Bu Kur’ân, Rahman ve Rahim Allah’tan gelen bir mesajdır. Ne yaptığını bilenler için onun ayetleri, Arapça bir Kur’ân olarak teker teker açıklanmıştır. Onda, hem gelecekle ilgili müjdeler, hem de kulak tıkayanlar için başlarına geleceklerin haberi vardır. Buna rağmen inkar edenlerin çoğu ona kulak verip inanmaz ve ondan yüz çevirir ve der ki, “Senin bizi çağırdığın hususların kalbimize nüfuz etmesini engelleyen bazı perdeler var.”1

Efendiler Efendisi okuyor, Utbe de kenara çekilmiş sesini çıkarmadan dinliyordu. On üçüncü âyetine gelince, Utbe dayanamadı. Sıtma tutmuş gibi titriyordu. Ellerini Allah Resûlü’nün mübarek dudaklarına götürdü. Takati kalmamıştı:

– Sus yâ Muhammed! İnandığın Allah aşkına sus, dedi.

Efendimiz de ona:

– İşte ey Utbe! Duyduklarını duydun, bundan sonrası senin bileceğin iş, buyurdu.

Utbe, büyük bir şok yaşıyordu; dinledikleri karşısında delik deşik olmuştu adeta. Belki de, böylesine büyük bir kâmete karşı, az önce yaptığı tekliflerin basitliği karşısında hicap duyuyordu.
Büyük bir darbe yemiş olmanın ağırlığıyla yerinden kalktı ve yavaş yavaş arkadaşlarının bulunduğu yere doğru yöneldi.

Beri tarafta onun gelişini gözleyenler, Utbe’nin bitkin gelişini görünce aralarında konuşmaya başlamışlardı. Ebû Cehil dayanamadı ve:

– Allah’a yemin ederim ki Ebu’l-Velîd, gittiğinden çok farklı bir yüzle geri geliyor, diyerek ondaki değişimi paylaştı kendi arkadaşlarıyla. Bu arada Utbe de gelmişti:

– Neler oldu, hele bir anlat ey Ebe’l-Velîd, dediler. Üzerinde hâlâ yediği şokun etkisi vardı. Gözleri bir noktaya kilitlenmiş, tane tane şunları söylüyordu:

– Vallahi, öyle sözler işittim ki, daha önce bir benzerini asla duymamıştım. Vallahi de o, ne bir şiir, ne bir sihir ve ne de bir kehânet! Ey Kureyş topluluğu! Gelin siz benim dediklerime kulak verin de, şu adamla yapmak istediklerinin arasındaki engelleri kaldıralım! O’nu, kendi işiyle yalnız bırakın! Allah’a yemin olsun ki, O’ndan duyduğum bu sözlerde büyük bir haber var!
Böylelikle, şayet Araplar O’na üstün gelirse, sizin dışınızdaki birileri bu meseleyi halletmiş olur; ancak gün gelir de O, Araplara üstünlük sağlarsa, o zaman, O’nun mülkü sizin mülkünüz, izzeti de sizin izzetiniz olur ve siz o zaman, insanların en mutlusu haline gelirsiniz.

Dinleyenlerin suratı asılmıştı, duyduklarından hoşlanmadıkları her hallerinden belliydi. Zaten bu kadarını bile, burunlarından soluyarak dinlemişlerdi.

– Vallahi de yâ Ebe’l-Velîd! Diliyle O, seni de sihirlemiş, deyip işin içinden çıkıverdiler veya en azından çıktıklarını sandılar. Arkalarını dönüp giderken Utbe, sadece:

– Benim O’nun hakkındaki görüşüm bu; siz ne yaparsanız yapın, diyebildi.2

Ardından Utbe, doğruca evine gitti. Belli ki yalnız kalmak istiyordu; zira, dinlediği âyetler, onu yıldırım çarpar gibi çarpmıştı…

Biraz sonra da, şeytana akıl öğreten adam Ebû Cehil gelip kapısına dayanıverdi. Utbe’nin îman etmesinden korkuyor ve hemen hâdisenin üzerine gitme lüzumu duyuyordu… Ayrıca, Utbe’nin zayıf tarafını da çok iyi biliyordu; onu gururundan vuracaktı. Harekete geçti ve şöyle dedi:

– Ya Utbe! Duydum ki Muhammed sana fazla iltifat etmiş. Orada sana ziyafet vermiş, yedirip içirmiş. Sen de bu iltifata dayanamayıp O’na îman etmişsin! Halk arasında bunlar konuşuluyor!
Utbe öfkelenmişti. Belli ki Ebû Cehil, yine isabet etmiş, damarından yakalamıştı. Yerinden kalkarak şunları söyledi:

– Benim O’nun yemeğine ihtiyacımın olmadığını hepiniz biliyorsunuz. Aranızda en zengininiz benim. Fakat Muhammed’in söyledikleri, işin doğrusu beni sarstı. Çünkü okuduğu şiir değildi. Kâhin sözüne ise hiç benzemiyordu. Ne diyeceğimi bilemiyorum. O, sözü doğru bir insandır. O’nun okuduklarını dinlerken Âd ve Semûd’un başına gelenlerin bizim de başımıza geleceğinden korktum…3


Dipnot:

  1. Bkz. Fussılet, 41/1 vd.
  2. Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 2/130 vd.
  3. İsbahânî, Delâil, 1/221
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.