Umeyr İbn-i Vehb’in suikast girişimi

464

Bedir Savaşı’ndan oğlu Vehb İbn Umeyr Müslümanların elinde esir olan Umeyr İbn Vehb, Kâbe’de karşılaştığı Safvân İbn Ümeyye’ye dert yanacak ve Bedir’de aldıkları mağlubiyetin acısını dile getirecekti. O da dertliydi ve bunun üzerine Umeyr, Safvân’a şunları söyleyecekti:

– Allah’a yemin olsun ki, ödeme imkânı bulamadığım şu üzerimdeki borçlar ve benden sonra perişan olacaklarından endişe ettiğim çoluk çocuk olmasaydı vallahi de deveme biner ve Muhammed’i öldürmek için Medine’ye giderdim! Çünkü benim başıma ne gelmişse onlardan geldi; hâlâ oğlum onların elinde esir!

Safvân için böyle bir adam, bulunmaz fırsat demekti ve hemen ileri atıldı:

– Borçların benim borcum; onları ben öderim! Çoluk çocuğun da benim ailem sayılır; hayatta kaldıkları sürece onları kimseye muhtaç etmem ve elimde olan hiçbir şeyden onları mahrum kılmam!

Bir tarafta, bu işi yapmak isteyen ancak bunu yaparken hayatından olma durumunda arkada bırakacağı borçlarıyla ailesinin geçim sıkıntısına düşüreceğinden endişe duyan bir adam, diğer yanda ise onun bu endişelerini tamamen göğüsleyecek fedakâr bir destekçi! Anlaşmış görünüyorlardı. Göz göze gelecek ve birbirlerine bakacaklardı uzun uzun. Bu bakışlar, planlanan işin her ikisi tarafından da kabul gördüğünün göstergesiydi. Sonunda Umeyr, Safvân’a şunu tembih edecekti:

– Bu, aramızda kalsın! Ne senin yapacaklarını ne de benim hâlimi kimseye söyle!

– Tamam, söylemem, diye cevapladı Safvân. Mesele tamamdı ve işe koyulmak üzere oradan ayrıldılar.

Evine gelir gelmez yol hazırlıklarına başlayan Umeyr İbn Vehb, kılıcını keskinleştirecek ve zehirleyerek düşündüğü suikasta hazır hâle getirecekti. Görünürde ise, esir olan oğlu Vehb’i kurtarmaya gidiyordu.

Derken yola koyuldu ve günler sonra Medine’ye geldi. Mescid-i Nebevi’nin önünde devesini çökertirken onun gelişini görüp de telaşlanan feraset sahibi Hz. Ömer, o sırada etrafında toplanıp da kendisinden Bedir zaferini dinleyenlere şunu söyleyecekti:

– Allah düşmanı köpek Umeyr! Mutlaka kötü bir şey için gelmiştir!

Bunu söylemesiyle ayağa kalkıp Mescid-i Nebevî’ye girmesi de bir olacaktı. Efendimiz’in huzuruna koşmuş ve O’na şöyle seslenmişti:

– Yâ Resûlallah! Şu Allah düşmanı Umeyr, kılıcını kuşanıp buraya gelmiş!

– Onun yanıma gelmesine izin ver, diye mukabelede bulundu Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem).

Hz. Ömer’in hiç beklemediği bir izindi bu. Adam resmen kötü bir niyetle gelmişti; her hâlinden bu anlaşılıyordu ama Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri bu adamın huzuruna girmesine izin vermişti. Yapılacak bir şey yoktu; sadece daha ihtiyatlı davranmaları gerekiyordu.

Umeyr’e doğru yöneldi. Bu arada kılıcının askısından tutup kavramış ve etrafındaki Ensâr’a da:

– Bu pis adamın huzura girmesine müsaade edin; ancak gözünüzü de üzerinden ayırmayın. Çünkü bu, emin bir adam değildir, demeyi ihmâl etmemişti.

Nihâyet mescide girmişlerdi. Onların bu hâlini görünce Efendiler Efendisi:

– Onu bırak yâ Ömer, diye seslendi. Bu arada Umeyr’e de:

– Yaklaş, ey Umeyr, diyordu.

Bu arada Umeyr de, Efendimiz’e yaklaşmış ve:

– Hayırlı sabahlar, demişti. İçinde gizlediği niyetini aşikâr kılmamak için kendini zorluyordu.

Şefkat ve merhamet insanı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), önce:

– Allah (celle celâluhû) bizi, senin selamından daha hayırlı bir selamla serfiraz kıldı ey Umeyr! Şüphesiz ‘selâm’, Cennet ehlinin tahıyyesidir, buyurdu. Ardından da sordu:

– Seni buraya getiren şey de nedir ey Umeyr?

– Elinizin altındaki esir için geldim. Onun için ihsanınızı esirgemeyin, diye cevapladı Umeyr. Soruların ardı arkası kesilmiyordu ve Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri, izhar ettiği niyetiyle gizlediğinin arasındaki çelişkiyi ortaya koyan silahı sordu:

– Peki öyleyse boynunda asılı duran kılıcın hâli nedir?

Bu soru üzerine Umeyr:

– Allah kahretsin bu kılıcı da! Bundan başka elimizde ne kaldı ki, diyebildi. Bunu söylerken, ikna edici bir şey söyleyemediğinin farkındaydı. Her gelen soru, foyasını meydana çıkarmaya matuftu. Sanki Efendimiz’in olup bitenlerin hepsinden haberi var gibiydi. Geldiğinden beri Eendimiz’den kaçırmaya çalıştığı gözlerini kaldırıp da yüzüne bakmak istedi Umeyr. O (sallallahu aleyhi ve sellem) da kendisine bakıyordu. Bir aralık göz göze geldiler ve “Bütün bunları bir kenara koy ve Ben sana söylemeden önce sen Bana esas niyetini söyle.” dercesine yine sordu:

– Bana doğruyu söyle! Sen buraya hangi niyetle geldin?

– Bundan başka bir niyetim yok; bunun için geldim, diyebildi. Kendi kendini ele veremezdi ya! Ancak köşeye sıkıştığını hissediyordu. Bu sırada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), olanca heybetiyle konuşmaya başlamıştı:

– Hayır! Sen ve Safvân İbn Ümeyye, Hıcr’da oturdunuz ve Bedir kuyularında ölen Kureyş hakkında konuştunuz. Sonra sen: “Şâyet benim borçlarım ve çoluk çocuğum olmasaydı gider ve Muham­med’i öldürürdüm.” dedin ve bunun üzerine de Safvân, Beni öldürmen karşılığında, borçlarınla ailenin geçimini üstüne aldı. Ancak unutma ki Allah (celle celâluhû), seninle bunun arasına engel koyacak ve sana bunu yaptırmayacak!

Dizlerinin bağı çözülüvermişti Umeyr’in. Renkten renge giriyordu. Nasıl olur da bir adam, beş yüz kilometrelik bir mesafede ve başka kimsenin olmadığı bir yerde konuşulanları aynen duyup aktarabilir ve içinde gizlediği her şeyden haberdar olabilirdi! Bunu söylese söylese Safvân söyleyebilirdi; çünkü ondan başka bu konuşmaya şahit olan kimse yoktu. O ise, bu konuda kendisinden daha hırslıydı. Zaten yapacağı bu iş karşılığında borçlarını üstlenip ailesinin hayat boyu geçimini tekeffül etmesi de bunu gösteriyordu. Yok… Yok… Bunu bir beşerin yapma imkân ve ihtimali yoktu! Öyleyse tek bir seçenek kalıyordu. Yelkenlerini indiren Umeyr, mahcup bir eda ile Allah Resûlü’ne döndü ve şunları söylemeye başladı:

– Ben şehadet ederim ki Sen, Resûlullah’sın! Biz Sana, semadan getirdiğin haberler ve Sana gelen vahiyler konusunda hep yalan söyledik yâ Resûlallah! Bu, sadece benimle Safvân’ın bildiği bir işti; vallahi de bunu Sana, Allah’tan başkasının bildirmesine imkân yoktur! Beni İslâm’a hidâyet eden ve bu yolla da olsa beni kendisine sevk eden O Allah’a hamd olsun! Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlüh.

Başta Hz. Ömer olmak üzere etrafta toplanıp da olup bitenleri seyreden ashâb şaşkınlık içindeydi. Gelirken her hâlinden şer akan bir adam nasıl olmuştu da, güneş görmüş buz gibi eriyip bal mumu hâline gelivermişti! Resûlullah farkıydı bu ve Resûlullah bu hâliyle de ders veriyordu. Demek ki, insanları öldürüp bir kenara atmak çok kolaydı; önemli olan, Umeyr gibi en katı olanlarını bile İs­lâm’ın engin atmosferinde eritip topluma yeni bir fert olarak kazandırabilmekti. Öyle bir hayat ortaya konulmalıydı ki, bedenini ortadan kaldırmak için bütün hazırlıklarını tamamlayıp da huzura gelenler, bu huzurdan nasipsiz geri dönmemeli ve dönerken de, gelişlerinden çok farklı olabilmeliydi!

Bu sırada Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ashâbına dönmüş, Umeyr için şunları söylüyordu:

– Kardeşinize dinini öğrenme konusunda yardım edin! Ona Kur’ân öğretin ve esirini de serbest bırakın!

Bütün bunlar Medine’de olup biterken Safvân, Mekke’de durmuş insanlara şunları söylüyordu:

– Çok yakında size, Bedir gününden bu yana yaşadığınız acılı günleri unutturacak kadar önemli ve büyük bir müjde gelecek!

Bir taraftan da, Medine’den gelen herkese Umeyr’i soruyor ve bu müjdeli haberi Mekke’de paylaşabilmek için can atıyordu. Derken, birisi gelmiş ve Umeyr’in Medine’de Müslüman olduğu haberini vermişti Safvân’a. Hayatının şokunu yaşıyordu; nasıl olur da bir adam, öldürmek için bu kadar riske girdiği birisinin dizinin dibinde teslim olur ve bütün ideallerinden vazgeçebilirdi! Şâyet bu haber doğruysa, insanlar arasına hangi yüzle çıkıp, “Size vereceğim müjde şu idi.” diyebilirdi!

Yemin billâh edip etrafındakilerle Umeyr’e olan kızgınlığını paylaşıyordu. Onunla bir daha asla konuşmayacak ve bundan sonra ona, malından zırnık bile koklatmayacaktı!1


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz

Dipnot:

  1. Daha sonra Mekke’ye gelen Umeyr İbn Vehb, Müslüman olduğunu açıklayacak ve nasıl Müslüman olduğunu insanlarla paylaşacaktı. Bunun üzerine gelip de Müslüman olan bir hayli insan olacaktı. Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 3/213-215; Taberî, Tarih, 2/45-46
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.