Uhud’da Sahabîlerin Sabırla İmtihanı ve Gösterdikleri Metanet

396

Mekkeli müşrikler sahip oldukları güçlü orduya rağmen Bedir’de Müslümanlara karşı mağlup düşmeyi bir türlü hazmedemiyorlardı. Hicret’in üçüncü senesinde,[1] Bedir’de aldıkları ağır yarayı sarıp Müslümanlardan intikam almak için, yedi yüzü zırhlı üç bin kişilik bir ordu hazırlayarak[2] Medine’ye doğru hareket ettiler. Amcası Hazreti Abbâs, bir mektupla bu durumu Efendimiz’e bildirdi. Efendimiz hemen ashâbından bazılarını Mekke ordusu hakkında haber almak üzere gönderdi.[3] Gelen haberler düşman birliklerinin çoktan Medine’ye doğru hareket ettiğini gösteriyordu.

Peygamber Efendimiz, gelen haberler doğrultusunda ashâbıyla istişarede bulundu. Kendisi Medine’de kalıp müdafaa harbi yapmak istiyordu. Fakat meşverette, meydan muharebesi yapma fikri ağır basınca, istişare istikametinde karar verdi ve bir daha da kararından dönmedi.[4]

Kısa sürede yaklaşık bin kişiden oluşan İslâm ordusu hazır hâle geldi.[5] Müslümanlar Efendimiz’in komutanlığında Medine’den Uhud’a doğru yola çıktılar.[6] Yola çıkarken bin kişi olan İslam ordusu, Abdullah ibn-i Übey ibn-i Selûl’ün, bir bahaneyle üç yüz adamını alarak ayrılması üzerine yedi yüz kişi kaldı.[7]… Böylece Kur’an’da ifade edildiği üzere, gerçek müminler ve münafıklar ayrılmış oldu.[8]

Müslümanlar bir müddet yürüyüşün ardından Uhud dağı eteklerine kadar geldiler. Dağı arkalarına almak suretiyle karargâhlarını kurdular.[9] Uhud Dağı’na yaslanan ordunun güvenliği açısından en stratejik nokta Ayneyn geçidi idi. Efendimiz düşmanın arkadan gelmesine mâni olmak için Abdullah ibn-i Cübeyr (radıyallâhu anh) komutasında elli okçuyu oraya yerleştirdi ve onlara sıkı sıkı şu tembihte bulundu: “Siz, bizim arkamızı koruyun.. ve zinhâr yerinizden ayrılmayın. Bizi ganimet paylaşıyor görseniz bile yerinizi terk etmeyin. Ve yine bizim cenazelerimizi kartallar kapıp götürüyor olsa bile bulunduğunuz yerde kalın!.”[10]

Allah Resûlü tam tekmil kendisine düşen şeyleri yapmıştı. Bu defa saf şeklinde değil de değişik bir tatkik uygulayacaktı. Ordusunu Uhud’un bağrına çekecek, düşmanı kıskaç içine alacak ve onları okçularla kıstıracaktı.[11]

Muharebe her iki taraftan tecrübeli savaşçıların vuruşmalarıyla başladı. Müslümanlar baştan itibaren büyük bir mücadele ortaya koyarak müşrikleri kısa sürede bozguna uğratmayı başardılar. Müşrikler dağılmaya ve başlarının çaresine bakmak için kaçışmaya başladılar.[12] Artık Müslümanlara, kaçan müşrikleri takip edip kovalamak kalmıştı. Allah (celle celâluhû), Müslümanlara yeni bir zafer daha nasip ediyordu.

Ancak müşriklerin hezimet yaşayıp da kaçmaya başlamaları, okçular tepesinde fikir ayrılıklarına sebebiyet verdi. Okçulardan büyük bir kısmı artık savaşın kazanıldığı, bundan böyle orada beklemelerinin anlamsız olduğu düşüncesine kapıldı. Meydanda bulunan Müslüman askerlerin ganimet topladıklarını gördüklerinde ise savaşın bittiğinden iyice emin oldular. Çok geçmeden, başlarında bulunan komutanları Abdullah İbn-i Cübeyr ve birkaç kişi dışında herkes yerlerinden ayrılarak meydana doğru koşmaya başladılar. Ne yazık ki Peygamber Efendimiz’in kesin talimatı çok çabuk unutulmuştu. Hazreti Abdullah’ın bütün gücüyle onlara engel olmaya çalışması da neticeyi değiştirmedi.[13]

Okçuların yerlerinden ayrılması, cephede bir gedik açmak demekti ki, arkadan saldırı için fırsat kollayan ve hayatında hiç yenilgi görmemiş askerî deha Halid İbn-i Velid’e fırsat vermişti. Halid hemen harekete geçti ve kalan birkaç okçuyu da şehit ederek arkadan saldırdı. Müslümanlar tamamen hazırlıksız yakalanmışlardı. Hatta onlar, harbi bitti kabul ettiklerinden, harp esnasında olması gereken gerilimlerini bile kaybetmişlerdi.[14]

Bu hamleyle birlikte Müslümanlar bir anda şaşkına döndüler. Allah Resûlü’nün sıkı sıkıya tembihlediği hususun neden bu derece önemli olduğunu anlamakta gecikmediler.[15] Ama artık her şey için çok geçti. Daha önceden savaşı kaybettiklerini düşünerek kaçışan müşriklerin de geri dönmesiyle Müslümanlar iki ateş arasında kaldı. Ortalık mahşer meydanına dönmüş, askerler sağa sola dağılmaya başlamıştı. [16]

Müşriklerin esas hedefleri kuşkusuz Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) idi ve bu kargaşada O’nu hedef hâline getirmişlerdi. Allah Resûlü’nün üzerine ok ve taşlar, âdeta yağmur olmuş yağıyordu. Etrafındaki sahabe Efendilerimiz O’nu korumak için vücutlarını vücuduna siper ediyorlardı.[17] Utbe İbn-i Ebî Vakkâs adındaki bir müşrik, ardı ardına dört tane taş atmış ve bunlardan biri Efendimiz’in mübarek yüzüne isabet etmişti. Başka bir taş miğferine gelmiş ve miğferin demiri yüzüne batmıştı. Bu sebeple alt sağ dişi kırılmış ve mübarek dudakları da yaralanmıştı.[18]

Musibetler, musibetleri kovalıyordu, en sonunda bütün musibetleri unutturacak olan, Efendimiz’in kuşatıldığı, hatta şehit edildiği şâyiası müslümanlara her şeyi unutturmaya yetti. Müslümanlar arasında büyük bir kargaşa meydana geldi.[19] Bu durum karşısında bazıları, Allah Resûlü öldükten sonra artık savaşmanın bir anlamı olmadığını düşünüyor, bazıları da Resûlullah’dan sonra yaşamanın kendilerine yakışmayacağını bu nedenle ölümüne çarpışmaya devam edilmesi gerektiğini söylüyorlardı.[20] Fakat bir müddet sonra şâyianın asılsız ve Allah Resûlü’nün hayatta olduğunu haber alan sahabîler rahat bir nefes aldı.[21] Ardından hepsi O’na doğru koşmaya başladı. Kimisi etrafında pervane gibi dönüyor, kimisi mübarek yüzüne saplanmış miğfer parçalarını çıkarmaya çalışıyor ve kimisi de müslümanların orada toplanmasını için gayret sarfediyordu. Etrafında toplananlarla birlikte Peygamber Efendimiz sessizce Uhud’un arkasına doğru çekildi. Sa’d İbn-i Ebî Vakkâs da Allah Resûlü’nün emriyle, üzerlerine gelmek isteyen müşrikleri attığı oklarla geri püskürtüyordu.[22] Onların Allah Resûlü’nün etrafında tekrar kenetlenmesi ve üzerlerine sekine inmesiyle kendilerine geldiler, korku ve endişeden kurtulup seve seve şehadete yürüdüler.[23]

Demek ki yaşanan sıkıntılar ne olursa olsun, Allah’ın yardımı ve muvaffakiyet için cepheyi terk etmemek, olumsuzluklar karşısında sebat edip yılmadan iman ve azimle hamle üstüne hamle yapmak gerekiyordu. Zira gelen âyetle de Cenab-ı Hakk, bu durumu nazara vermiş: “Sakın yılmayın, üzüntüye kapılmayın, eğer iman ediyorsanız mutlaka üstün gelirsiniz.”[24] buyurmuştu.

Uhud’da savaş sonrası

Uhud’da zaman durmuştu; iki tarafında büyük kayıpları vardı. Mekke ordusunun kumandanı Ebû Süfyân, yeniden Müslümanlara saldırmayı tehlikeli buluyor ve buna cesaret edemiyordu. Çünkü Uhud’un eteklerine çekilen müslümanlar yeniden toparlanmaya başlamış ve bu hal onu bir hayli ürkütmüştü. Bunun üzerine Ebû Süfyân elde ettikleri başarıyı zedelememe adına, ordusunu Mekke’ye geri dönmeye çağırdı.[25]

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), onlar geri dönüp giderlerken herhangi bir kötülük düşünüp düşünmediklerinden emin olmak istiyordu. Zira dönerken Medine’ye girip kadın ve çocuklara kötülük yapabilirlerdi. Bu sebeple, ashâbının önde gelenlerini yanına çağırarak arkadan düşmanı takip etmelerini emretti. Talimatı alan ashâb-ı kirâm, Akîk vadisine kadar düşmanın peşinden gidip aralarındaki konuşmalara bile şahit olacak kadar onlara yaklaşmışlardı.[26]

Müşrikler savaşa devam etmeyi göze alamayıp Uhud’dan çekilince ashâb-ı kirâm savaş meydanına inerek ölü ve yaralıların arasında dolaşmaya başladıklarında tüyler ürperten bir manzarayla karşılaştılar. Zira karşılaştıkları her bir beden paramparça edilmiş, burun ve kulakları kesilerek tanınmaz hâle getirilmişti![27] Hazreti Hamza, Mus’ab İbn-i Umeyr, Abdullah İbn-i Cahş, Enes İbn-i Nadr, Sa’d İbn-i Rebî’e’nin de içlerinde bulunduğu yaklaşık yetmiş yiğit sahabe şehit olmuştu.[28] Şehitlerin hepsi Uhud’da defnedildi. Allah Resûlü ve sahabîler şehitler için dua etti ve oradan Medine’ye doğru hareket ettiler.

Medine’nin sabır ve metaneti

Bütün bu olup bitenlere rağmen Medine, beklenmedik bir metanet ortaya koyuyor ve Uhud’a emanet edilen yakınlarını öne sürerek asla Uhud’dan dönenleri baskı altında tutmayı düşünmüyorlardı. Hatta bunun da ötesinde, sanki hiçbir şey olmamış gibi hareket ediyor ve Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) sağ salim dönmüş olmasının sevincini yaşıyorlardı.

Gün ortasında Resûlullah’ın öldürüldüğü haberini duyan En­sâr’dan bir kadın, Uhud’dan dönüşü duyunca heyecanla ashâb-ı Resûlillah’ı karşılamaya çıkmıştı. Onun gelişini gören biri, kardeşiyle babasının; diğeri de iki oğlu ve kocasının şehit olduğunu söylüyordu.[29] Ancak o, bunları sanki duymamış gibi yine koşturmaya devam ediyor ve önüne gelene:

– Resûlullah nerede? O’nun durumu nasıl, diye soruyordu. Onun hâline Uhud’dan dönenler de şaşırmıştı:

– Allah’a hamd ü senalar olsun ki! O (sallallâhu aleyhi ve sellem) iyi, diye cevapladılar. Bunun üzerine o:

– Bana O’nu gösterin; mübarek yüzlerine bakıp da O’nu görmek istiyorum, diye mukabelede bulundu. Efendiler Efendisi’nin yanına gelip de O’nun nur cemalini temaşa edince, tarihe tanıklık edecek şu cümleyi söyledi:

– Anam babam Sana feda olsun yâ Resûlallah! Seni sağ salim gördükten sonra artık bana bütün musibetler hafif gelir![30]

Sa’d İbn-i Muaz’ın annesi

Bu sırada, Efendimiz’in bindiği atın yularından tutan Sa’d İbn-i Muâz’ın annesi de Uhud’dan gelenleri karşılamak için koşarak geliyordu. Onu görünce Hazreti Sa’d:

– Annem, yâ Resûlallah, dedi. Efendimiz de, Sa’d’ın annesini teselli etmek için hatırını soracak ve gönlünü almaya çalışacaktı. Bu sırada kadın Allah Resûlü’ne daha da yaklaşmıştı; mahzun ve düşünceli duruyordu. Zira bir diğer oğlu Amr İbn-i Muâz Uhud’da şehit olmuştu. Allah Resûlü, onu teselli etmek için onunla konuşmak ve oğlu Amr’ın şehadet haberini onunla paylaşmak istemişti. Ancak o metin insan, Uhud’u baştan sona kadar yaşayan ve yetmiş tane ashâbını orada bırakıp da gelen Habîb-i Zîşân Hazretlerine dönecek ve şunları söyleyecekti:

– Seni sağ ve salim olarak gördüm ya, bundan sonra hangi musibet bizi sarsabilir ki!

Bu hadiseler, yaşanılan sıkıntılar karşısında yılmayıp metanetle duruşun ifadesiydi. Hadiselerin şokunun hâlâ devam ettiği bu ilk anlarda böyle davranmak, ancak mert insanların yapabileceği bir şeydi. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), böyle davranıp olgunluk gösteren bir kadını yine de teselli etmek istiyordu. Onun için şunları söyledi:

– Yâ Ümme Sa’d! Hem sana hem de şehitlerin ailelerine müjdeler olsun! Çünkü onların şehitleri Cennet’te, omuz omuza birlikte arkadaş olacak ve ahirette kendi ailelerine de şefaat edecekler!
Buna karşılık Hazreti Sa’d’ın annesi:

– Biz Senden razıyız yâ Resûlallah, Sen aramızda olduktan sonra onlara kim ağlar ki! Sadece Senden, arkada kalanlar için dua istiyorum.

Onun bu talebini de kırmayacaktı Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem); ellerini kaldırdı ve şöyle dua etti:

– Allah’ım! Onların kalplerindeki hüznü silip kaldır, başlarına gelen musibet yarasını sarmalarını kolaylaştır ve arkada kalanların bundan sonraki günlerini de ihsanınla tezyin et!
Ardından Hazreti Sa’d’a döndü ve:

– Yâ Ebâ Amr! Senin ev halkının yarası açık! Unutma ki onlardan bugün yara alan her bir fert kıyamet gününde, bu hâllerinden daha güzel bir durumda haşrolacak; renk, kan rengi ama koku, misk kokusu gibi! Haydi, aranızdan kimler yaralı ise gitsin ve evinde yaralarını tedavi etsin! Beni düşünerek kimse evime kadar gelme zahmetinde bulunmasın![31]

Bunun üzerine herkes evlerine çekilmiş ve yaralarını tedavi ile meşgul olmaya başlamıştı. Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri de artık, hane-i saadetlerine gelmişti. Çok geçmeden de Hazreti Bilâl, akşam namazı için ezan okudu ve bunun üzerine mescide gelerek akşam namazını kıldılar.[32] Bir müddet sonra Yatsı namazını da kıldıran Efendiler Efendisi, istirahat etmek için hücre-i saadetlerine yöneldi. Muhtemel tehlikelere karşı Mescid-i Nebevi’ye otağlarını kuran bazı sahabîler nöbetleşe Allah Resûlü’nü bekliyorlardı.[33]

Yeni bir hamle; Hamrâü’l-Esed

Ertesi gün sabah namazından sonra, Mekkeli müşriklerin yolda giderken kanaatlerini değiştirip yeniden Medine’ye saldırma ihtimalini ortadan kaldırmak; Müslümanların hala güçlü olduklarını hissettirmek, aynı zamanda Uhud sonrasında otoritenin yine Medine’de olduğunu herkese ilan etmek gerektiğini düşünen Efendimiz, yanına çağırdığı Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer’le de meseleyi istişare etti ve çok geçmeden şu ayet nazil oldu; “Düşman birliklerini takip edip arkadan sıkıştırmada gevşeklik göstermeyin! Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da tıpkı sizin gibi acı çekiyorlar. Kaldı ki Siz Allah’tan, onların ümid edemeyecekleri birçok şeyleri umuyorsunuz. Allah her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”[34]

Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Bilâl’e seslenerek insanlara şöyle tebliğde bulunmasını talep etti:

– Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), sizin düşmanınızı takip etmenizi emrediyor! Yalnız, bizimle birlikte sadece, dün Uhud’da olanlar gelsinler!

Bu daveti duyan ashâb-ı kiram, onca yaraları, yakınlarından şehit olanların acısı, arkada kalan yetimlerin gözyaşı ve tükenen tâkâtlerine rağmen hepsi yeniden kılıçlarına sarıldı ve bir çırpıda, Resûlullah’ın sancağı altında toplanı verdiler. Aralarında yürüyemeyecek derecede yaralı olanları sırtlarında, omuzlarında taşıyarak düşmanı takibe koyuldular.[35] Çünkü yaşanan bütün sıkıntılara rağmen sinesi şefkat ve merhamet dolu Allah Resûlü’nden (sallalâhu aleyhi ve sellem) ashâb-ı kirama “Ben size şöyle yapın demedim mi?”[36] gibi maziyi hatırlatma kabîlinden bir sitem, bir davranış sâdır olmamıştı.[37] O ashâbına karşı sabır, metanet ve yumuşaklıkla hareket etmiş ve onları tekrar birer aksiyon insanı haline getirmişti.

Evet, Uhud sonrası yaşanan bu aksiyon, ümitsizlikten inkisara düşmüş olan insanların tekrar intibaha gelmesine vesile olmuş ve onlara; “Bunlar yapılabiliyorsa ne diye ümitsizliğe düşeceğiz.” dedirtmiştir.

Onların bu hâlini Kur’ân da bayraklaştıracak ve Allah (celle celâluhû), Resûlullah davet ettiği zaman bir Müslüman’ın alması gereken tavrı belirleme adına ebedi kelamında bu gayreti şu ifadelerle takdir edecek, ahirette alacakları mükâfatı ortaya koyacaktı: “Hele o yara aldıktan sonra Allah’ın ve Resûlü’nün çağrısına uyup gönül verenlere, hele onlar gibi ihsan ve takvâ sahiplerine pek büyük mükâfatlar vardır!”[38]

İşte bir insan, bin sene mesûdâne dünya hayatı, bir saatine mukabil gelmeyen cennete talibse, onun da ötesinde, Cenâb-ı Hakk’ın Cemâl’ini müşahede ve O’nun rızasına erme arzusundaysa; çekilen sıkıntılar ve başa gelen musibetler, varılmak istenen hedefe bakıldığında çok küçük kalır.[39] İşte bu hedefe ulaşmak adına her şeye tahammül etmek, her sıkıntıya göğüs germek, her musibete katlanmak, sabır ve metaneti korumak gerekir.


Dipnotlar:
[1] İbn Hişâm, Sîret, 3/328.
[2] “Şüphesiz ki inkâr edenler mallarını, (insanları) Allah yolundan alıkoymak için harcıyorlar. Daha da harcayacaklar. Ama sonunda bu, onlara yürek acısı olacak ve en sonunda mağlup olacaklardır. Kâfirlikte ısrar edenler cehenneme toplanacaklardır.” Enfâl sûresi, 8/36.
[3] İbn Sa’d, Tabakât, 2/37.
[4] el-Vâkıdî, Kitâbü’l-meğâzî, s. 177.
[5] İbn Hişâm, Sîret, 4/ 9.
[6] Âl-i İmrân sûresi, 3/121.
[7] Abdullah ibn-i Übey ibn-i Selûl, istişarede Medine’de kalarak savunma harbi yapılması yönünde görüş beyan ettiğini ama Peygamber Efendimiz’in gençlerin sözüne uyup, kendi sözüne itibar edilmediğini bahane olarak ileri sürmüş ve adamlarıyla İslam ordusundan ayrılmıştı. İbn Sa’d, Tabakât, 2/39; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 9/54.
[8] “İki topluluğun (ordunun) karşılaştığı günde başınıza gelen musibet Allah’ın izniyledir. Bu da müminleri ortaya çıkarması ve münafıklık yapanları belli etmesi içindi. Onlara (münafıklara), ‘Gelin, Allah yolunda savaşın veya savunmaya geçin.’ denildi de onlar, ‘Eğer savaşmayı bilseydik, arkanızdan gelirdik!’ dediler. Onlar o gün, imandan çok küfre yakın idiler. Ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Oysa Allah, içlerinde gizledikleri şeyi çok iyi bilmektedir.” Âl-i İmrân, 3/166-167.
[9] İbn Sa’d, Tabakât, 2/39.
[10] Buhârî, Cihâd, 164; Ebû Dâvûd, Cihâd, 106.
[11] El-Vâkıdî, Kitâbü’l-meğâzî, s.181-182.
[12] İbn Hişâm, Sîret, 4/25-26.
[13] Buhârî, Cihâd, 164.
[14] İbn Sa’d, Tabakât, 2/ 41; El-Vâkıdî, Kitâbü’l-meğâzî, s. 186; “Allah size yaptığı yardım vaadini gerçekleştirdi: O’nun izni ile o düşmanlarınızı kırıp geçiriyordunuz. Allah’ın, size arzuladığınız galibiyeti göstermesine kadar, böylece bu vaad yerine geldi. Ama sonra siz isyan ettiniz, verilen emir hakkında çekiştiniz, yılgınlık gösterdiniz. O esnada kiminiz dünya menfaatini istiyordu, kiminiz âhiret mükâfatını. Sonra Allah sizi denemek için, onlara karşı size verdiği desteği geri çekti, bozguna uğradınız. Bununla beraber sizin kusurlarınızı bağışladı da! Zaten Allah müminlere bol lütuf ve inayet sahibidir. O vakit siz savaş meydanından hızla uzaklaşıyor, dönüp hiç kimseye bakmıyordunuz.Peygamber ise peşinizden sizi çağırıp duruyordu. Bunun üzerine Allah, keder üzerine keder vererek sizi cezalandırdı.Allah’ın sizi affetmesi, ne elinizden gidene, ne de başınıza gelen felâkete esef etmemeniz içindir. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” Âl-i İmrân sûresi, 3/152-153.
[15] Burada, bir noktaya daha temas etmekte fayda var. Esasen, Uhud’a gelinirken bir gedikle geliniyordu. Efendimiz Medine’de kalalım demişti, onlar dinlememiş ve dışarıya çıkmada ısrar etmişlerdi. Bu, onlar adına bir fasit daireye girmek demekti. Şimdi bu fasit daire, başka bir fasit daire daha doğurmuştu. Allah Resûlü, “Şurada sebat edin, ayrılmayın!” demişken onlar yerlerini terk etmişlerdi ki, bu da onlar için yeni bir zelle ve bir sürçmeydi. Bu sürçmeleri Kur’ân şöyle ele alıyor: “Yaptıkları bazı şeylerden dolayı şeytan onların ayağını kaydırdı.” Âl-i İmrân sûresi, 3/155.
[16] Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/152; El-Vâkıdî, Kitâbü’l-meğâzî, s. 186-187; İbn Sa’d, Tabakât, 2/42.
[17] El-Vâkıdî, Kitâbü’l-meğâzî, s. 193-194; İbn Sa’d, Tabakât, 2/42
[18] Müslim, Cihâd ve siyer, 104; İbn Hişâm, Sîret, 4/28-29; El-Vâkıdî, Kitâbü’l-meğâzî, s.194; İbn Kesîr, Bidâye, 4/22-23.
[19] İbn Sa’d, Tabakât, 2/41
[20] “Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse siz gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim geri dönerse Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” Âl-i İmrân sûresi, 3/144.
[21] İbn Hişâm, Sîret, 4/31-32
[22] Her attığını vuran ve Hazreti Peygamber’in, “At! Anam babam sana feda olsun!” Buhârî, Meğâzî, 18; Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 41 şeklindeki övgüsüne mazhar olan Sa’d ibn-i Ebi Vakkâs, savaş esnasında Peygamber Efendimiz’in sağında ve solunda beyaz elbiseli O’nu koruyan iki adam bulunuyordu, der. Buhârî, Megâzî, 18; Müslim, Fedâil, 46.
[23] Bu inen sekine uyku şeklinde olmuştur. Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/154; el-Vâkıdî, Kitâbü’l-meğâzî, s.229.
[24] “Sakın yılmayın, üzüntüye kapılmayın, eğer iman ediyorsanız mutlaka üstün gelirsiniz.[24] Şâyet siz yara aldı iseniz, karşınızdaki düşman topluluğu da benzeri bir yara aldı. İşte Biz, Allah’ın gerçek müminleri meydana çıkarması, sizden şehitler edinmesi, müminleri tertemiz yapıp kâfirleri imha etmesi için, zafer günlerini insanlar arasında nöbetleşe döndürür dururuz. Allah zalimleri sevmez.” Âl-i İmrân sûresi, 3/139, 140.
[25] el-Vâkıdî, Kitâbü’l-meğâzî, s.229.
[26] Müşriklere yaklaştıklarında onlardan bir grubun fırsat ellerindeyken Medine’yi talan edip öyle dönmek istediklerine ancak buna karşılık Safvân İbn-i Ümeyye gibi bazı insanların:
– Bunu aklınızdan bile geçirmeyin! Onların yeniden toparlandığını ve ölümün üzerine nasıl yürüdüklerini görmüyor musunuz? Onların hepsini öldürmeden Muhammed’e ulaşmamıza imkân yok. Şimdi kazandığımız zaferi hezimete çevirmeden buradan hemen gidelim, diyerek başta Ebû Süfyân olmak üzere müşrikleri savaştan vazgeçirme çalıştıklarına şahit oldular. İbn-i Hişam, Sîret 3/110, el-Vâkıdî, Kitâbü’l-meğâzî, s.229-231; İbn Kesîr, Bidâye, 4/51.
[27] el-Vâkıdî, Kitâbü’l-meğâzî, s.215; İbn Abdilberr, İstîâb, 1/372.
[28] Buhârî, Megâzî, 24; Buhârî, Megâzî, 10.
[29] Benzer durumla karşılaşan birçok kadın sahabe vardır. Bunlardan biri Dinaroğullarından Sümeyrâ’dır (radıyallâhu anha). Onun iki oğlu Numan İbn-i Abdi Amr ve Süleym İbn-i Hâris ile kocası, kardeşi ve babası Uhud’da şehit olmuşlardı. Bir diğeri, Hind Binti Amr’dır (radıyallâu anha). O’nun da kocası Amr İbn-i Cemûh kardeşi Abdullah İbn-i Amr ve oğlu Cemuh şehit olmuşlardı. Efendimiz’in halası Hazreti Safiyye (radıyallahu anha) da kardeşi Hazreti Hamza’nın kendisine gösterilmek istenmemesi karşısında: “Şayet kardeşime yapılanı görmeyeyim diye geri döneceksem, ben onun kesilip parçalandığını biliyorum. Kardeşim bu felakete Allah yolunda uğradı. Bundan daha büyük bir makam var mı? Biz Allah yolunda bundan daha fazlasına uğramaya da rıza gösteririz. Sabretmeye kararlıyım. Sabrımın sevabını ise sadece Allah’tan bekliyorum.” Bkz.: İbn-i Hişam, Sîret 3/105; El-Vâkıdî, Kitâbü’l-meğâzî, 1/292, İbn Sa’d, Tabakât 3/520-521, 8/428, Belâzurî, Ensâb, 1/334; İbn Kesîr, Bidâye, 4/47.
[30] İbn-i Hişam, Sîret 3/105; El-Vâkıdî, Kitâbü’l-meğâzî, s.241; Taberî, Târîh, 3/27, Beyhakî, Delâil, 3/302; İbn Kesîr, Bidâye, 4/47.
[31] El-Vâkıdî, Kitâbü’l-meğâzî, s.241.
[32] El-Vâkıdî, Kitâbü’l-meğâzî, s.242.
[33] El-Vâkıdî, Kitâbü’l-meğâzî, s.253.
[34] Nisâ sûresi, 4/104.
[35] El-Vâkıdî, Kitâbü’l-meğâzî, s.253-254.
[36] Efendimiz Medine’de kalalım demişti, onlar dinlememiş ve dışarıya çıkmada ısrar etmişlerdi. Bu, onlar adına bir fasit daireye girmek demekti. Şimdi bu fasit daire, başka bir fasit daire daha doğurmuştu. Allah Resûlü, “Şurada sebat edin, ayrılmayın!” demişken onlar yerlerini terk etmişlerdi ki, bu da onlar için yeni bir zelle ve bir sürçmeydi. Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/155.
[37] “O vakit, Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet Sen, kaba, katı yürekli olsaydın, hiç süphesiz onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet, bağışlanmaları için duada bulun! (Umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven! Çünkü Allah, kendisine tevekkül olanları sever.” Âl-i İmrân sûresi, 3/142.
[38] Âl-i İmrân sûresi, 3/172.
[39] Allah, sizin içinizden cihad edenlerle sabır gösterenleri ortaya çıkarmadan, kolayca cennete girivereceğinizi mi zannettiniz? Âl-i İmrân sûresi, 3/142; bkz.: Bakra sûresi, 2/214; Ankebût sûresi, 29/2.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.