Uhud’da ilâhî yardım

410

Küçük gibi görünen büyük bir ihmâlin nelere mâl olduğunu herkes görüyordu. Belki de daha büyüklerini gelecekte yaşamamak için Allah (celle celâluhû), Resûlü’nün etrafında böyle bir örneği bütün ümmet-i Muhammed’e gösteriyor ve can alıcı bir noktaya dikkat çekiyordu. Zira muvaffakiyet, Allah ve Resûlü’ne mutlak itaatten geçiyordu.

Şimdi ise herkes, canını dişine takmış, Allah ve Resûlü için her şeyini feda yarışına girmişti. Bir taraftan dağın eteklerine doğru çekilirken diğer yandan da savaşın hakkını veren bu insanlar, her yönüyle samimi olduklarını fiilen göstermişlerdi. Bir kere daha ölümüne söz vermiş ve sonucu ne olursa olsun artık O’ndan (sallallahu aleyhi ve sellem) ayrılmamaya ant içmişlerdi. Aynı zamanda bu, Allah Resûlü’nün yeniden zimamı eline alması anlamına geliyordu. Okçular konusunda yaşanan acı tecrübe ve bazı insanların yaşadığı muvakkat kılıç bırakmanın beraberinde getirdiği sıkıntılar bertaraf edilmiş ve İnsanlığın Emîni Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Uhud’a yeniden hükmetmeye başlamıştı. Hezimet gibi görünen tabloyu zafere dönüştürmenin adıydı bu ve nebevî ferasetin sahibi Allah Resûlü de Uhud’da, muvaffakiyetle neticelenecek olan son tabloyu hazırlıyordu.

Böyle bir samimiyete Allah’ın da ihsanları olacaktı ve sabahın erken saatlerinden bu yana kılıç sallayıp hayatını harp meydanına vakfeden bu insanlar üzerine Allah (celle celâluhû), Bedir’de olduğu gibi yine sekîne indirecekti. Üzerlerine öyle tatlı bir uyku çöküvermişti ki; neredeyse ellerindeki kılıç yere düşüyordu ama onlar bunun farkına bile varamıyorlardı. Ebû Talha gibi insanlar, eğilip düşen kılıçlarını tekrar alıyorlardı ama bu sekînenin tesiriyle kılıçların yeniden ellerinden düşmesine mâni olamıyorlardı. Mesela, düşman askerleri alt taraflarında olmasına rağmen Bişr İbn Berâ’nın kılıcı elinden düşmüştü ama o, üzerine çöken bu uyku hâlinden dolayı elindeki kılıcın yokluğunu bile fark edemiyordu. Âdeta bu, onca sıkıntının üzerine çekilen bir sünger gibiydi. Belli ki bir inâyet söz konusuydu ve bu sıkıntılar da pek yakında son bulacaktı.

Uhud meydanında imdada gelen melekler de vardı. Gerçi onlar, savaşın başından bu yana burada bulunuyorlardı; zira Allah (celle celâluhû), beş bin melekle ehl-i imanı destekleyeceğini vadetmişti. Ancak bu, Allah ve Resûlü’ne itaat hassasiyetine bağlı bir husustu ve okçular tepesinde yaşananlar sonrasında emre itaatte istenilen ve beklenen tavır ortaya konulamayınca melekler geri çekilmiş ve onları kendi başlarına bırakmışlardı.1

O gün Sa’d İbn Ebî Vakkâs; Uhud dağının eteklerine doğru çekilen Allah Resûlü’nün sağ ve sol tarafında beyaz elbiseli iki meleğin –Cibrîl ve Mîkâîl– savaştığını ve düşmanlardan gelebilecek tehlikelere karşı O’nu koruduğunu bizzat görmüştü. Zaten biraz önce Allah Resûlü’nün verdiği okları atarken, tanımadığı temiz simalı ve beyaz giysili bir gencin bu okları toplayıp geri getirdiğine de şahit olmuştu. O, bu okları getirip sonra da:

– At ey Ebâ İshâk, diye seslenen bu genci bir daha da görememişti.

İbn Kamie’nin hamleleri sonucu şehit olan sancaktar Mus’ab İbn Umeyr’in görevini de bir melek üstlenmiş, Hz. Mus’ab’ın suretine girip Uhud’da Allah Resûlü’nün sancağını dalgalandırıyordu. Bir aralık Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):

– İleri hücum et ey Mus’ab, diye seslenince Efendimiz’e doğru yönelen melek:

– Ben Mus’ab değilim, diyecekti. Efendimiz’in seslenişine şahit olan Abdurrahmân İbn Avf, büyük bir taaccüb içinde:

– Yâ Resûlallah, diyecekti. Mus’ab daha önce öldürülüp şehit olmadı mı?

– Evet, dedi Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). ‘Onun yerine bir melek, onun adıyla Mus’ab’ın vazifesini îfa ediyor!’2

Bir aralık Allah Resûlü, yanında bulunan Hâris İbn Sımme’ye Abdurrahmân İbn Avf’ı sormuş, o da Hz. Abdurrahmân’ın bir tarafta düşmanla yaka paça olduğunun haberini vermişti. Bunun üzerine Efendimiz:

– Şüphe yok ki melekler onunla beraber savaşıyor, buyurdu. Efendimiz’in müjdesini alan Hz. Hâris, doğruca Abdurrahmân İbn Avf’ın yanına koştu; etrafında yere serilmiş yedi tane müşrik yatıyordu.

– Bileğine kuvvet! Bunların hepsini de sen mi öldürdün, diye sordu. O da şaşkındı:

– Şu ve şunları ben öldürdüm, dedi önce ve arkasından da:

– Şunları ise, kimin öldürdüğünü ben de görmedim, diye ilave etti. Bunun üzerine Hz. Hâris, Allah ve Resûlü’nün verdiği haberin doğruluğu karşısında hayretini gizleyemeyip, “Allah ve Resûlü şüphesiz doğru söylüyor.” manasında:

– Sadakallahu ve Resûlüh, buyuracaktı.

Bedir’de Allah Resûlü’yle birlikte olamamanın hüzün ve mahcubiyetini yaşayan Enes İbn Nadr:

– Resûlullah’ın ilk karşılaşması olan Bedir’de bulunamadım; şâyet Allah (celle celâluhû), bana müşriklerle yeniden bir karşılaşma imkânı verirse Allah için neler yapacağımı ben bilirim, diyor ve Allah için savaşma aşkıyla yanıp tutuşuyordu. Şimdi ise Allah (celle celâluhû), onun arzu ettiği fırsatı önüne getirmiş, o da savaşın hakkını vermek için Uhud’a gelmişti.

Savaş başlayıp da ikinci safhada kısmî bir çözülme yaşanınca ellerini açacak ve içini şöyle dökecekti:

– Allah’ım! Şu arkadaşlarımın yaptıklarından dolayı Senden özür diliyor, affını talep ediyorum. Şunların yaptıklarından da –müş­rikleri kastediyordu– Sana dehalet edip affına sığınıyorum.

Belli ki bu çözülme karşısında çok üzülmüş, ortaya çıkan neticeyi bir türlü hazmedememişti. Bunun üzerine, kılıcını alıp düşman saflarının arasına dalmayı düşündü. Önüne, Ensâr ve Muhâcirlerden oluşan bir grup çıktı; Efendimiz’in öldürüldüğü haberi üzerine kılıçlarını yere bırakmış, kara kara düşünüyorlardı. Büyük bir telaşla:

– Niye burada oturuyorsunuz, diye sordu.

– Resûlullah öldürüldü, dediler. Beyninden vurulmuştu âdeta. Zemin savaş meydanı bile olsa bir mü’min dengesini kaybetmemeliydi. Onun inandığı İslâm, peygamber bile olsa şahısların hayatlarıyla sınırlı bir sistem değildi ve her hâlükârda yaşanması gereken bir yapıyı ifade ediyordu. Onun için Uhud’da çaresiz bekleşenlere şöyle haykırdı:

– O’nun olmadığı bir dünyada yaşamanın ne anlamı var; neyinize yarar ki? Haydi sizler de kalkın ve Resûlullah’ın öldüğü istikamette hayatınızı ortaya koyun ve ölün!

Ardından da yoluna devam ederek gözden kayboluverdi. U­hud’un arka taraflarında onunla Sa’d İbn Muâz karşılaşacak ve:

– Ben de seninle beraberim, diyecekti. Ancak o, Enes İbn Nadr’ı takip etmekte zorlanıyor ve yaptığını yapamıyordu. Arkasını döndü ve Hz. Sa’d’a:

– Ey Sa’d, diye seslendi. ‘Cennet’in kokusu ne güzel! Nadr’ın Rabbine yemin olsun ki ben, Uhud’un arkasından onun kokusunu duyuyorum!

Derken, düşman safları arasında reftâre yürüyen Enes İbn Nadr’e hayranlıkla arkadan bakan Sa’d İbn Muâz’ın gözlerinden de kayboluverdi. Düşman safları arasına dalmış ve yiğitçe vuruşurken şehit düşmüştü.

Akşam olup da cansız bedenine ulaştıklarında vücudunda, seksen küsur kılıç, mızrak ve ok yarası vardı. Yüzü parçalanmış, burun ve kulakları da müsle yapılarak kesilmişti. O kadar dikkatle baktıkları hâlde onu kimse tanıyamayacaktı. Nihâyet kız kardeşi gelecek ve onu, ancak parmağındaki bir işaretten tanıyabilecekti. Er oğlu erdi ve Kur’ân, onun gibileri bayraklaştırırken üzerlerine düşen vazifeyi harfiyen yerine getiren babayiğitler olarak anlatacaktı.3


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz

Dipnot:

  1. Bkz. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 1/287 (2609); Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir, 10/301 (10731); Taberî, el-Câmiu’l-Beyân, 4/81; İbn Kesir, Tefsir, 1/412
  2. İbn Sa’d, Tabakât, 3/121; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 7/369 (36770); Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 4/205, 206
  3. Bkz. Ahzâb, 33/23. Konuyla ilgili olarak bkz. Buhârî, Sahîh, 3/1032 (2651), 4/1487 (3822); Tirmizî, 5/349 (3201); İbn Ebî Şeybe, Musannef, 4/212. Enes İbn Nadr, Enes İbn Mâlik’in amcasıydı ve ona hürmetten dolayı kendisine de amcasının adı konulmuştu.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.