Uhud Sürecinde Kadınların Duruşu

847

Zaferlerin kazanılması, devamı ve kalıcı hale gelmesi için cephede savaşan ve gerekirse canını veren askerlerin yanında, onu metanetle gazaya uğurlayan ve geriye dönmesini bekleyen ailesinin -şayet dönmez cephede kalırsa- ortaya koyacağı duruş, en az cephede vuruşmak kadar önemlidir. Zira cepheye giden yiğit, cesaretini öncelikle Allah’a imanından, sonra geride bıraktıklarından ve silah arkadaşlarından alacaktır. Onu cepheye uğurlayan eşinin ya da annesinin bakışları, dik duruşu ve kararlılığı askere büyük bir moral ve cesaret aşılamanın yanında sebat dersi de verecektir. Bundan dolayıdır ki bizim annelerimiz ve babalarımız evlatlarını, hak, hukuk ve mukaddesat müdafaası için cepheye gönderirken Mehmet Akif’in ifadesiyle,

“Yurdunu Allâh’a bırak, çık yola. Cenge! deyip çık ki vatan kurtula. Böyle gazâ müyesser mi her kula? Haydi levend asker, uğurlar ola.”

diyerek gözlerinin içine bakar ve sırtını sıvazlayarak uğurlarlardı. Geriye bırakılanlar da Allah’a ve tarihin yükünü sırtlarında taşıyan çilekeş analara/kadınlara bırakıldığı için kimsenin gözü de geride kalmazdı. Bu iman ve şuurla uğurladıkları evlatları cepheden dönmediği/dönemediği takdirde kadınlar, ağır bir imtihan yaşasalar da asla devrilmez; artık çocuklarına anne olmanın yanında baba da olurlardı. İşte kadınlarımızın imanlarına dayalı bu azim, sabır ve sağlam duruşları -farkında olsak da olmasak da- cephelerimizi geçilmez kılan önemli dinamiklerdendi.

Bizim analarımız/kadınlarımız, bu duruş dersini Uhud şehitlerinin analarından, eşlerinden miras almıştı. Uhud’un ardından yaşanan ciğersûz hadiseleri, sağlam iman, derin bir teslimiyet ve büyük bir dava şuuruyla karşılayan ve Allah Resûlü’nün varlığını varlık sebepleri bilen baş yüce kadınlardan. İşte biz bu makalemizde, Uhud’dan geriye kalan en büyük acıları göğüsleyen, en ağır yükleri büyük bir kararlılıkla omuzlayan ve bu konuda inananlara mümince bir duruş dersi veren bu sahabî kadınların yaşadıklarını ve tepkilerini ortaya koymaya çalışacağız.

Ümmü Umâre de Düşmanla Çarpışıyor!

İslam’da kadınlar cepheye gitmez, onlara savaşa katılmak farz değildir. Ancak ihtiyaç olduğunda cephenin arkasında sivil hizmetlerde bulunmak üzere onlar da orduya katılmıştır. Tıbbî hizmet vermek, yemek hazırlamak, askerlere su temin etmek ve dağıtmak gibi görevlerde yer almışlardır. Bu maksatla Uhud savaşına  geri hizmetlerde bulunmak üzere on kadar kadın da katılmıştı.1 Bunlar arasında Ummü Umâre de (Nesîbe Binti Ka’b)  vardı.2

Hz. Nesîbe, bu gazaya yalnız gelmemişti. Kocası Hz. Zeyd İbn-i Âsım ve iki oğlu Habîb ve Abdullah da onunla birlikteydi. Maksadı geri hizmetlerde bulunmaktı fakat harbin seyri Müslümanların aleyhine dönünce iş başa düşmüş, eline kılıç ve kalkanını da almıştı. Savaşın çok şiddetlendiği bir anda Allah Resûlü’ne saldıran bir müşriğe karşı hücum etmiş ve onu atından düşürüp haklamıştı. Sadece kılıç ve kalkan değil gerektiği yerde ok da atmıştı.  O gün harp sakinleşinceye kadar savaşçı bir asker gibi düşmanla dişe diş mücadele etmiş, Efendimiz’in etrafında adeta pervane olmuştu. Ona karşı yapılan birçok hücumu boşa çıkarmıştı. Aldığı yaralarına rağmen bir taraftan çarpışırken diğer taraftan bu istikamette çevresindeki evlatlarını ve askerleri de teşvik etmişti.3

Hz. Nesîbe’nin oğlu Abdullah, annesiyle birlikte Uhud’da yaşadıkları bir olayı şöyle anlatır: “Uhud günü sol kolumdan yaralanmıştım. Beni hurma ağacı gibi uzun boylu bir müşrik askeri yaralamıştı. Allah Resûlü benden yaramı sardırmamı istedi. Annem yakınımdaydı. Yanına gittim ve yanında bulunan sargı bezleriyle yaramı sardı.  Bu esnada Efendimiz de bize bakıyordu.  Annem tedaviyi bitirdikten sonra bana, “Şimdi kalk yavrucuğum ve vuruş!” dedi. Bu tabloyu seyreden Efendimiz, Ümmü Ümâre’ye: “Senin dayandığın bu şeye hangi kadın dayanabilir?” diye takdirde bulundu.4

Bir ara kendisi de İbn-i Kamia‘nın saldırısıyla boynundan ciddi bir yara almıştı.  Bu kez Efendimiz oğlu Abdullah’a annesinin yarasını sarmasını emrederken, “Anne ve babanın makamı, birçok kimsenin makamından daha üstündür.” müjdesini vermiş ve şöyle dua etmişti: “Ev halkınızı Allah mübarek kılsın ve size merhametiyle muamele buyursun.” Bunun üzerine Hz. Nesibe, Peygamberimiz’e, “Ya Resûlallah! Dua eder misin cennette sana komşu olalım!” dedi. Bunun üzerine Efendimiz, ellerini açtı ve: “Allah’ım! Bunları cennette Bana komşu ve arkadaş eyle.” diye dua etti. Heyecanlanan Ümmü Ümâre (radıyallahu anha): “Bu bana yeter Ya Rasûlallah! Artık dünyada başıma ne musibet gelirse gelsin, bir önemi yoktur!” diye karşılık verdi.5

Uhud Sürecinde Kadınlar Konuşuyor: “Rasûlüllah’tan mı Kaçıyorsunuz!”

Beklenmedik saldırı karşısında dağılan Müslüman askerlerin bir kısmı, “Muhammed öldürüldü!” yalanı üzerine, savaşmayı bırakmış ve Medine’ye dönmek üzere yola çıkmıştı. Hatta geri dönenlerin bir kısmı “Melel”‘e bir kısmı da “Şakra” denilen yere kadar gelmişti. Onları Medine’nin girişinde karşılayan bir grup kadın ise yaptıklarının ne anlama geldiğini kendilerine şöyle ifade ediyor ve uyarıyorlardı: “Siz Resûlüllah’tan mı kaçıyorsunuz!?”6

Yine yanına birkaç kadını alıp Uhud’a doğru yola çıkanlar arasında Efendimiz’in dadısı Ümmü Eymen de vardı. Yaşadıkları şokun tesirinde ne yaptıklarının çokta farkında olmayan bu kimselere şöyle diyorlardı: “İşte kirmenler burada! Elinizdeki kılıçları bize verin de siz gelin burada biraz ip eğirin.”7

Hz. Hamza’nın Kız Kardeşi: “Kardeşimin başına gelenler değil mi ki Allah yolunda!”

Uhud’da Müslümanların zafer kazandıktan sonra okçular tepesindeki askerlerin yerlerini terk etmesiyle ciddi bir sarsıntı yaşandığı ve birçok kimsenin şehit düştüğü haberi Medine’ye ulaşmıştı. Bu haber üzerine Hz. Hamza’nın kız kardeşi, Efendimiz’in halası Hz. Safiyye Bint-i Abdilmuttalip de hemen cepheye koşmuştu. Karşılaştığı ilk kimseye Peygamberimiz’den haber sormuş, onun sağ olduğunu fakat kardeşi Hamza’nın şehit düştüğünü öğrenmişti. Halasının Uhud’a geldiği haberini alan Peygamber Efendimiz, oğlu Zübeyr İbn-i Avvam‘a annesiyle ilgilenmesini ve Hz. Hamza’nın parçalanmış cesedinin ona gösterilmemesini tembihledi. 

Hz. Zübeyr koşa koşa gelmekte olan annesini karşıladı ve ona, “Resulüllah, senin geri dönmeni emrediyor.” dedi. Bunun üzerine Hz. Safiyye, onu ne olursa olsun görmek istediğini şöyle ifade etti: “Niye geriye döneyim ki? Ben kardeşimin şehit edildiğini ve ona bir de müsle yapıldığını öğrendim zaten. Değil mi ki o bütün bunları Allah yolunda yaşadı. Bu onun için büyük bir şeref, büyük bir makamdır. Biz Allah yolunda bundan daha fazlasına da uğrasak razı oluruz. Ne olursa olsun Allah için sabreder ve mükafatımı sadece Allah’tan beklerim.” Annesi böyle bir duruş sergileyince Hz. Zübeyr, durumu Peygamberimiz’e bildirdi. Halasının bu metâneti karşısında duygulanan Allah Resûlü, ona “O halde müsaade et, görsün” buyurdu.8

Bunun üzerine Hz. Safiyye, kardeşi Hz. Hamza’nın yanına gelmiş, onu bir müddet seyretmiş ardından da onun için dua ve istiğfarda bulunmuştu. Ayrılırken de “Biz Allah içiniz ve sonunda ona dönüp gideceğiz.”9 ayetini okumuştu.10 Onun bu duruşu karşısında Allah Resûlü, Hz. Hamza’yla ilgili hem ona hem de çevresindekilere şu müjdeyi verdi: “Bana Cibril geldi ve Hamza’nın yedi kat sema ehli arasında Allah’ın ve Resûlü’nün aslanı olarak yazıldığını haber verdi.”11 Bu müjdeyle bir nebze de olsa üzüntüsü dinen Hz. Safiyye göz yaşlarını silerek bir kenara çekildi.

Ensardan Bir Kadın: “Bırakın ölülerimi! Bana Resûlüllah’ı gösterin!”

Müşrik ve münafıkların ittifakıyla dalga dalga yayılan Peygamberimizin öldürüldüğü haberi Medine’ye bir kâbus gibi çökmüştü. Haberi duyan her Müslüman derinden sarsılıyor ve hemen cepheye koşmayı düşünüyordu. İşte bu haberi duyan Ensar kadınlarından birisi de vakit kaybetmeden hemen yola çıkmış ve Uhud’a kadar varmıştı. Şehitler toplanmış ve defin işlemleri için hazırlıklar yapılıyordu. Uhud’a koşa koşa gelen bu isimsiz kahramanın babası, kocası, oğlu ve kardeşi de şehitler arasındaydı. Kendisine teker teker onları gösterdikleri halde o hiç birisiyle ilgilenmemiş ve: “Resûlüllah nerede? Siz, O’nu bana gösterin!” diye sormuştu. Biraz sonra kendisini Efendimiz’in yanına getirdiklerinde ise O’nun elbisesinin ucundan tutmuş ve idrakimizi aşan şu tarihi cümleyi söylemişti: “Anam babam Sana feda olsun Ya Resûlallah! Sen sağ-salim olduktan sonra kim ölürse ölsün, aldırmam!”12

Ümmü Âmir: “Sen hayattasın ya! Artık her türlü musibet bize basit gelir.”

Şehitlerin defninden sonra Allah Resûlü, Medine’ye doğru hareket etmişti. Dönüş yolunda ordusunu durdurmuş ve birlikte dua etmişlerdi. Duadan sonra tekrar hareket etmiş ve Hariseoğulları yurduna, oradan da Abduleşheloğulları’na ve Zaferoğullarına uğramıştı. Hepsi şehitlerine ağlıyorlardı. Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) o esnada, biraz önce defnettiği amcası Hz. Hamza’yı hatırladı ve onlara: “Lakin Hamza’ya ağlayacak kimse yok!” buyurdu. 

Efendimiz’in (aleyhissalatü vesselam) Abduleşheloğulları yurduna geldiği anı anlatan Ümmü Âmir el-Eşheliyye, o gün yaşananları şöyle özetler: “Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) Uhud dönüşü bizim yurdumuza geldiğinde, biz ölülerimiz için ağlıyorduk. Geldiği haberini alınca O’nu görmek için gittik. Üzerinde zırhı vardı. Görünce Kendisine yaklaştım ve ‘Ya Resûlallah! Sen hayattasın ya! Bundan sonra bütün musibetler bize hafif gelir!’ dedim.”13 Daha sonraları bu vefalı ve diğerkam sahabî hanımı ve kabilesini ziyaret eden Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), “Bu evler Ensarın en hayırlılarının evleridir.” buyurur ve onlara dua ederdi.14

Sa’d İbn-i Muaz’ın Annesi: “Ne olursa olsun! Biz Senden Razıyız, Ya Rasûlallah!”

Bu arada Ümmü Sa’d da Peygamberimizi görmek ve konuşmak için O’na doğru ilerliyordu. Peygamberimiz atının üzerindeydi. Sa’d İbn-i Muaz da atının yularını tutuyordu. Annesi yavaş yavaş  yaklaşırken Hz. Sa’d, Efendimiz’e, gelen kimsenin annesi (Kebşe Bint-i Ubeyd) olduğunu söyledi. Efendimiz de “Merhaba ona” dedi.  Yaklaşınca Efendimizi süzdü ve: “Ya Resûlallah! Seni sağ-salim gördüm ya! Bundan sonra her türlü musibet önemsizdir” dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü, kendisine Uhud’da şehit düşen oğlu Amr İbn-i Muaz’la ilgili taziyelerini bildirdi ve şöyle buyurdu: “Ey Ümmü Sa’d, sana müjdeler olsun! Sen de şehitlerin yakınlarına müjde ver ki onların şehitleri cennette birbirine arkadaş oldular. Bir de onlar yakınlarına şefaat edecekler.” Allah Resûlü’nden bu müjdeli haberi alan Ümmü Sa’d, “Biz razıyız Ya Resûlallah! Bundan sonra kim onlar için ağlar ki?”15 derken sevinci yüzünde tebellür ediyordu.

Ancak Ümmü Sa’d sözlerini bununla bitirmedi. Bir isteği daha vardı: “Ya Resûlallah! Şehitlerin geride bıraktığı kimseler için dua eder misiniz?” Peygamber Efendimiz de, “Allahım! Onların üzüntülerini gider. Başlarına gelen musibetin yaralarını sarma imkanları lütfet. Şehitlerin geriye bıraktığı yakınlarının bakım ve görümlerini üstlenen kimselere bol ihsanlarda bulun.”16 diye dua etti. Ardından Allah Resûlü Hz. Sa’d’a hitaben bütün şehit yakınlarına da şu müjdeyi verdi: “Ey Ebu Amr! Senin yurdundan birçok yaralı var. Onların hepsi kıyamet günü yaraları kanıyor bir şekilde haşir meydanına gelecekler. Kanlarının rengi tam kan renginde, yaralarının kokusu da misk gibi olacak.” Efendimiz bu müjdeden sonra bir de şu talimatı verdi: “Yaralı olanlar evinde kalsın ve tedavileriyle meşgul olsun. Beni düşünerek evime kadar benimle gelmesinler.”17

Hz. Sa’d, Peygamberimizin bu isteğini onlara yüksek sesle duyurduktan sonra Allah Resûlü’nün atının önünden çekildi. Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) da silah arkadaşlarıyla birlikte tekrar yola koyuldu. Ancak Sa’d İbn-i Muaz, Peygamber Efendimiz’i evine kadar takip etti ve ondan sonra geriye döndü. Geriye geldiğinde otuz kadar yaralı askerin tedavileri başlamıştı.  Hz. Sa’d evine geçti; ehlini ve Evs’in diğer kadınlarını Peygamber Efendimiz’in evine taziye için gönderdi.18

Hamne Bint-i Cahş: “Yetimine ağlayan anneye özel teselli!”

Peygamber Efendimiz Medine’ye yaklaştığında yolda kendisini karşılayanlar arasında Hamne Bint-i Cahş da vardı. Kendisine kardeşi Abdullah İbn-i Cahş’ın şehit olduğu haberi verildi. O, “Biz Allah içiniz ve sonunda O’na döneceğiz” diyerek istircada bulundu ve kardeşi için istiğfar etti. Sonra kendisine dayısı olan Hz. Hamza’nın da şehit olduğu bildirildi. O yine istircada bulundu ve onun taksiratının affını diledi. Sonra kendisine, kocası Mus’ab’ın şehadeti söylenince, bağırdı ve yüksek sesle ağlamaya başladı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Kocanın, kadının nazarında özel bir konumu vardır” buyurdu.19 Ardından da kendisine, diğerlerine sabrettiği halde kocasının şehadeti haber verildiğinde niçin yüksek sesle ağladığını sordu. Buna karşılık Hz. Hamne, “Ya Resûlallah! Yetim kalan oğlunu düşününce bana çok dokundu.” dedi. Bunun üzerine Efendimiz ona ve oğluna hayır duada bulundu.20

Ensardan İsimsiz Bir Kadın: “O, hayattaysa gerisine aldırmam!”

Medine’de bekleyen kadınlardan bir grup, Efendimiz’in hayatta olup olmadığı ile ilgili haber gecikince bir araya gelmiş ve haber almak için yola düşmüşlerdi. Yolda, iki şehidini deveye yüklemiş Medine’ye doğru gelen bir kadınla karşılaşmışlardı. Kendisine bunlar kim diye sorduklarında o, “Bunlar kocam ve oğlum.” diye cevap vermiş ve ardından kadınlara şu soruyu sormuştu: “Bilginiz var mı? Acaba Resûlüllah ne durumda?” Onlar da “Hayatta olduğunu işittik ama biz de haberi tahkik etmeye gidiyoruz.” karşılığını vermişlerdi. Bunun üzerine kadın, “O hayattaysa gerisine aldırmam. Zira Allah, bazı kullarını şehitleri olarak huzuruna alır.” dedi. Aradan çok geçmedi ki kadının bu yaklaşımı, ayet olarak Allah Resûlü’ne nazil oldu: “Eğer siz Uhud’da bir yara aldıysanız bilin ki o topluluk da benzeri bir yara almıştı. Allah’ın gerçek müminleri ortaya çıkarsın ve uğrunda şehitleri olsun diye o günleri biz insanlar arasında döndürüp duruyoruz. Allah zalimleri sevmez.”21

Peygamber Efendimiz’in Dert Ortağı Kadınlar

Dönüş yolunda Efendimiz’in “Lakin Hamza’nın ağlayacak kimsesi yok.” beyanını duyan Ensar kadınları, Mescid-i Nebevî’nin kapısının önünde toplanmış ve akşam namazından sonra Peygamber Efendimiz’in yatsı namazı için çıkacağı ana kadar Hz. Hamza için göz yaşı dökmüşlerdi. Peygamberimiz (aleyhissalatü vesselam) yatsı namazı için çıktığında gecenin üçte biri geçmişti. Ağlama seslerini duyunca bunun ne olduğunu sormuştu. Kendisine durum izah edilince onların yanına gitmiş ve kendilerine teşekkür ederek şöyle buyurmuştu: “Allah size rahmetiyle muamele etsin. Ben bunu kastetmemiştim. Yeteri kadar taziyede ve tesellide bulundunuz. Zaten Ben sizi ilk günden beri hep dost ve dert ortağı olarak buldum. Allah sizden ve evlatlarınızdan razı olsun. Şimdi yurtlarınıza dönebilirsiniz.”22 Peygamberimizin bu konuşmasından sonra geceleyin geç saatte yurtlarına dönen Ensar kadınları, artık o günden sonra kendi şehitlerinden önce Hz. Hamza için ağlamayı, daha sonra ise kendi şehitleri için gözyaşı dökmeyi adet haline getirmişlerdi.

Sonuç

Risaletin ilk gününden itibaren Allah ve Resûlü’nün davasının görünmeyen, bilinmeyen kahramanlarıdır kadınlar. Kıyamete kadar da öyle olacaktır. Zira cihangirleri analar/kadınlar yetiştirir. Büyük ruhlar, bir toplumun ihtiyaç duyduğu/duyacağı abide şahsiyetler, ilk önce hep anaların elinde şekillenir. Evladı için gerekirse canını vermesini bilen analar, gerektiğinde mukaddes davaları için de can vermeyi bilen yüce ruhları yetiştirir. Evlatlarının vicdanına bu büyük fedakârlık aşısını yapabilen analardır ki, liyakatimiz olmadığı halde bugün omuzlarımıza konulmuş mukaddes emanetin istikbalini garanti altına alacaktır. Dolayısıyla tarihin hangi döneminde olursa olsun, taşıdığı mukaddes yükün farkında olan Müslüman bir kadının, yaşanılan derin sarsıntılar, acılar ve kayıplar karşısında duruşu, Uhud’un ardından Rabbin rızasını arayarak dimdik duran Ensar ve muhacir kadınlarından farklı olmayacaktır. Tıpkı ilkler gibi onlar da “Değil mi ki yaşananlar/çekilenler Allah yolundadır. Her şeyimiz O’na feda olsun. Ne yaşarsak yaşayalım, biz Rab olarak Allah’tan, din olarak İslam’dan, Resûl olarak Hz. Muhammed Mustafa’dan razıyız! Yeter ki onlar, bizden razı olsun!” diyecek ve büyük bir ümitle geleceğe yürüyeceklerdir.

Yazar: Dr. Selim Koç

Dipnot:

  1. Bkz. Buhari, Meğazî, 18; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, VII/510-512
  2. Hz. Ümmü Ümâre, Uhud’dan başka, Hudeybiye, Hayber, Huneyn ve Yemâme gazalarına da katılmıştır.
  3. Bkz. İbn Kesîr, el-Bidâye, IV/41
  4. İbn sa’d, Tabakât, X/307
  5. İbn sa’d, Tabakât, X/308
  6. Vâkidî, Kitabu’l-Meğâzî, I/241
  7. Vâkidî, A.g.e. I/241-242
  8. İbn Hacer, el-İsâbe, s.1912
  9. Bakara, 2/156
  10. İbnu’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, s., 1543; İbn Kesîr, el-Bidâye, IV/49
  11. İbn Hişam, es-Sîre, III/44
  12. Sâlihî, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşad, IV/335
  13. Vâkıdî, A.g.e, I/269
  14. İbn Hacer, el-İsâbe, s. 2015
  15. Vakıdî, A.g.e, I/269
  16. Vakıdî, A.g.e, I/269
  17. Vakıdî, A.g.e, I/269
  18. Vakıdî, A.g.e, I/269, 270
  19. İbn Hişam, es-Sîre, III/46
  20. Sâlihî, Sübülül-Hüda, IV/334; İbn Kesîr, el-Bidâye, IV/55
  21. Âl-i İmran Sûresi, 3/140. Bkz. Sâlihî, Sübülü’l-Hüda, IV/335
  22. Bkz. İbn Hişam, es-Sîre, III/46-47; Vâkıdî, A.g.e, I/270
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.