Huneyn Harbi ve Yaşanan Hadiseler

904

Şevvâl ayının onuncu gününün akşamı Huneyn’e gelinmişti; günlerden salı idi! Hevâzinlilerin lideri Mâlik İbn Avf da, üç atlısını görevlendirmiş ve farklı yönlere göndererek keşif yapmalarını istemişti.

Resûlullah ve ashâbına muttali olan Hevâzin casuslarının, kumandanları Mâlik’in yanına geri döndüğünde renkleri atmıştı. Korkudan tir tir titriyorlardı! Durumlarından endişelenen Mâlik onlara:

– Yazıklar olsun size! Bu hâliniz de ne, diye sordu.

– Vallahi de bizler, alaca atlar üzerinde beyaz giysili adamlar gördük, diye başladılar sözlerine. Allah’a yemin olsun ki, şu anda gördüğün hâle düşmekten kendimizi alamadık; zira bizler, yeryüzünde yaşayan insanlarla değil, sanki yedi kat sema ehliyle savaşa hazırlanıyoruz! Şâyet bizi dinlersen; kavminle birlikte hemen geri dönersin! Çünkü, yarın insanlar da bizim gördüklerimize muttali olunca aynı hâle dûçâr olacak ve onların da elleriyle ayakları tutuşacak!

Adını koyamadıkları bir manzaraydı; Bedir, Uhud ve Hendek’te olduğu gibi yine melekler gelmiş ve Allah Resûlü’ne destek olması için düşmanın gözüne hafifçe gözüküvermişlerdi! Ancak Mâlik’in canını sıkan sözlerdi bunlar ve önce onlara:

– Canınız Cehennem’e korkak herifler, dedi. “Meğer sizler, ne de korkak askerlermişsiniz!” diye de ilave ediyordu. Kendince bir tedbir alarak bu üç askeri hapsettirip diğerlerinin de moralini bozmamaları için onları kimseyle görüştürmedi. Bu sefer de:

– Aranızdan kahraman birisini bana gönderin, diye seslendi. Çok geçmeden aradığı adamı huzuruna getirmişlerdi. Mâlik, onu da aynı maksatla gönderecekti! Ancak sonuç, öncekilerden farksızdı; o da gidip gelmişti. Aynı şeyleri tekrar edip tir tir titriyor, gördüğü manzarayı tasvir edip geri dönmelerini tavsiye ediyordu! Ancak bunların hiçbiri Mâlik’i yolundan çevirmeye yetmeyecekti ve gecenin geç saatlerinde askerlerine emir vererek vadinin iki tarafına dağılıp gizlenmelerini, savaş başlayıp da Müslümanlar kendilerine doğru gelinceye kadar da buradan çıkmamalarını tembih ediyordu. Maksadı, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashâbı çember içine alarak ani baskınla yok etmekti!

Sabahın erken saatleriyle birlikte Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de ashâbını savaş düzenine sokmuş, sancak ve bayrakları sahiplerine vermişti. Üzerinde iki zırhla bir miğfer ve kalkan olduğu hâlde onlara hitap ederek beyaz katırının üzerinde ashâbını cihada teşvik ediyor, dişlerini sıkıp da sebat ettikleri taktirde Allah’ın kendilerine zafer vereceğinin müjdesini veriyordu.

Artık ordu harekete hazırdı ve Huneyn vadisine doğru akmaya başlamıştı! Bu sırada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), yine ashâbının arasına giriyor ve safları teker teker dolaşarak yol gösteriyordu.

Bir aralık kulağına:

– Bugün asla biz, sayı azlığından dolayı mağlup olmayız, diye bir söz gelmişti. Mekke ve Medine ehli yan yana gelip omuz omuza vermiş, artık mağlubiyet yüzü görmeyeceklerini düşünmeye başlamışlardı.

Hâlbuki nice sayıca az ordular, kendilerinden sayıca çok daha fazla ve daha güçlü orduların üstesinden gelmişti ve buna, Bedir’den itibaren bugüne gelinceye kadar Hicâz da şahit olmuştu! Nusret, her zaman Allah’ın inâyetiyle doğru orantılıydı; O’nun aziz kıldığını zelil edecek kimse olmadığı gibi zelil kıldığını aziz hâle getirecek bir güç de olamazdı! Önemli olan, inâyet-i ilahiyeye güvenip, bir kul olarak yapılması gerekli olanları yerine getirdikten sonra da Allah’a tevekkül etmekti ve işte Allah Resûlü, böyle bir yanlış telakki karşısında çok rahatsız olmuştu. Anında sesin geldiği yöne döndü. Âdeta bakışlarıyla söylenilenlerin yanlışlığını ortaya koyuyor ve ashâbı arasındaki bir hatayı tashih ediyordu.

Gerçekten de bu, tashih edilmesi gereken bir düşünceydi; zira muvaffakıyet, kesret-i etba ile değil ihlas ile mümkündü. Nihâyet Huneyn vadisine doğru bu inişte hiç beklemedikleri bir tuzakla karşı karşıya kalacaklardı. Önceki savaşlarda olduğu gibi safların yan yana gelip de artık savaşın başlayacağını düşündükleri bir sırada vadinin iki tarafından çekirge sürüsü gibi askerler akın etmiş ve İslâm askerlerini ateş çemberi içine alıvermişlerdi! Ortada ne mübâreze ne de karşılıklı sözlü atışma vardı! Bugün Hevâzin, genel savaş kriterlerini bir kenara bırakmış, yiğitçe vuruşma yerine tuzak kurarak kestirmeden sonuca gitmeyi düşünmüştü. İslâm ordusu henüz kılıcını çekmemişti ve zaten önde gidenlerin çoğunu da, galibiyeti garanti gören Mekkeli toy delikanlılar oluşturuyordu; çoğunun elinde silah bile yoktu veya olsa da savaşmak için yeterli değildi. Etrafına dönüp de sağına soluna bakan herkes, dört bir yanının düşman askerleriyle dolup taştığını görüyordu. Zira Hevâzinliler, cepheye gelirken yanlarına aldıkları kadınlarını da develere bindirmişlerdi ve onları da arka saflarda savaş düzeninde tutuyor, yine yanlarına aldıkları koyunlarla develeri de Müslümanların üzerine doğru salıyorlardı.

Huneyn’de ürperten bir manzara vardı ve bu hengâmede önden giden süvari birlikleri sarsılmış ve çareyi geri çekilmekte bulmuşlardı. Onları, ganimet beklentisiyle orduya katılan Mekkeliler takip ediyordu! Bu manzara, diğer insanların da moralini bozmuş ve Müslümanlar adına Huneyn’de, hiç beklenmedik bir çözülme başlamıştı! Belli ki bu, sayılarına güvenmenin bir neticesiydi!1

Hatta bu arada fırsat kollayıp da kargaşa içinde Efendimiz’i öldürmek isteyenler vardı; Nadîr İbn Hâris onlardan biriydi. Mekke ileri gelenleriyle birlikte Hevâzin’e doğru yola çıkmış ve İslâm ordusunda görülebilecek en küçük bir zaaf anında saf değiştirerek karşı tarafa geçmeyi planlamışlardı. İşte şimdi, onların bekledikleri bu fırsat ellerine geçmişti ve Nadîr de Efendimiz’i öldürmek için fırsat kolluyordu! Bu sırada Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bineğini mahmuzlamış müşriklerin üzerine doğru yürüyordu. Arkadan yanına yaklaşıp da kılıcını kaldıracağı sırada:

– Hey, sen! Olduğun yerde kal, diye bir ses duydu. Bu ses onkadar derinden geliyordu ki, yüreğine işlemiş ve korkudan titremeyenbaşlamıştı. Zira sesin geldiği yöne doğru dönüp baktığında karşısında, Bedir’deki gibi beyaz tenli adamlar görüyordu! Nadîr’in elinkolu tutulmuştu; kendisinde adım atacak takat bile bulamıyordu! Anlamıştı; öldürmeye yeltendiği şahıs, Allah tarafından korunan venmeleklerle müeyyed kılınan Resûlullah’tı ve kılıcını kınına koyduğu gibi oradan ayrılıp kayıplara karışacaktı.

Bu arada musibeti ikileştiren sözler de dolaşıyordu; Müslüman olmadığı hâlde ganimeti garanti gördüğü için orduya katılan veya henüz İslâm’ı olduğu gibi sindirme fırsatı bulamamış olanlar:

– Bugün büyü bozulmuştur; bu iş burada biter, türünden sözler sarf ediyor ve diğer insanların da moralini bozuyorlardı. Bu sözler, henüz müşrik olduğu hâlde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ile birlikte Huneyn’e kadar gelen ve gelişmeleri uzaktan seyretmeyi tercih eden Safvân İbn Ümeyye’yi bile kızdırmıştı; yanına koşup da:

– Müjdeler olsun; Muhammed ve arkadaşları hezimet yaşıyor! Vallahi de artık ebediyen ayağa kalkamazlar, diye seslenince yerinden kalkmış ve haberi getiren üvey kardeşi Kelde İbn Hanbel’e tepki olarak:

– Kes sesini ve çeneni kapa, diye bağırmıştı. “Sen bana, çöl bedevilerinin zafer haberini mi getiriyorsun! Vallahi de ben, Hevâzinli birisinin ökçesi altında yaşamaktansa Kureyşlinin bana efendi olmasını tercih ederim!”

Bunları söylerken burnundan soluyordu ve Resûlullah’ın mağlup olmasını istemiyor ve içine sindiremiyordu. Durumu tetkik için de, yanına kölelerinden birisini çağıracak ve:

– Git bakalım; şu anda meydanda ne türlü parola hâkim, diyerek onu savaş meydanına gönderecekti. Bu sırada sağ taraftan bir ses yükseliyordu:

– Ey insanlar! Bana doğru gelin! Ben Allah’ın kulu ve Resûlü’yüm; bunda yalan yok! Ben, Abdulmuttalib’in oğlu Muhammed’im! Etrafında yüz civarında ashâbının kaldığı Huneyn’de, yeniden maya tutacak bir çıkıştı bu ve Sultanlar Sultanı, sadece ashâbına seslenmekle kalmıyor, beyaz katırının üzerinde düşmanın üzerine doğru hamle yaparak ashâbına yol gösteriyordu! O kadar ki, Eendimiz’in bineğinin dizginlerini tutan Hz. Abbâs ile diğer yanında O’ndan ayrılmamaya and içmiş amca oğlu Ebû Süfyân İbn Hâris kan ter içinde kalmıştı! Diğer yandan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Rabbiyle münasebetini de ihmâl etmiyor ve savaşın yeni kızıştığı bu demlerde ellerini kaldırıp:

– Allah’ım! Nusretinle imdadımıza yetişip Senin Bana vadettiklerin hatırına muzafferiyet ihsan et! Allah’ım! Onlar karşısında bize mağlubiyet yaşatma! Allah’ım! Şâyet aksi olursa bundan sonra yeryüzünde Sana ibadet eden kimse kalmaz. Allah’ım! Hamd sadece Sana takdim edilir, sıkıntı veren hâller Sana arz edilir ve yardım da sadece Senden dilenilir, diye dua ediyordu. Bu sırada Cibril-i Emîn’in inşirah veren sesi duyuldu:

– Önünde deniz ve arkasında da Firavun olduğu gün, deniz yarılıp da dalgalarından kurtulduğunda Allah’ın Hz. Musa’ya öğrettiği kelimelerle O’na dua ettin, diyordu. Resûl-ü Kibriyâ’ya inşirah veren cümlelerdi bunlar ve aynı zamanda sahil-i selamete ulaşılacağınınnmüjdesini ihtiva ediyordu. Ancak yine de esbaba tevessülde kusur gösterilmemeliydi ve bu manada iş, sanıldığından da ciddiydi. Efendiler Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem), yanında bulunan Hz. Abbâs’a dönüp:

– Ey Abbâs, diye seslenecekti. “Ensâr topluluğuna seslen; “Ey Hudeybiye’de ölümüne söz verenler! Ey Bakara sûresinde cömertlik ve misafirperverliği anlatılanlar! diye onlara nida et!”

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), emreder de Hz. Abbâs buemri yerine getirmez miydi hiç! Artık Huneyn vadisinde onun gür sesi yankılanıyordu:

– Ey Ensâr! Ey Semûre halkı! Ey Bakara ashâbı!

Benzeri bir uyarıyı Abdullah İbn Mes’ûd için de yapmış:

– Ensâr ve Muhâcirler nerede, diyerek onları çağırmasını istemişti.

İbn Mes’ûd gibi bu sesi dalga dalga yayanlar da, o gün Hz. Abbâs’a eşlik ediyordu:

– Ey Ensâr topluluğu! Ey Hazreçliler! Anam babam size feda olsun; Resûlullah’ın bulunduğu yerden hiç kaçılır mı, diyor ve arkasını dönüp de geri çekilenleri davet ediyordu. Gerçekten de bu maya tutmuştu; bu çağrıyı duyan herkes:

– Lebbeyk yâ Resûlallah! Hepimiz Seninle birlikteyiz, deyip, kovanına dönen arılar gibi er meydanına koşuyor ve Resûlullah’ın sesini duyan her sahabî geri dönüp düşmanın üzerine yürüyordu. Bunu gören Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):

– İşte esas savaş şimdi başladı, buyuracaktı. Hâlâ bineğinin üzerinde düşman üzerine doğru ilerliyordu. Bu minval üzere devam ederken eğilerek yerden bir avuç çakıl taşı alarak düşmanın üzerine savuracak ve:

– Yüzler kara olsun! Hâ-Mîm! Onlar, asla nusret yüzü görmesinler! Muhammed’in Rabbi adına hepiniz yerle bir olun, diye dua edecekti. Sanki her bir taş, kükremiş bir küheylan gibi düşmanın üzerine yürüyor ve onlar da bunu, karşı konulamayacak bir ordu gibi görüyorlardı.

Yeniden düşmanın üzerine yürüyen ashâb o gün, Resûlullahkadar cesaretli ve O’nun gibi korkusuzca düşman üzerine yürüyen bir başkasına daha şahit olmayacaktı!
Resûlullah çizgisine gelinmişti ya, artık üzerlerinde tarifi imkânsız bir huzur, başka yerde bulamayacakları kadar engin bir itminân vardı. Daha önceki kritik noktalarda olduğu gibi yine üzerlerine sekine inmiş ve savaş meydanının sıkıntılarını bütünüyle unutup gitmişlerdi!

Bu arada semada büyük bir gök gürültüsü kopmuş ve bu gürültünün hâsıl ettiği korku, düşmanı can evinden vurmuştu. Semadan vadiye doğru yayılan bir sevkiyat vardı; Allah (celle celâluhû), beş bin melekle mü’minlerin kuvve-i maneviyesini takviye etmek için görünmeyen ordular göndermişti. Bölük bölük geliyor, başlarına sardıkları sarıklarının ucunu omuzlarından sarkıtarak düşmanın kalbine korku salıyorlardı! Hatta o gün Hevâzinlilerden, bu korkunun tesiriyle arkasına bile bakma cesareti bulamadan kaçıp Tâif kalelerine sığınanlar vardı! Aynı zamanda Efendimiz’in avucuna alıp da attığı çakıl taşlarının her biri, sanki müşriklerden her birinin gözüne isabet etmiş ve bu sebeple onlar, önlerini bile göremez hâle gelmişlerdi.

Gözü kara Mâlik ve Hevâzin ordusu için artık zaman, hezimet zamanıydı; geçici bir dağılmanın ardından şimdi karşılarında balyoz gibi başlarına inen bir ordu vardı ve çareyi kaçmakta buluyorlardı.

Bu sırada Safvân İbn Ümeyye’nin gönderdiği köle de yanına gelmiş ve meydandaki parolanın:

– Yâ Benî Abdirrahmân! Yâ Benî Ubeydillah! Yâ Benî Abdillah, olduğunun haberini getirmişti. Zira o gün bunlar, İslâm mücâhidlerinin parolası idi. Bunun üzerine Safvân:

– Muhammed galip geldi; çünkü bunlar, onların savaş meydanındaki parolası idi, diyerek rahat bir nefes alacak ve teselli olacaktı.

Bir aralık Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), arkasına dönecek ve:

– Ey Şeyb! Bana yaklaş, diye seslenecekti. Bu sözden Şeybe İbn Osman’dan başka kimse bir şey anlamayacaktı; zira o sırada arkasında, O’nu öldürmek için yanına sokulmaya çalışan Şeybe İbn Osman vardı. Sağından yaklaşmış, Hz. Abbas’ı aşmaya cesaret edememiş ve sol tarafından saldırmayı düşününce de burada bulunan Ebû Süfyân İbn Hâris’ten fırsat bulamamıştı! Tek çare olarak arkasından yaklaşarak ansızın saldırıp babasıyla amcalarının intikamını almak istemişti ama bu sırada önünde, şimşek gibi çakan alevler yükselivermiş ve kılıcı elinde kalakalmıştı. Eliyle gözünü kapatıyor ve korkudan geri geri gidiyordu! Zira alaca atlar üzerinde hiç tanımadığı süvarileri görmüş ve korkusundan yüreğinin yağı erimişti.2

Resûlullah’a yaklaşıp da artık O’na herhangi bir kötülük yapamayacağını ve buna bir başkasının da muktedir olamayacağını anlamıştı; çünkü Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ilahî inâyet altında korunuyordu! Buraya kadar, yeryüzünde herkes Müslüman olsa bile kendisinin böyle bir tercihte bulunmayacağını düşünen Şeybe İbn Osman için vakit gelmiş gözüküyordu ve kendisini çağıran Efendiler Efendisi’nin yanına doğru ilerlemeye başladı. Resûlullah, önce mübarek ellerini Şeybe’nin göğsüne koydu, sonra:

– Allah’ım! Ondan şeytanı uzaklaştır, diye dua etti. Şeybe İbn Osman, çoktan erimeye başlamıştı. İçinde fırtınalar kopuyordu ve başını kaldırdığında artık Resûlullah’ı, kendisi için en değerli şeylerden daha fazla seviyordu! O da öldürmek için gelmişti ama şimdi kendisi yeniden diriliyordu, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) tekrar seslendi:

– Ey Şeybe! Haydi, şimdi küffârla savaş!

Bu ne büyüklük, bu ne müsâmaha ve bu ne güvendi! Bir anda, insan sarrafı Gönüller Sultanı’nın elinde en katı kalpler bile muma dönüveriyordu. Üstelik bu kişilerO’nu müdafaa adına karşı tarafa hücûm edip kılıç sallıyordu!

O gün savaş meydanında işin ölçüsünü kaçıranlar da vardı; bazıları, eli kılıç tutan ve karşılarına gelen kadınlarla çoluk çocuğa da kılıç sallıyor, onları da hedef alıyorlardı. Hâlbuki daha önce de bir kadının öldürüldüğünü görmüş, ashâbından birisini Hâlid İbnVelid’e göndererek, savaş bile olsa kesinlikle kadınlarla çocuklara dokunulmamasını tembih etmişti. Şimdi aynı muamelelerle karşı karşıyaydı ve bunu gören Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’den hemen uyarı geldi; düşman ordusuna yardım etmek için savaş meydanına gelmiş olsalar da masum insanlara dokunulmasını istemiyordu ve:

– Şu insanlara ne oluyor ki, çoluk çocuklarına varıncaya kadar onları öldürmeye kalkışıyorlar! Dikkat edin ve sakın ola ki onların çoluk çocuklarını hedef alıp da kimse onlara ilişmesin, diyordu.

Bunu duyan Üseyd İbn Hudayr:

– Yâ Resûlallah, diye seslenecekti. “Onlar müşriklerin çocukları değil mi?”

Bununla o, müşriklerin çoluk çocuğunun yarın karşılarına yine müşrik olarak çıkacağını ima ediyor ve öldürülmelerini normal karşıladığını ifade etmek istiyordu.
Belki de daha sonra gelecekler için Efendiler Efendisi’nin bu mevzudaki düşüncesini kendi ağzından istikbale aktarmak istiyordu. Huneyn vadisi yine nebevî celâle şahit oluyordu; hiddetinden boyun damarları kabaran Allah Resûlü ona:

– Sizin en hayırlılarınız da, müşriklerin çocukları değil mi, diye seslendi. Demir leblebi gibi sözlerdi bunlar ve bunu duyanlar, can evlerinden vurulduklarını hissediyorlardı; zira orada, babası müşrik olarak vefat ettiği hâlde en önde koşturan birçok sahabî vardı ve Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), yine kitabın ortasından konuşmuştu! Arkasından şunları ilave etti:

– Dünyaya gelen her canlı, tertemiz bir fıtrat üzere doğar ve dili dönünceye kadar da o hâl üzere kalır; onu Hristiyan veya Yahudi yapan ise onun anne ve babasıdır!

Sultan-ı Rusül Efendimiz’e kahramanlığını anlata anlata bitiremedikleri bir adamın yaralandığı haberi getirilmişti:

– O, Cehennem ehlindendir, buyurdu.

İçlerine bir kurt düşmüştü; savaş meydanlarında bu kadar kahramanlık gösteren bir adam nasıl Cehennemlik olabilirdi! Ancak haberi veren Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) olduğuna göre bunun mutlaka bir anlamı vardı ve adamı yakın takibe aldılar. Akıllarına, Uhud günü intihar eden Kuzmân geliyordu. Nihâyet Kuzmân gibi bu adam da, ağrıları dayanılmaz hâle gelince sadağından çıkardığı bir oku karnına saplayarak intihar edecekti. Bir çırpıda Resûlullah’ın huzuruna gelip durumu haber verdiklerinde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), yanına çağırdığı Hz. Bilâl’e:

– Cennet’e sadece mü’min olanlar girecektir; unutmayın ki Allah (celle celâluhû), bu dini fâcir bir adamla da teyid eder, diye ilan ettirecekti.

Artık Hevâzin ordusunun işi bitmişti; liderleri olan Mâlik İbn Avf, adamlarından bazılarıyla birlikte kaçıp Tâif’e sığınmak zorunda kalmış, arkada kalanlar da Müslümanlara esir olmuştu. Aynı zamanda Huneyn vadisi, kızıl deve, sürüler hâlinde koyun ve diğer hayvanlarla doluydu; sair kıymetli eşyalar da cabasıydı! Bu manzaraya şahit olan ve o âna kadar tereddüt yaşayan Mekkelilerden pek çoğu, savaş sırasında gördükleri inâyet karşısında ve Allah Resûlü’nün muzafferiyetine şahit olunca gelecek ve Müslüman olacaktı! Zira Allah adına hareket eden süvariler, Lât ve Uzzâ peşinde ömür tüketenlere galip gelmiş ve onlara, akıllarına bile getirmedikleri bir hezimet yaşatmışlardı!

Esir ve Ganimetler

Artık savaş bitmiş; kaçan kaçmış ve büyük bir çoğunluk da esir alınmıştı. Çoluk çocuk ve ellerindeki bütün mâmelekleriyle birlikte Huneyn’e gelen Hevâzinliler, arkada bir servet bırakıp gitmişti; savaş meydanından toplanan mallar arasında, yirmi dört bin deve, kırk binden daha fazla koyun ve dört bin ukıyye civarında da gümüş vardı! Altı bin de esir alınmıştı ve Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) yine, kadınlar konusunda ashâbını uyarıyor ve onlara dokunulmaması gerektiğini söylüyordu. Kendi paylarına düşen birer esir bile olsalar, çocuğunu doğuruncaya kadar hamile kadınlara istibra-i rahim sayılan iddet müddeti geçinceye kadar yaklaşılmasını men ediyordu. zira o gün gelen Cibril-i Emîn de aynı şeylerin haberini getirip Allah Resûlü’ne bundan sonraki uygulama hakkında bilgi ulaştırmıştı.3 Esirlerle meşgul olması için Ebû Süfyân’ı4 tavzif eden Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), ganimet mallarının organizasyonu için de Mes’ûd İbn Amr’ı görevlendirecek ve elde edilenlerin hepsini Ci’râne’ye taşımalarını tembih ederek, kendisi geri dönünceye kadar onlara hiç müdahale etmemelerini emredecekti. Ashâbına dönecek ve:

– Ey insanlar, diye seslenecekti. “Allah’ın ganimet olarak size bahşettiği şeylerden beşte bir dışında, bir iğne kadarını bile almak Bana helal değildir; beşte bir de yine size geri dönmektedir! Bu sebeple, elinizde ganimet malı olarak iğne veya iplik ne varsa onların hepsini getirin; sakın ha, zimmetinize ganimet malı geçirmeyin; çünkü o, bunu yapan için kıyamet gününde büyük bir utanç vesilesidir!”

Efendimiz’den bunları duyanlar, Hayber günü işittikleri uyarıları hatırlıyor ve taksimatı yapılmadan önce ganimet malından bir iplik bile almaktan ictinab ediyorlardı. Ancak askerler arasında o güne şahit olmayanlar da vardı ve küçük de olsa bir kısım eşyayı almış, şahsî hakkı olarak görmeye başlamıştı. Hz. Ali’nin kardeşi Akîl de onlardan birisiydi. Hanımının yanına döndüğünde kılıcından kan damlıyordu; kadın ona:

– Bugün müşriklerle savaştığın belli; peki onlardan ganimet olarak ne elde ettin, diye sorunca o da, elindeki iğneyi uzatarak bununla söküklerini dikebileceğini söylemişti. Ancak az sonra dışarı çıkıp da Allah Resûlü’nün münâdisinin sesini işitince beyninden vurulmuşa dönecekti; zira o, iğne iplik bile olsa, taksimi yapılmadan alınan malların geri getirilmesini ilan ediyordu! Ashâb hassasiyetiydi ve koşarak hanımının yanına gelip:

– Vallahi, senin o iğnen de elinden gitti, diyerek onu hanımından aldığı gibi gidip yerine teslim etti.


Dipnot:

  1. Bkz. Tevbe sûresi, 9/25, 26, 27
  2. Bu atlıları gördüğünü söylediğinde Efendiler Efendisi’nin ona, “Ey Şeybe! Onları sadece kâfir olanlar görür!” dediği ve Şeybe İbn Osman’ın, bundan sonra Müslüman olduğu da anlatılmaktadır. Bkz. İbn Kesir, Sîre, 3/632, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 4/381; Zehebî, Tarihu’l-İslâm, 1/325.
  3. Bkz. Nisâ, 4/24
  4. Esirler konusunda görevlendirilen sahabînin, Büdeyl İbn Verkâ olduğu da ifade edilmektedir. Bkz. Belâzurî, Ensâbu’l-Eşraf, 1/161
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.