Rahmetin Kuşatıcılığı ve Sonuna Kadar Açılan Af Kapısı

352

Bugüne kadar gelen ayetlere ve Efendiler Efendisi’nin beyanlarına bakıldığında, azab-ı ilâhinin dehşeti kadar rahmetinin enginliği de, mü’minler arasında müteâref bir meseleydi. Ancak bunu, herkes eşit oranda kavrayamamıştı. Bilhassa Kur’ân ve Sünnet gibi iki temel kaynaktan uzak kalanlar veya henüz yeni Müslüman olanlar, hem geçmiş günlerde işledikleri hataların baskısıyla mahcubiyet yaşıyor hem de azab-ı ilâhiden duydukları endişeyi iliklerine kadar hissediyorlardı. Gerçi Efendiler Efendisi, Müslümanlığı tercih etmekle birlikte İslâm’ın, geçmişe ait ne kadar cahilce hareket var ise, bunların bütününü temizlediğini ifade ediyordu.1 Ancak, vicdan denilen mekanizma sürekli devreye giriyor ve samimi Müslümanları bile, eskiye ait kareleri hatırlatarak rahatsız ediyordu. Zaten sahabenin genelinde, önceki hayatına kefaret olacak yeni atılımlar yapma gayreti hâkimdi ve bu sebeple, geçmişte işledikleri hataları temizleyip affettirme yarışı içine giriyorlardı.

Az dahi olsa bazı insanlar da, işin gerçek yönünü anlayacak gibi olmuşlar; ama bir türlü iman safına geçememişlerdi. Bir de, putlara tapmakla adam öldürmenin ne denli bir günah olduğunu duymuşlardı, kabuklarını kırıp da bir türlü imanın kuşatıcı limanına sığınıp hatalarından sıyrılamıyorlardı. Açıktan açığa şeytan, suret-i haktan görünerek sağ taraftan yaklaşmış ve iman adına yumuşayan kalplerinin önüne, imansız dönemde yaşadıkları kötülükleri çıkararak onların hayra yönelmelerine engel oluyordu. Mazilerine şöyle bir göz attıklarında, sabahlara kadar içip eğlendikleri, eğlenirken de nice ırza musallat olup namus çiğnedikleri akıllarına geliyor, içten içe birer kuruntu halinde şunları düşünüyorlardı:

– Muhammed, putlara tapan ve haksız yere bir adamı öldürenin bağışlanmayacağını söylüyor. Durum böyle iken bizler, nasıl olur da iman eder ve hicretle Medine’ye göçebiliriz? Halbuki biz, Allah’tan başka putlar önünde serfurû edip kullukta bulunduk ve Allah’ın haram kıldığı bir başkasının hayatına da kastettik!

Diğer tarafta ise, Ayyâş İbn Ebî Rebîa, Hişâm İbnü’l-Âs ve Velîd İbnü’l-Velîd gibi bazı insanların, Müslüman oldukları halde önlerine engeller çıkarılmıştı ve hicret etmelerine müsaade edilmiyordu. Hatta bunun da ötesinde, ciddi baskı altında tutuluyorlar ve dinlerinden dönmeleri için işkenceye tâbi tutuluyorlardı. Bu sürece dayanamayıp da müşriklerin dayatmalarına ‘evet’ deme durumunda olanlar için mü’minler, üzüntü duyuyor ve artık onların, iflâh olamayacaklarını sanıyorlardı. Hatta diyorlardı ki:

– Allah (celle celâluhû), asla ve hiçbir zaman bunların tevbelerini kabul edip bağışlamaz!

İşte böyle bir ortamda yine Cibril-i Emîn gelmiş, rahmet kapısından ümit bekleyenlerin hepsinin de gönüllerine su serpmek için Efendimiz’e şu ayeti tebliğ ediyordu:

– Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! Allah dilerse bütün günahları affedip mağfiret eder; çünkü O, çok affedici Gafûr, merhamet ve ihsanı fazla Rahîm’dir.2

Bizzat Allah (celle celâluhû), kullarına umut dağıtıyor ve ne türlü bir günah içinde olurlarsa olsun insanların, yeniden kapısına geldiklerinde elleri boş dönmeyeceğini anlatıyordu.

Sahabe, vefa insanıydı; nasıl olmasın ki onlar, Ehl-i Vefa’nın dizinin dibinde terbiye görmüş, dünyaya da vefa dersi veriyorlardı. Hz. Ömer de öyle yapacaktı; bu ayetleri duyunca, Kubâ’ya kadar kendisine yol arkadaşı olduğu halde Ebû Cehil’in tuzağına düşerek geri dönen ve Mekke’de işkence altında tutulan Ayyâş İbn Ebî Rebîa ile daha Mekke’de iken yolları tutulup da bir türlü hicret imkânı bulamayan Hişâm İbnü’l-Âs, Velîd İbnü’l-Velîd ve onlar gibi aynı durumda olan insanlara bir mektup yazacak ve bu mektubunda bu ayetten de bahsederek kuvve-i maneviyelerini takviye etmeye çalışacaktı. Zira, böyle bir imtihan içinde bulunanları, yalnız bırakmamak ve beslenme kaynakları itibariyle sürekli yanlarında olmak gerekiyordu.

Hz. Ömer’in yazdığı mektubun kendilerine ulaştığı mihnet altındaki bu insanlar, yeniden kendilerine gelecek ve her şeye rağmen kapının kendilerine açık olduğunu görerek Medine’ye hicret yolu araştıracak ve günün birinde buna da muvaffak olacaklardı. Mektubu okuyunca hemen kalkıp Zîtuvâ denilen yere gelen Hişâm, o gün yaşadığı sevinci anlatacak cümle bulmakta zorlanacak ve devesine atladığı gibi doğruca Medine’nin yolunu tutacaktı.3


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz

Dipnot:

  1. Bkz. Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân, 16/168
  2. Zümer, 39/53
  3. Vâhidî, Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, s. 384, 385
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.