Önce dede ardından amca himayesi

395

Dede Abdulmuttalib’in himayesi

Hz. Âmine’nin vefat edip de Efendiler Efendisi’nin öksüz kalışı, herkes gibi Abdulmuttalib’i de üzmüştü. Artık torunu Muhammed’e, anne ve baba yokluğunu hissettirmeyecek sıcaklıkta bir sevgi gösteriyor ve onun üzerine titriyordu. Kâbe’nin gölgesinde kendisi için kurulan bir sedir vardı ve insanlarla burada buluşup konuşur, Mekke’ye ait işleri buradan deruhte ederdi. Kendi oğulları dahil kimse, saygılarından dolayı bu sedirin üzerine oturamaz; insanlar etrafında halka oluşturarak yerde oturmayı tercih ederlerdi. Mekke’de bu prensibi delip uygulamayan, sadece gürbüz bir delikanlı vardı: Abdullah’ın emaneti Muhammed. Gelir ve dedesinin yanına oturur; sarığının arkasından tutarak onu çekerdi. O’nun bu hareketine mâni olmak için yeltenenlere karşılık Abdulmuttalib:

– Benim oğulcuğumu kendi haline bırakın, ilişmeyin O’na. Allah’a yemin olsun ki, O’nun geleceği çok parlak, durumu çok ciddi, der, sırtını sıvazladıktan sonra da yanı başına oturturdu.1 Belli ki, O’nun bu türlü davranışları, Abdulmuttalib’in de hoşuna gidiyor ve geleceği adına büyük ümitler beslediği torununa kimsenin ilişmesine gönlü razı olmuyordu.

Bir gün Abdulmuttalib, yanındaki Kureyş heyetiyle birlikte Yemen’e gitmişti. Bu sırada Habeşistan’da melik olarak, yıllar öncesinden meşhur kâhinler Şıkk ve Satîh’in haberini verdikleri Seyf İbn Zî Yezen vardı. Melik, Abdulmuttalib’i karşısında görünce, onunla daha yakından ilgilenmeye başlamıştı. Bu durum, herkesin dikkatini çekmişti ve herkes sebebini anlamaya çalışıyordu. Nihayet Seyf, yalnız kaldıkları bir fırsatı değerlendirerek Abdulmuttalib’i karşısına aldı ve ona şunları söylemeye başladı:

– Ey Abdulmuttalib! Ben sana, bana ait hususî ilmimden bir kısım sırlar vereceğim. Bunu senden başkasına da söyleyecek değilim. Konunun seninle ilgili olduğunu görüyor ve onun için bunları sana söyleme lüzûmunu hissediyorum. Senin şahsında ben, O’nun doğuşunu görüyorum. Allah izin verinceye kadar bunlar, senin yanında gizli kalsın ve sakın kimseye açma. Şüphe yok ki, kendi aramızda sır gibi sakladığımız ve kimseyi muttali kılmadığımız derin ilimlerin arasında ve saklı kitapların sayfaları içinde büyük bir hayrın, önemli bir hadisenin gerçekleşeceğini görüp duruyoruz. Bu hayır ve önemli hadisede, genel olarak bütün insanlığın; özel olarak da senin içinde bulunduğun heyetin, şeref ve fazileti, bilhassa da senin şeref ve faziletin gizli.

Melikin anlattıkları Abdulmuttalib’i de heyecanlandırmıştı. Ancak adam, henüz söyleyeceklerini söylemiş görünmüyordu. Onun için Abdulmuttalib:

– Peki bu ne, diye sordu. Melik şunları söyledi:

– Tihâme’de bir çocuk dünyaya gelecek ve o çocuğun iki omuz küreği arasında bir alâmet olacak. Bundan böyle imamet de artık bu çocuğa ait olacak. Kıyamete kadar sizin reisiniz O olacak. İşte bu zaman, O’nun dünyaya gelip de ortaya çıkma zamanı. Adı Muhammed’dir. Baba ve annesi vefat edecek ve O’nu himayesine dede ve amcası alacaktır. Vallahi de bizler aramızda, hep O’nun gelişini konuşup duruyoruz. Allah, O’nu açıktan gönderecek ve bizlerden de O’na yardımcılar seçecektir. O’nun yanında yerini alanlar O’nunla aziz olacak; karşı çıkıp da düşmanlık edenler zelil olacaklardır. İnsanlardan gelecek tehlikelere karşı Allah O’nu koruyacak ve yeryüzünü O’nun için fethe açık kılacaktır. O, Rahman’a kulluk vazifesiyle dolu, şeytanî düşünceden alabildiğince uzaktır. O’nun gelişiyle ateşperestlik ortadan kalkacak ve putlara tapma da tarih olacaktır. O’nun sözü, son sözdür… Adaletle hükmeder… İyiliği emreder ve onu kendisi de yerine getirir; kötülükten insanları uzaklaştırır ve kendisi de kötülüğün kökünü kurutma gayreti içindedir. Şu süsleri içindeki kutsal ev Kâbe’ye and olsun ki sen, O’nun dedesisin ey Abdulmuttalib! İnan, bunda yalan yok… Sana anlattıklarımdan umarım anlaman gerekeni anlamışsındır ve mesaj yerine ulaşmıştır.

Bu kadar açık tarif, elbette ki Abdulmuttalib tarafından da anlaşılmıştı. Zaten onun, daha önceden de bildikleri vardı. Bunun için önce başını salladı. Üzerinde yılların ağırlığını taşıyan bir hâl vardı. Büyük bir yük ve sorumluluğun altında olduğunu gösteren bir tavırla şunları söyledi:

– Evet, ey melik! Benim bir oğlum vardı; o benim çok hoşuma gidiyor ve üzerine de tir tir titriyordum. Onun için onu, kavmim arasındaki en kerim kız olan Vehb’in kızı Âmine ile evlendirdim. Âmine bir erkek çocuk dünyaya getirdi ve adını Muhammed koydum. Ancak O’nun babası ve ardından da annesi vefat etti. O, şimdi benim himayem ve amcasının himayesi altında.

İşin burasında Seyf devreye girdi ve:

– İşte, benim de sana demek istediğim buydu. O’nu iyi koru ve O’na düşman olan bazı hasetkâr din adamlarının şerrinden O’nu muhafaza et! Gerçi onlar, asla O’na bir zarar veremeyeceklerdir. Şayet bilsem ki ölüm, O’nun gelişine kadar bana müsaade edecek, gider bütün asker ve ordumla birlikte Medine’ye yerleşir ve orada beklemeye dururdum. Çünkü ben, kitab-ı nâtık ve ilm-i sâbıkta Medine’nin, O’nun işinin yerleşeceği yer, yardımcılarının mahalli ve kabrinin de mekanı olacağını görüyorum.2

Yemen’deki işlerini de bitirmiş ve Mekke’ye geri dönmüşlerdi. Seyf İbn Zî Yezen’in anlattıkları, Abdulmuttalib’in zihnini sürekli meşgul ediyordu. Belki, dışarıdan bakanlar bunun farkında değillerdi; ama onun dünyasında hep, torunuyla ilgili hülyalar, yarını adına karşılaşacağı lütuf ve sıkıntılar tüllenip duruyor ve bunları düşünmekten bir türlü kendini alamıyordu.

Kendi halkı kadar, dışarıdan gelen insanlar için de Abdulmuttalib bir çözüm merciiydi. Onun için zaman zaman dışarıdan da bazı heyetler gelir ve onun himmetine müracaat ederlerdi. Yine böyle bir gün Müdlicli birkaç bilge Mekke’ye gelmişti. Belli ki, Hz İsa’nın izinden yürüyen bu adamlar da, Seyf İbn Zî Yezen gibi O’nun geleceğinden haberdar idiler. Zira, Kâbe’ye doğru ilerlerken karşılarına çıkan bir delikanlıya takılmıştı gözleri… Hayranlıkla O’nu seyrediyorlar ve şaşkınlıklarını ifade etmekten de kendilerini alamıyorlardı. Hızlarını alamadılar ve yanına yaklaşıp daha çok tanımak ve kendisiyle de konuşmak istediler. Ümmü Eymen durumu fark etmişti ve bu kadar ilgiden rahatsızlık duyarak müdahale etmek istedi:

– Dokunmayın o çocuğa!

Adamlar, yabancı bir beldede yanlış bir hareket yapmış olmanın hacaletiyle irkildiler önce ve geri adım attılar. Ancak meraklarını giderecek bazı sorular sormadan da edemediler. Aralarından birisi atıldı ve:

– Bu kimin çocuğu, diye sordu. Babanın olmadığı yerde amca ve dede, baba hükmünde değerlendirilirdi. Ümmü Eymen de bu maksatla cevap verdi:

– Abdulmuttalib’in.

Tanıdıkları bir isimdi. Mekke’nin reisiydi. Zaten onlar da Abdulmuttalib’i ziyarete gelmişlerdi. Onu nerede bulabileceklerini sordular. Adres Kâbe’yi gösteriyordu.

Çok geçmeden Abdulmuttalib’i Kâbe’nin avlusunda, sedirinin üzerinde buldular. Selam ve muhabbetin ardından sözü, yolda gelirken gördükleri çocuğa getirdiler ve sordular:

– Bugün güzel bir çocukla karşılaştık. Yanındaki kadın, bu çocuğun sana ait olduğunu söyledi.

– Evet, o benim oğlum.

– Hayır, olamaz, dedi biri.

– Olamaz; zira bu çocuğun babası, daha O doğmadan vefat etmiş olmalı, diye de ilave etti.

Adamların bir bildiği vardı ve daha açık konuşmak gerekiyordu. Yemen’deki melik gibi bunlar da bir şeyler biliyor olmalıydı. Bu sebeple Abdulmuttalib:

– Evet, o benim oğlumun emaneti; yani torunum, dedi.

Şimdi olmuştu. Zihinlerini kemiren şüphe de ortadan kalkmıştı. Gördükleri her şey, bu çocuğun bekledikleri Zat olduğunu anlatmaktaydı. İçlerinden birisi atıldı:

– Bu çocuğun ayak izleriyle, Makam-ı İbrahim’deki izler aynı. Yani bu, İbrahim soyundan geliyor. Yüzündeki güzellik… gözlerinin rengi… Seciye ve duruşundaki duruluk… Karakterindeki ululuk… Hele iki omuzu arasındaki işaret, bu çocuğun Beklenen Nebi olduğunu söylüyor.

Bir başkası devam etti:

– Biz, İsmailoğullarından gelecek ve Peygamberlerin sonuncusu olacak bir Nebi’nin sıfatlarını kitaplarda okuyup duruyoruz. Bu malûmata göre, o Nebi’nin zuhûr edeceği yer de burası, yani Mekke’dir.

Bu sırada yetim Muhammed de dedesinin yanına gelmişti. Gözler yine O’nun üzerinde yoğunlaşmış, nazarlar İnsanlığın Emini’ni süzer olmuştu. Aralarından birisi Abdulmuttalib’in kulağına eğildi ve:

– Ancak bu çocuğu iyi koruman lazım, dedi ve ilave etti:

– Zira, Beklenen Nebi’nin bu çocuk olduğunu, hasetkâr bazı din bilginleri anlarsa –ki onlar da bu çocuğun geleceğini iyi bilmektedirler– O’na bir kötülük yaparlar.3

Abdulmuttalib, şimdi daha bir derin düşünüyordu; zira, biraz kitap karıştırıp din adına derinleşen herkes, Abdullah’ın emaneti Muhammed’in Beklenen Nebi olduğunu biliyordu; ama hepsinin de müşterek bir endişesi vardı: O’nu hasetkâr din adamlarının şerrinden koruyamamak. Demek ki Abdulmuttalib için, böyle bir mesuliyet daha vardı.

Bu sıralarda İnsanlığın Emini sekiz yaşını biraz geçmişti. Abdulmuttalib de artık yaşlanmış ve dünyaya veda etmek üzereydi. Bir gün yanına, diğer bir oğlu olan Ebû Tâlib’i çağırdı. Olanca vakar ve ciddiyetle karşısına almış; ona şunları söylüyordu:

– Bu oğlumun şân ve şerefi pek yüce olacaktır ve O, benim sana bir emanetimdir.4

Ve çok geçmeden, seksen iki yaşlarındaki Abdulmuttalib de vefat etti. Dedesinin de Hakka yürüdüğü haberini alan İnsanlığın Emini, cansız bedeninin yanı başında durmuş; şefkat kanatlarıyla kendisini görüp kollayan dedesinin üzerine gözyaşı döküyordu.5

Belli ki kader, baba ve annesinden sonra dedesi Abdul­muttalib’i de yanından alarak, bütün insanlığın beklediği Son Nebi’nin yüzünü, sadece Rabb-i Rahîm’in şefkat ve merhamet kapısına yöneltiyor ve böylelikle, O’ndan gelecek vahyi kendi duruluğu içinde alabilecek bir şuuraltı müktesebatın oluşmasını murad ediyordu. Madem O, insanlığın halaskârı idi, öyleyse anne ve baba bile olsa bir beşerin yönlendirmesinden ziyade, doğrudan mülk ve melekûtun Sahibi tarafından terbiye edilmeli idi. Zaten Efendiler Efendisi için hadiseler, hep bu merkezde cereyan ediyordu.

Amca Ebû Tâlib’in himayesi

Belki Ebû Tâlib, fakirdi; kendisini iğna edecek servete de sahip değildi. Ama onun, yeğenine açtığı şefkat kucağı, her türlü şartta kendini gösterecek; mal ve mülkle çözülemeyecek meseleler böylelikle çözümlenecekti. Zira evlerine, Muhammedü’l-Emîn geldiğinden beri ayrı bir bereket yaşanıyor; aile fertleri arasında da çok farklı bir huzur yayılıyordu. Hatta, O’nun sofrada olmadığı demlerde karınları doymadan kalkmak zorunda kalan ev halkı, O’nunla birlikte yedikleri yemeğin arttığına şahit oluyorlardı. Onun için Ebû Tâlib, kendi çocuklarından daha çok sevdiği Muhammedü’l-Emîn olmadan sofraya oturmak istemiyor ve otururken de, O’nu yanı başına almaya gayret ediyor, başka kimseye göstermediği şefkat ve alâkayı O’na gösteriyordu.

Aynı zamanda Muhammed, yaşıtlarının çok fevkinde bir olgunluk gösteriyor ve asla yokluğu problem etmiyordu. Açlık veya susuzluktan dolayı herhangi bir şikayetini duyan olmamıştı. Gidip zemzemden içiyor ve birileri ikramda bulunmak istediğinde, arzu etmediğini, zira karnının tok olduğunu söylüyordu.7

Ebû Talib, kardeş emaneti ve baba vasiyeti olduğu için de, gözünü onun üstünden eksik etmiyor; yatarken yanı başında sabahlıyor ve dışarı çıkarken de onunla beraber çıkmayı tercih ediyordu. Ona göre her bilge, aynı noktada uyarı yaptığına göre mutlaka bunun bir hakikati vardı ve işi ihtimallere bırakmamak gerekiyordu.8

Kureyş’in gençleri gibi Ebû Tâlib de ticaretle uğraşıyordu. Zaman zaman yeğeni Muhammed’i de yanına alıyor ve O’nu da geleceğe hazırlamaya çalışıyordu. Bu sırada O, on iki yaşlarındaydı. Efendiler Efendisi, Mekke’de kaldığı zamanlarda Ecyâd taraflarına gidiyor, buralarda koyun otlatıyordu.9 Böylelikle tecrübe kazanıyor, hayatın her alanında malûmat sahibi oluyordu.

Bir gün Ebû Tâlib, Şam taraflarına gitmek üzere hazırlıklara başlamıştı. Bunu duyan yeğeni Muhammed, boynunu bükmüş ve kendisinin de amcasıyla beraber gitme arzusunu dile getirmişti. Ebû Tâlib’i duygulandıran bir tabloydu bu ve:

– Vallahi de O’nu almadan gitmeyeceğim; bundan sonra ne ben O’ndan ayrı kalacağım ne de O’nun benden uzak kalmasına müsaade edeceğim, diye ahdetti. Onun bu ahdini duyan Efendiler Efendisi’nde ayrı bir sürur hakimdi. Ticaret için ilk defa Mekke dışına çıkacak, hangi şehirlerden geçecek, kim bilir kimlerle tanışacak ve yol boyunca kim bilir ne türlü olaylara şahit olacaktı…


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.

Dipnot:

  1. İbn Sa’d, Tabakât, 1/118
  2. İbn Hacer, İsâbe, 2/134, 135; Halebî, Sîre, 1/187
  3. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2/272
  4. Suyûtî, Hasâisu’l-Kübrâ, 1/90
  5. Bkz. İbn Sa’d, Tabakât, 1/119; Semânî, Ensâb, 1/57. Abdulmuttalib vefat ettiğinde yaşının yüz on olduğunu söyleyenler de vardır. Bkz. Aynı eser.
  6. Yıllar sonra Hz. Ali’nin annesi Hz. Fâtıma vefat ettiğinde Allah Resûlü (s.a.s.) hanelerine şeref verecek ve üzerindeki cübbeyi Hz. Fâtıma’nın üstüne örtecek, kabre de bizzat onu kendisi indirecekti. Başkalarına yapmadığı böyle bir davranışın sebebini soranlara da; “Ebû Tâlib’den sonra bana onun kadar iyilik yapan olmadı. Onun üstüne cübbemi, cennet libaslarından giyinsin diye örttüm ve mezarına da, hesabını kolay versin diye kendim indirdim.” cevabını verecekti. Bkz. Süheylî, Ravdü’l-Ünf, 1/112; İbn Abdilberr, İstîâb, 1/369, 370
  7. Bkz. Kâdı İyâz, Şifâ, 1/729, 730
  8. Bkz. İbn Sa’d, Tabakât, 1/119, 120
  9. Bkz. Buhâri, Sahîh, 2/247, 248; Müslim, Sahîh, 6/125; İbn Mâce, Sünen, 2/727; İbn Sa’d, Tabakât, 1/125, 126
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.