Mukaddes Izdırap ve Gönül Süruru

820

Resûl-i Ekrem Efendimiz için göz aydınlığı ve gönül süruruna vesile olan İnşirah sûresinin ve bilhassa bu sûre-i celîlede beyan buyrulan “şerh-i sadr” meselesinin günümüz mü’minleri için ifade ettiği mânâlar nelerdir?

Esbab-ı nüzul açısından bakıldığında, İnşirah sûresinin, Duhâ sûresinin akabinde nazil olduğu anlaşılmaktadır. Duhâ sûresinin son âyetinde ise Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitaben: وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ “Habibim! Şimdi gel Rabbinin nimetini anlat da anlat!”[1] buyuruyor. Bu âyet-i kerimede, bir taraftan Allah Resûlü’nün vahiyle serfiraz kılınma gibi geçmişte nail oldukları nimetlerin beyanı, diğer taraftan da inşirah-ı sadr (gönlün açılıp genişlemesi; darlık ve sıkıntıdan genişlik ve feraha kavuşması; huzur, sükûn, itminan ve inbisata ermesi) gibi daha sonra nail olacağı nimetlere önemli bir referans bulunmaktadır.

Bildiğiniz üzere, Duhâ sûresinin nüzulünden önce vahiy bir süre inkıtaa uğramıştı. Aslında bu ilâhî icraatta, Cenâb-ı Hakk’ın, İki Cihan Serveri’ne (aleyhissalâtü vesselâm) ifade ve ifaze etmek murad buyurduğu hususlar vardı. Öncelikle, kıblenin tahvilinde olduğu gibi, Allah Resûlü’nün, ıztırar ve ihtiyaç içindeki ruh hâletiyle başını göklere dikip beklemesi, bekleyip Allah’ın teveccühüne nail olması ve neticede Rehber-i Ekmel Efendimiz’in kazandığı o liyakat üstü liyakatin herkese duyurulup gösterilmesi hususu vardır. Allah Teâlâ, vahyin kesildiği ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhissalâtü vesselâm) dîk-ı sadra maruz kaldığı böyle bir dönemde Duhâ sûresini inzal buyurmak suretiyle, Habib-i Kibriya’sı üzerinde pek çok nimeti olduğunu hatırlatmış ve daha sonra indirdiği İnşirah sûresiyle de bu nimetlerin en önemlilerden birisi olan inşirah-ı sadr müjdesini vermiştir.

Stres ve Anguaz Değil, Mukaddes Izdırap

İnşirah-ı sadr mevzuu, sadece bu sûrede değil, Kur’ân-ı Kerim’de daha başka yerlerde de geçmektedir. Meselâ En’âm sûre-i celîlesinde şöyle buyrulur:

فَمَنْ يُرِدِ اللهُ أَنْ يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلْإِسْلاَمِ وَمَنْ يُرِدْ أَنْ يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا “Allah, iradesini iyiye kullananlardan kimin hidayetini murad ederse, onun kalbine açıklık bahşeder, inşirah verir, İslâmiyet’e karşı akıcı hâle getirir, gönlünde itminan yaratır ve o insanı huzura kavuşturur. İradesini kötüye kullananlardan da kimin dalâletini murad ederse, o insanın gönlünü göğe çıkıyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar, sıkar ve kalaklar içinde çırpınır hâle getirir.”[2] Aynı husus başka bir yerde ise şu şekilde ifade edilmektedir: أَفَمَنْ شَرَحَ اللهُ صَدْرَهُ لِلْإِسْلَامِ فَهُوَ عَلٰى نُورٍ مِنْ رَبِّه “Allah’ın kalbini İslâm’a açtığı kimse Rabbinden bir nur üzere değil midir?”[3] Demek ki, Allah’ın bir insanın sadrına inşirah verip kalbini açması onun için çok önemli bir nimettir.
İşte Cenâb-ı Hak, İnşirah sûresinde, أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ “Biz, Senin sineni açıp ruhuna genişlik vermedik mi?”[4] buyurmak suretiyle, Kur’ân mübelliği olan Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi efdaluttahiyyât ve ekmelütteslîmât) sadrına inşirah verdiğini ve böyle bir inşirahla O’nun hakkında ne denli büyük bir hayır murad buyurduğunu haber vermiş olmaktadır.
Fakat inşirah-ı sadr meselesinin doğru anlaşılması için öncelikle, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi ufku, kendi seviyesi itibarıyla muvakkaten yaşamış olduğu dîk-ı sadr yani gönlün sıkışması meselesinin doğru anlaşılıp doğru değerlendirilmesi gerekir.

Hemen ifade etmeliyim ki, dîk-i sadr mevzuunu, –hâşâ–, Efendiler Efendisi’nin stres veya anguaz türünden bir hâlet-i ruhiyeye maruz kaldığı şeklinde düşünüp değerlendirmek kesinlikle doğru değildir. Evet, değil İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) ben sıradan bir mü’minin bile stres, anguaz gibi ruh hâlleri yaşayacağına inanmıyorum; inanmıyorum çünkü stres ve anguaz gibi şeyler Allah’a, haşr ü neşre, kadere, her şeyin Allah tarafından takdir edilen bir plana göre cereyan ettiğine inanmayan rehbersiz insanların maruz kaldıkları/kalacakları iç sıkıntı ve tedirginlik ruh hâlleridir. Efendiler Efendisi’nin (aleyhissalâtü vesselâm) yaşadığı ise, hak duygusunun o muzdarip gönülde hâsıl ettiği heyecan ve hafakandan, bâtıl duygu ve düşüncesine karşı koyma cehdi ve gayretinden başka bir şey değildir.

İştiyakla Beklenen Vahiy Sağanağı

Vahyin inkıtaa uğradığı böyle bir dönemde Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi muhasebe ufku açısından, içine, “Acaba vahyin kesilmesini netice verecek bir şey mi yaptım?” veya benzeri bir mülâhaza gelmiş olabilir. Diğer taraftan müstesna bir yaratılışa sahip bulunan Peygamber Efendimiz (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh) insanlığı kurtarma adına vahiy sağanağına, o semavî sermaye ve donanıma öyle ihtiyaç duyuyordu ki, onsuz yollarda yürünemeyeceğini, onsuz insanlara tam mânâsıyla bir şeyler anlatılamayacağını ve onsuz insanların gözünün hakikate açılamayacağını çok iyi biliyordu.

Evet, fetanet-i uzma sahibi Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhissalâtü vesselâm) kendi büyüklüğü nispetinde bu hususun şuurundaydı. Bu açıdan da, senelerce üzerlerine yağmur yağmayan insanların istiska duasında gözlerini semaya dikip yağmur bekledikleri gibi, O da Cenâb-ı Hak’tan sürekli mahz-ı rahmet olan vahiy sağanağını bekliyordu. Hem öyle bir iştiyakla bekliyordu ki, bir gün Cebrail’e (aleyhisselâm) şöyle demişti: “Ey Cibril! Bizi (şimdiki mutad) ziyaretinden daha çok ziyaret etmene engel olan nedir?”[5] Bunun üzerine şu âyet-i kerime nazil olmuştu: وَمَا نَتَنَزَّلُ إِلَّا بِأَمْرِ رَبِّكَ “Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz.”[6]

Sûrenin devamında وَوَضَعْنَا عَنْكَ وِزْرَكَ الَّذِۤي أَنْقَضَ ظَهْرَكَ “Senin belini çatırdatan o ağır yükünü üzerinden indirmedik mi?”[7] buyruluyor ki, âyette geçen “vizr” ifadesini mânevî bir yük ve sorumluğunun ağırlığı şeklinde anlayabiliriz. Yani Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ), insanlara yol gösterip rehberlikte bulunması vazifesiyle tavzif edilmişken, en önemli sermayesi olan vahyin, kendisine tattırılan bu semavî nimetin kesilmesi hakikaten dîk-ı sadra vesile olabilecek bir husustu. Öyle ki bir taraftan insanlığı kurtarma ve onlara yol gösterme mesuliyeti ve bu mesuliyetin sırtı çatır çatır çatlatan ağır sorumluluk yükü vardı. Diğer taraftan kendisi için bir kuvve-i mâneviye, sırtını dayayabileceği sağlam bir dayanak; başkalarını kurtarma yolunda, bir fener, bir ışık kaynağı, bir projektör konumunda bulunan vahy-i semavinin kesilmesi endişesi bulunuyordu. İşte bütün bunların sinesini daralttığı bir zamanda, Allah (celle celâluhu), bu âyet-i kerimelerdeki temsilî ifadeyle, o ağır yükleri kaldırdığını beyan buyurmuştur.

Nimet-Şükür Salih Dairesi

Bir sonraki âyet-i kerimede ise: وَرَفَعْنَا لَكَ ذِكْرَكَ “Nam-ı celîlini, yâd-ı cemil yapacak şekilde yükselttik ha yükselttik.”[8] ifadeleriyle nimetler silsilesindeki ayrı bir nimet zikredilmiş, ayrı bir tebşirde bulunulmuştur. Allah (celle celâluhu), Peygamber Efendimiz’i her hamlesiyle farklı bir lütuf ve ihsana mazhar kılmıştır. İki Cihan Serveri (aleyhi ekmelüttehâyâ), her bir nimet karşısında şükürle gerilip gürlemiş, hamd ü senâ duygularıyla dolup dolup boşalmıştır. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak da O’nun üzerine sağanak sağanak rahmetini indirmiş, her defasında farklı bir rıza ufkuna erdirmiş ve ilâhî hoşnutlukla ayrı bir inşiraha ulaştırmıştır.

Evet, öyle bir salih daire oluşmuştur ki Cenâb-ı Hak, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) içine inşirah saçmış, O Şeref-i Nev-i İnsan ve Ferid-i Kevn ü Zaman da bu inşirahı O’na ulaşma istikametinde değerlendirmiştir. Böylece sûrenin sonunda ifade edildiği gibi, “usür”de “yüsür”ü yaşamış, zorlukları kolaylıkla aşmış; “yüsür”de de “usür”leri aşma adına metafizik gerilimle dolmuş, ferağdan iştigale, iştigalden ferağa yönelmiş; bütün bunların mukabilinde Cenâb-ı Hak da, O Ferid-i Kevn ü Zaman’ın içine inşirah çağlayanları akıtmıştır. Bu inşirah hâli, Peygamber Efendimiz’de yeni bir azim, yeni bir cehd, yeni bir gayret ve yeni bir heyecan uyarmış; bunun karşılığında O da, bu heyecanın hakkını vermiş ve hayatında hiçbir boşluğa yer vermeden, bütün bir ömür boyu tasavvurlar üstü bir gayret, bir performans, bir kulluk ortaya koymuştur.

Benzer bir mukabeleyi, İnşirah sûresinden önceki iki sûre olan Duhâ ve Leyl sûrelerindeki ilgili âyetlerde de görebiliriz. Şöyle ki, Cenâb-ı Hak, Leyl sûresinin son âyetinde: وَلَسَوْفَ يَرْضٰى “Yakında o razı olup hoşnutluğa erecek[9] buyurmaktadır. Bu âyeti, Duhâ sûresinde geçen, وَلَسَوْفَ يُعْطِيكَ رَبُّكَ فَتَرْضٰى “Doğrusu Rabbin, sana vereceklerini öyle bir verecek ki, hem O’ndan hem de verdiklerinden tam razı olacaksın.”[10] âyet-i kerimesiyle beraber düşündüğümüzde, karşılıklı mukabeleyi görebiliriz. Evet, Allah (celle celâluhu) razı olursa insanın içinde de rıza duygusu şahlanır. Diğer yandan, bir insan esbab-ı adiye planında iradesiyle rıza-yı ilâhî peşinde olur, Cenâb-ı Hak’tan gelen her şeyi gönül hoşnutluğuyla karşılarsa, Allah da (celle celâluhu) o insandan razı olur.

Kendine Hitap Ediyor Gibi Oku

Meselenin bize bakan yönüne gelince: Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi ufku seviyesinden yaşadığı muvakkat bir sıkıntı ve müdayakadan sonra inşirah-ı sadra nail olmuştu. Bizler de maruz kaldığımız değişik sıkıntı, hafakan, kırgınlık hatta köpürme ve taşkınlıklarımızda –ki bütün bu zaaf ve boşluklar bizim için söz konusudur, mezkûr hâllerin İnsanlığın İftihar Tablosu hakkında kesinlikle düşünülemeyeceğini biraz önce ifade etmiştik– bir uzaklaşma ve kopukluk yaşayabiliriz. Mânevî hayatımızda bir inkıta olabilir, iç âlemimiz ışıksız, karanlık bir atmosfere bürünebilir.

İşte böyle bir zamanda, Allah’ın lütf u inayetiyle eğer hâlâ çizgimizi koruyabiliyor ve dönüp tekrar Cenâb-ı Hakk’a teveccühte bulunabiliyorsak, zılliyet planında biz de inşirah-ı sadra mazhar olabiliriz. Allah (celle celâluhu) bizim sadrımıza da inşirah verir, kalbimizi açar, gönlümüzü coşturur ve bizi yeniden şahlandırır. Hani, vasıta sahiplerinin kullandıkları benzini bitirip tükettikten sonra bir istasyona yanaşıp depolarını yeniden benzinle doldurdukları gibi, Cenâb-ı Hak da enerjileri bitip tükenen hakikat yolcularının vasıtalarını semavî bir enerji ile yeniden doldurur.

Dolayısıyla rahatlıkla diyebiliriz ki, asliyet planında Efendiler Efendisi (aleyhissalâtü vesselâm) için söz konusu olan inşirah-ı sadr meselesi, zılliyet planında ümmet-i Muhammed için de her zaman söz konusudur. Zira O (aleyhissalâtü vesselâm), hangi sofraya oturmuş, Allah’ın hangi nimetlerinden istifade etmişse, gözü o sofrada olan peyrevlerini de o nimetlerden mahrum bırakmamış, onlar için de kapıyı ardına kadar açık bırakmıştır.

Evet, hepimizin Cenâb-ı Hak’tan böyle bir istek ve dilekte bulunmaya hakkı vardır. İsterseniz bu isteğinizi, “Allahım أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ sûresinin sırrıyla beni serfiraz kıl!” şeklinde ifade edebilirsiniz. Eğer ısrarla bu şekilde duaya devam ederseniz, öyle inanıyorum ki, Allah da (celle celâluhu) hakikatleri kavrama, değerlendirme, analiz ve sentez yapma, tahlil ve terkipte bulunma mevzuunda size fevkalade istidatlar bahşeder.

Ancak bu tür bir mazhariyete nail olmak için ilmî bir altyapının olması da çok ciddi bir önem arz eder. Zira, Allah (celle celâluhu) insanların bilgi ufku ve o ufuk istikametinde talep edilenlere göre lütufta bulunur, nimet bahşeder. Meselâ bir çoban kendi iş ve meşguliyeti çerçevesinde böyle bir talepte bulunursa, onun bu türden isteklerine karşı Cenâb-ı Hak da ona, koyunlarını nerede güdeceği, otlak yerleri ve temiz suları nerede bulabileceği, sürüsünü yırtıcı hayvanlara kaptırmamak için alması gereken tedbirlerin neler olduğunu ve benzeri hususları ilham eder.

Buna karşılık bir ilim erbabı da, mârifetullah ve muhabbetullah istikametinde dua ve talepte bulunmuşsa, Cenâb-ı Hak da, o şahsın elde ettiği ilim ve müktesabatı, onun için bir meşale, fener ve projektör yapar ve ona hakikate giden yolları açar, gönlünü irfanla doldurup dilinden hikmet pınarları akıtır. Bundan dolayı, her bir mü’min İnşirah sûresini kendisine hitap ediyor gibi okumalı; okuyup ondaki esrarı duyup hissetmeye çalışmalıdır. Yoksa günümüzde yaşayan bir mü’min, ezelden gelip ebede giden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ı, geçmişte bir dönem indirilmiş ve sırf o dönemin insanlarını muhatap alan bir kitap nazarıyla ele alır; onu mütalaa ve müzakere ederken sadece geçmişteki âlimlerin dediklerini mütalaaya koyulursa, Kur’ân’ın hep başkalarıyla alâkasını görür ve farkına varmadan kendisini onun o ışıktan atmosferinden dışlamış olur. O hâlde bize düşen Fatiha sûresinden Nas sûresine kadar baştan sona bütün Kur’ân-ı Kerim’i asliyet planında olmasa da zılliyet planında kendimize hitap ediyor gibi okuyup mütalaa etmektir.


Dipnotlar:
[1] Duhâ sûresi, 93/11.
[2] En’âm sûresi, 6/125.
[3] Zümer sûresi, 39/22.
[4] İnşirâh sûresi, 94/1.
[5] Buhârî, tefsîru sûre (19) 2; Tirmizî, tefsîru sûre (19) 4.
[6] Meryem sûresi, 19/64.
[7] İnşirâh sûresi, 94/2-3.
[8] İnşirâh sûresi, 94/4.
[9] Leyl sûresi, 92/21.
[10] Duhâ sûresi, 93/5.

Yazar: M. Fethullah Gülen, Cemre Beklentisi

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.