Mücâhede, Sabır ve Mükâfat

914

Uhud Gazvesi hakkında nâzil olup mücâhede ve sabırın nasıl olması gerektiğini ve mukâfatını bizlere bildiren Âl-i İmrân Sûresi, 144-148. âyetlerini günümüze bakan yönüyle nasıl anlamalıyız?

Âl-i İmrân Sûresi, 144-148 . âyetlerde Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmaktadır:

“Muhammed, sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Şimdi O ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse, Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır. Allah’ın izni olmadan hiçbir kişi ölemez. (Ölüm), belirli bir süreye göre yazılmıştır. Kim dünya sevâbını (menfaatini) isterse, kendisine ondan veririz; kim âhiret sevâbını isterse, kendisine ondan veririz, şükredenleri mükâfatlandıracağız. Nice peygamber (gelip geçmişti ki), kendileriyle beraber birçok âlimler çarpıştılar; Allah yolunda başlarına gelenlerden yılmadılar, zayıflık göstermediler. Allah sabredenleri sever. İşte onların sözü; “Rabbimiz, bizim günahlarımızı ve işimizde taşkınlığımızı bağışla, ayaklarımızı (yolunda) sağlam tut, kâfir topluma karşı bize yardım et.” demelerinden başka birşey değildi. Allah da onlara, hem dünya karşılığının, hem âhiret karşılığının en güzelini verdi. Çünkü Allah, güzel davrananları sever.”

Uhud Gazvesi

Bu âyetler; nüzulü itibarıyla Uhud Gazvesi’nde geçici bir süre için çözülen sahabeye geçmişten bir ibret için inmiştir. Ama, umumiyetine bütün Müslümanlar dahildir. Rabbimiz, bize daha önce geçen peygamberler ve tâbîlerinin mücâhede esnasındaki sabır ve sebatlarını, duâ ve niyazlarını ve bunun neticesi olarak nail oldukları büyük muvaffakiyetleri, bir örnek olması açısından ve onlar gibi olmaya teşvik için beyan etmektedir.

İlk âyet (144. âyet), Uhud Gazvesi’nde meydana gelen belli bir olaya işaret etmektedir. Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in bizzat kendisinin yerleştirdiği ve hiçbir şekilde ayrılmamalarını kesinkes tenbih ettiği okçular, bulundukları tepedeki mevzilerini terk edince, savaş, Müslümanların aleyhine dönmüştü. Müşrikler, Müslümanları arkadan kuşatınca, iki ateş arasında kalan mü’minler birbirlerine vurmaya başladılar. Bu arada yapılan saldırılar sonucu Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’ın mübârek dişini kırıp, yüzünü yaralamışlardır. Hatta, başındaki miğferin yan kenarları mübarek yanağına batmış, onu çıkarmaya çalışan Ebu Ubeyde İbn-i Cerrah’ın iki ön dışı kırılmıştı. Bu esnada her şey birbirine karışmıştı. Birbirlerini tanımak için belirlenen parola bile bir anda unutulmuştu. Bu arada birisi “Muhammed öldürüldü!” diye bağırmıştı. Bu ses, Müslümanlar üzerinde korkunç bir tesir yaptı. Birçoğu Medine’ye geri dönmeye, yenilgiyi kabullendikleri için dağa çıkmaya ve büyük bir ümitsizlikle savaşı bırakmaya başlamıştı. Şayet Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), beraberindeki pek az kimse ile sebat edip, yaşadığını gösterip geriye çekilen Müslümanları yanına çağırmasaydı ve Allah-u Teâlâ kalblerini sebat ettirip, emniyet ve itminanını indirmeseydi, bozgunun önünü almak mümkün olmayabilir, Müslümanlar büsbütün dağılıp, mahvolabilirlerdi.

Uhud’daki geçici hezîmet; Ashâb-ı Kirâm’ın karşılaştığı ilk hezîmetti. Halbuki Bedir’de sayıca az ve zayıf olmalarına rağmen muzaffer olmuşlardı. Belki, zaferin, her yerde ve her zaman müyesser olan kevnî bir kanun olduğu gibi bir his içlerine yerleşmişti. Onun için Ashâb-ı Kirâm Uhud’da sadme yeyince, sanki hiç beklemedikleri bir belâ ile ansızın karşılaşmışlardı.

Herhalde bunun için Uhud Vak’ası ile ilgili Kur’ân âyetleri uzayıp gidiyor. Allah-u Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de Müslümanların tasavvurunu düzeltip, nefislerini terbiye etmek ve cihada iyice hazırlamak için, bazen celâlini göstererek, bazen hükümler koyarak, bazen de meseller vererek devam ediyor.

Gerisin Geriye Dönme

“Gerisin geriye dönme”, esasen; ökçeler üzerinde dönmek demektir ki, asker yürüyüşünde olduğu gibi tam sağdan veya soldan geriye dönmektir. Kur’ân’ın kullandığı bu ifade, ya savaşta firardan kinâye veya dinde irtidattan (dönmekten) mecaz olmak üzere iki mânâya muhtemeldir.

Münâdî: “Muhammed öldürüldü!” diye bağırdığı zaman, bu haber yıldırım hızıyla yayıldı ve şok tesiri yaptı. Henüz îmanın zevkini kalblerinin derinliğine yerleştiremeyen bazı zayıf iradeliler ve daha çok münafıklar: “Keşke Abdullah İbn-i Ubey aramızda olsaydı da bizim için Ebû Süfyan’dan eman dileseydi.” diye hayıflanmaya başladılar. Münafıklardan bir kısmı ise: “Eğer Muhammed peygamber olsaydı, öldürülmezdi. Muhammed’in ölümüyle bu dinin işi bitti, eski dostlarınıza ve eski dininize dönmenizin zamanı geldi. Artık; müşriklerle çarpışmaya lüzum yok” diyor, durmadan şüphe ve tereddütler doğuruyorlardı. Onların bu sinsi ve hâince yaygarasını duyan büyük mücahid Enes İbn-i Nadr (radıyallâhu anh) öne atılıp şöyle seslendi:

“Ey Müslüman cemaati! Eğer Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) öldürüldüyse, Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ‘in Rabbi diridir. O ölmez. Siz Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’tan sonra dünya hayatını ne yapacaksınız? Ondan sonra yaşamanın ne tadı ve değeri var? Onun davâsı uğrunda savaşın, canını verdiği din için, siz de canınızı verin.”

Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) Sadece Bir Resûldür

Şüphesiz ki, Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler geçmiş ve ölmüşlerdir. Kendisinden önceki peygamberler gibi Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) de ölecektir. O, Allah tarafından Kur’ân’ın tebliği için gönderilmiştir. Allah ise bâkîdir, ölmez. Onun kelâmı da bâkîdir, zâil olmaz. Kendilerine bu kelâmı tebliğ eden peygamber öldürülür veya ölürse mü’minlerin geriye çekilmesi gerekmez. Çünkü dâvâ, onu yürütenden daha büyük ve daha ebedîdir. Dâvâ adamları gelip geçerler, fakat dâvânın kendisi asırlar ve nesiller boyu devam eder. O dâvâya tâbi olanlar, ilk kaynağa bağlı olarak ebediyen kalırlar. Resûllerin gönderildiği o kaynak; ebedîdir ve mü’minler her zaman ona yönelirler. Bu yüzden hiçbir mü’minin, peygamberin ölmesiyle gerisin geriye dönüp Allah’ın hidâyetinden irtidad etmesi mümkün değildir…

Korkunun Ecele Faydası Yoktur

“Allah’ın izni olmadan hiçbir kişi ölemez. (Ölüm), belirli bir süreye göre yazılmıştır. Kim dünya sevabını (menfaatini) isterse, kendisine ondan veririz; kim âhiret sevabını isterse, kendisine ondan veririz, şükredenleri mükâfatlandıracağız.”

Münâfıklar, Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in öldürüldüğü haberini yaymışlardır. Bundan dolayı Allah-u Teâlâ, hiçbir insanın Allah’ın izni, kaza ve kaderi olmaksızın ölemeyeceğini söylemiştir. (Bu âyetler bize remzen, henüz davâ tam manâsıyla yerleşmediği için Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in ölümünün henüz olmayacağını ifade ediyor olabilir. Yıllar sonra gelen Nasr suresi Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e istiğfar etmesi gerektiğini beyan ediyordu.) Binâenalayh Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in öldürülmesi, ancak Allah’ın takdîr ve tayin etmiş olduğu vakitte meydana gelebileceği için, vefat etmesi gibidir. O, nasıl evinde ölmüş olsaydı, bu onun dininin bozukluğuna delâlet etmeyecek idiyse, aynen bunun gibi, öldürülmesinin de dinin çürüklüğünü göstermede bir tesiri yoktur. Bundan maksat, münâfıkların, zayıf Müslümanlara, “Muhammed öldüğüne göre, daha önce benimsemiş olduğunuz dininize geri dönünüz.” şeklindeki sözlerini iptâl etmektir. Ayrıca bu âyet, savaşa katılmayıp Medine’de kalan münafıklara da cevap vermektedir. Çünkü sahâbe, içlerinden bazıları öldürülmüş olduğu halde dönünce, münafıklar, “Şayet onlar bizim yanımızda yer almış olsalardı, ne ölür, ne de öldürürlerdi.” demişlerdir. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, ölmenin ve öldürmenin ancak Allah’ın izni ve ecelin gelip çatmasıyla olduğunu haber vermiştir. Allah doğruyu en iyi bilendir.

Her nefsin belirtilen müddete kadar bir eceli vardır. Bu tayin edilen ecel dolmadan hiç kimse ölemez. Savaşa gitmekle illâ da ölmek gerekmez. Korku ve çığırtkanlık, hırs ve kaçma da bu müddeti asla uzatamaz. Zira korkunun ecele faydası yoktur. Şecaat ve sebât, ileriye atılmak da ömrü kısaltmaz. Eğer insanın vâdesi dolmuşsa, savaşa gitmese de ölür. Tayin edilen müddet, ne öne alınır ne de geriye bırakılır. Bu gerçeği idrâk eden kişi; ölüm endişesini bir tarafa bırakıp hesaba katmamakta ve imanının gereği olan mes’ûliyetlerini hakkıyla yerine getirmeyi düşünmektedir. Bununla, korku ve dehşetin doğurduğu ürkekliği üzerinden attığı gibi, cimrilik ve ihtirasın boyunduruğundan da kurtulur. Bu sayede insan, sabırla ve eceli elinde tutan Allah’a tevekkülle, sorumluluk ve görevlerini yerine getirerek korkusuzca yoluna devam eder.

“Ameller niyetlere göredir.” (Buhârî’nin ilk hadisi) hadisinin fehvâsınca; cihâdında (ganîmet almak ve şecaat arzetmek vs. gibi) ve diğer amellerinde dünyevî bir menfaat bekleyen dünyada karşılığını görür. Allah’ın rızâsını ve âhiret sevâbını isteyen kimse de, âhirette sevâbını, cihâd ve amelinin karşılığını görür.

Alınacak Ders

Kur’ân-ı Kerîm’deki meseller umumî mâhiyettedir. Ne bir peygambere, ne de bir millete mahsustur. Sadece bu mesellerle onları îman kervanına bağlamakta, kendilerine imanın adabını öğretmekte, belaların her dâvâ ve her dinde aynı şekilde geldiğini onlara tasvir etmektedir. Kendileriyle, daha önce geçen peygamberlerin tabileri arasında mü’minin mü’mine yakınlığı hissini yerleştirmek, bütün dinlerin aynı esasa dayandığını anlatmak için aralarında irtibat kurmaktadır.

Kur’ân’da geçmiş ümmetlere ait anlatılan kıssaların anlatılış gayelerinden biri de; “muhatapların ders almalarını sağlamaktır.” Zira insan, kıssalarda anlatılan iyi kişileri takdir edip onlara benzemek ister; kötülerden nefret edip huylarından sakınmak lüzumunu hisseder. Çünkü tarihin işleyişinin, her iki grubun âkıbetini açıkça ortaya serdiğini görür.

Kur’ân kıssalarının gâyelerinden en önemlisi ve bu zikrettiğimiz âyet-i kerîmelerle de yakından alâkalı bir diğer gâyesi de; Hazreti Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve mü’minlerin kalplerini takviyedir. Tebliğ esnasında karşılaştıkları meşakkatlere sabır ve hizmette sebat etmelerini kolaylaştırmaktır. Çekilen çilelerden sonra Allah (Celle Celâluhu)’ın yardımının önceki peygamberlere ve cemaatlerine geldiği gibi, Kur’ân’a tâbi olanlara da geleceğini anlatmaktır.

Peygamberlerin Yanında Cihad

“Nice peygamberlerin yanında Ribbiyyûn muhârebe ettiler; Allah (Celle Celâluhu) yolunda başlarına gelenlerden dolayı ne gevşediler, ne zaafa düştüler, ne de baş eğdiler. Allah (Celle Celâluhu) sabredenleri sever.”

Âyette geçen “Ribbiyyûn” kelimesinde müfessirler ihtilâf etmişler ve değişik mânâlar vermişlerdir. Bu kelimeye verilen mânâlardan bazıları şunlardır: Rabba kul olanlar, cemaat-i kesîre, evvelkiler, âlimler, sâlihler, müttakîler, fakîh zatlar vs.

Kıraat imamları, âyette geçen “Kâtele” fiilinin okunuşunda ikiye ayrılmış ve bir kısmı âyette geçtiği gibi “Kâtele” şeklinde okumuş ve şöyle mânâ vermişlerdir; “Nice peygamberlerle beraber ashabla-rından cemâat-i kesîre, Allah (Celle Celâluhu) yolunda, Allah’ın dinini ikâme ve peygamberine yardım etmek için savaşmış ve yara almışlardı. Fakat buna rağmen gevşeklik göstermediler. Ey ümmet-i Muhammedi Sizin de böyle savaşmanız ve gevşeklik göstermemeniz gerekir.”

Sabır

Kıraat imamlarının bir kısmı da 1 fiili meçhul olarak “Kutile” şeklinde okumuşlardır. Bu takdirde ise manâ şöyle olur; Allah Teâlâ önceki âyette: “Muhammed sadece bir elçidir, ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Şimdi O ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde (gerisin) geriye mi döneceksiniz?” buyurarak, Uhud Savaşı’nda Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in öldürüldüğü haberi üzerine kaçmaya yeltenen kimseleri itâb etmişti. Halbuki sizden önceki ümmetler, Allah (Celle Celâluhu) yolunda savaşırken peygamberleri öldürüldüğü zaman onlar gevşeklik göstermedi, zaafa düşmedi ve düşmana baş eğmediler. Bütün ezâ ve cefâlara karşı sabrettiler. Ey ümmet-i Muhammed! Sizin de aynı şekilde olmanız gerekmez mi? Yani peygamberiniz öldürülmüş olsa bile gevşemeyin, cihattan yana zaafa uğramayın ve düşmana da boyun eğmeyin. Bu hususta sizden önceki ümmetleri örnek alarak sabredin. Çünkü “Allah (Celle Celâluhu) sabredenleri sever.” Kendi emirlerini yerine getiren, Kendine ve peygamberine itaat eden, düşmanlarla mücâhede edenleri sever. Yoksa düşman karşısında dağılıp kaçan, geri dönen, zelil duruma düşenleri sevmez.

Allah’ın sabredenleri sevmesinde kullanılan bu ifâde, derin bir mânâ taşımaktadır. Onun kendisine has tesiri ve duygulandırışı vardır. Zira bu sevgi, savaşta alınan yarayı saran, sancıyı dindiren, maddî zarardan, yaradan ve acı kavgadan sonra sunulan bir sevgidir.

Bu âyette, ümmet-i Muhammed’in düşmana karşı durumunun şöyle olması istenmektedir:

1. Düşmanla savaşmaktan çekinmemek,

2. Düşmandan korkmayıp, asla fütur getirmemek,

3. Düşmana karşı asla zayıf görünmemek

4. Düşmandan korkup boyun eğmemek,

5. Düşmana karşı sabır ve sebat edip metânetini kaybetmemek. İşte bu âyette Allah-u Teâlâ, ümmet-i Muhammed’in de düşmana karşı bu sıfatları takınması ve zayıflık göstermemesi gerektiğini beyân ederek, harbe teşvik etmiş ve düşmana karşı sabredenlere yardım edeceğine ve onları sevdiğine işârette bulunmuştur.

Kuvve-i Mâneviye: Duâ

Allah Teâlâ, geçmiş ümmetlerden Allah’ın dini uğrunda düşmana karşı sabır ve sebât gösterenlerin fiilen güzel olan hallerinden bahsettiği gibi, kavlen de güzel olan hallerinden bahsederek: Ve onların dediği gibi deyin, zira onlar:

“Sadece şöyle diyorlardı; ‘Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işimizde taşkınlığımızı bağışla, ayaklarımızı (yolunda) sağlam tut, kâfir topluma karşı bize yardım et.’ “Onlar, bir nimet ve servet İstemiyorlar… Ne dünyanın menfaati, ne de âhiretin sevabı… Allah (Celle Celâluhu) yolunda savaşırken ve O’na yönelirken çok edepli idiler… O’ndan; günahlarını affedip, ayaklarını sebat ettirip, küffâra karşı muzaffer kılınmaktan başka birşey dilemiyorlar… Hatta zaferi bile kendi nefisleri için değil, kâfirlere ceza olarak küfrün hezimeti için İstiyorlardı.
Onlar, maddî kuvvetleriyle düşmanın şerrini defetmeye çalıştıkları gibi, manevî olarak da Allah’tan yardım istemeyi ihmâl etmiyorlardı. Şu halde âyet, ümmet-i Muhammed’in fiilen onlara uymaları ve mücâdeleye devam etmeleri gerektiği gibi, kavlen dahi onlara iktidâ edip onların duâları gibi veya başka duâlarla Allah-u Teâlâ’dan yardım dilemeleri gerektiğine delâlet eder. Zira bunları Kur’ân’da zikretmek; bu ümmetin ittiba etmesi içindir. Binâenaleyh; ümmet-i Muhammed’in de maddî ve manevî sebeblere tevessül etmesi vâciptir.

Ayrıca âyet, bize, Allah’tan gelen yardımın yolunu ve duânın usûlünü öğretmektedir.

Yapılacak şeyler:

1. Günahların mağfiretini istemek,

2. Ciddiyetle büyük günahlarda tevbe edip israftan korunmayı Allah’tan istemek.

3. Savaşta karşılaşacağı meşakkate zaaf göstermeyip, ayaklarının sabit olmasını Allah’tan istemek,

4. Kâfirlere karşı yardım etmesini Allah’tan dilemek. Geçmiş ümmetlerin böyle duâ etmeleri ve bu duâlarının Kur’ân’da zikredilmesi; böyle duâ etmenin ve bu şartlara uymanın lüzûmunu beyân etmek ve ümmet-i Muhammed’e öğretmektir ki, bu tertîbe göre edilen duânın kabul olunacağına işârettir.

Ve Mükâfât

Şu kendi nefisleri için birşey istemeyenlere Allah (Celle Celâluhu), katından her şeyi verdi. Sadece dünyalık isteyenlerin arzu ettikleri şeyleri onlara ziyâdesiyle vermekle beraber, âhireti isteyenlerin temenni edip arzu ettikleri şeyleri de ihsan etti.

“Allah da onlara, hem dünya nimetini, hem de âhiret nimetinin en güzelini verdi. Allah güzel davrananları sever.”

Allah (Celle Celâluhu), yukarıda sayılan sıfatlarla muttasıf kimselere, yani; kendi yolunda, peygamberleriyle beraber savaşan ve sabreden, daha sonra Allah-u Teâlâ’ya günahlarından ötürü istiğfârda bulunup, düşmanla mücâhedede ayaklarını kaydırmama ve düşmana karşı kendilerine yardım etmesi için duâ ve niyazda bulunan kimselere dünya nimetini vermiştir. Onlara, düşman karşısında yardım etmiş, onlara zafer ve ganîmet nasîp etmiş, düşmanlarını rezîl ü rüsvay etmiştir. Kur’ân o erlerin destanını kıyamete kadar okutmayı taahhüt etmiştir. Onlar için bir yad-t cemîl bırakmış ve şüphe zulmetlerini izâle ederek îmân nuruyla onlara gönül ferahlığı vermiştir.

Âhiretin güzel nimetlerini de onlara bahşetmiş, yani onlara Cennet’i ve içindeki bütün menfaat ve lezzet çeşitlerinin hepsini vermiş ve onları sürûra gark etmiştir. En önemlisi de Allah onlardan râzı olmuştur. Halbuki bu nimetler, şu anda mevcut değildir. Binâenaleyh bundan murad, âhirette bunların olacağının Rabbimiz tarafından garanti edilmesidir.

Allah (Celle Celâluhu) yukarıda sayılan sıfatlarla muttasıf “muhsinleri sever.” Allah (Celle Celâluhu), onların muhsin olduklarına şehâdet ediyor. Edep ve cihadda ihsanlarından dolayı onlara karşı muhabbetini izhâr ediyor. Bu izhâr, bütün nimetlerden ve sevaplardan daha büyüktür. 2

Îmânında sadakat gösterip, peygamberleriyle birlikte savaşan, belâlar karşısında paniklemeyen, ölüme giderken bile orada îmân âdâbına göre hareket eden kimselerden olma dileğiyle…


Dipnotlar
1. Ehl-i Basra, İbn Kesîr ve Nâfi kıraatleri.
2. İstifâde edilen kaynaklar:
Fahruddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr (Mefâtîhu’l-Gayb);
İbn Kesîr, Tefsîru’l Kur’âni’l-Azîm;
Seyyid Kutub, Fîzılâli’l-Kur’ân;
M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili;
Mehmed Vehbi, Büyük Kur’ân Tefsîri (Hülâsatü’l-Beyân);
Celâl Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’ân Tefsiri. İlgili âyetlerin tefsirinde

Yazar: Yeni Ümit Dergisi (Ocak-Şubat-Mart 1998)

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.