Efendimiz’in (sas) Ufkundan Kur’ân’ın Tarifi
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kur’ân-ı Kerim’i aşağıda ele alacağımız hadis-i şerifte câmi bir şekilde tarif eder. Kur’ân’ın faziletine dair olan bu hadis-i şerif, Kur’an’ın ruhunu, mâhiyetini, muhteva ve hususiyetlerini ve onun nasıl bir hazine ve cevherler definesi olduğunu derin ve özlü bir şekilde ifade eder.
Hâris el-A’ver anlatıyor:
“Mescide uğradığımda gördüm ki halk, zikri terk etmiş, malâyâni konularla meşgul oluyordu. Çıkıp durumdan Hazreti Ali’yi (radıyallâhu anh) haberdâr ettim. Bana:
– ‘Doğru mu söylüyorsun, öyle mi yapıyorlar?’ dedi.
Ben de
– ‘Evet’ deyince, O:
– ‘Ben, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle ferman ettiğini işitmiştim.’ dedi:
– ‘Haberiniz olsun, bir fitne zuhur edecek!’
Ben hemen sordum:
– ‘Ondan kurtuluş yolu nedir Ey Allah’ın Resûlü?’
Buyurdular ki:
– ‘Allah’ın Kitabı(na uymak)tır. (O öyle bir kitap ki) onda, sizden önceki (milletlerin ahvâliyle ilgili) haber, sizden sonra (kıyamete kadar) gelecek fitneler ve kıyamet ahvâli ile ilgili haberler.. ayrıca sizin aranızda, (iman-küfür, taat-isyan, haram-helâl vs. nev’inden) cereyan edecek ahvâlle alâkalı da hükümler var. O, hak ile bâtılı ayırt eden tek ölçüdür ve onda her şey ciddîdir. Kim bir zalimden korkarak, ondan kopar ve onunla amel etmezse, işte o zaman Allah da onu helâk eder. Kim onun dışında bir hidayet ararsa Allah o kimseyi saptırır. Zira o, Allah’ın en sağlam ipi(hablü’l-metin)dir. O, hikmet edâlı hatırlatan bir beyan.. ve Hakk’a ulaştıran bir yoldur. O, kendisine uyanları (değişik arzulara takılıp) kaymaktan, kendisini (kıraat eden) dilleri de iltibastan korur. Âlimler hiçbir zaman ona doyamaz.. O, kendisini çokça, tekrar tekrar okuyana usanç vermez ve bu, onun tadını eksiltmez. Onun insanlarda hayret uyaran yanlarının sonu gelmez. O öyle bir kitaptır ki, cinler işittikleri zaman, şöyle demekten kendilerini alamamışlardır: ‘Biz, doğru yolu gösteren harika ve hiç duyulmadık bir Kur’ân dinledik. Biz onun (Allah kelamı olduğuna) inandık.’1 Onun üslûbuyla konuşan doğruyu konuşmuş olur. Onunla amel eden mutlaka mükafat görür. Kim onunla hüküm verirse adaletle hükmeder. Kim ona çağırırsa, doğru yola çağırmış (ermiş) olur.’ Ey A’ver, sen de bu güzel kelimeleri iyi belle.”2
1. Madde: “O’nda sizden evvelkilerin haberleri vardır.”
Bilindiği gibi biz tarih öncesi dönemler hakkında pek fazla şey bilmeyiz. Tarih ve arkeoloji bilimlerinin verilerine rağmen antik dönem hâlâ bizim meçhulümüzdür. Bugün yapılan çok yönlü çalışmalarla bir hayli medeniyet su yüzüne çıkarılmış olsa da yakın tarihe kadar, Kur’ân-ı Kerim’de yer yer kendilerinden bahis açılan, Hz. Hûd’un gönderildiği Âd kavminden, Hz. Salih’in cemaati Semûd kavminden bahsedilince, Batılılar dudak büküyor ve konuyu ciddiye almıyorlardı. Oysaki kazılarda Âd da, Tamud adıyla bilinen Semûd da, hatta bütün detayları ile Hz. Lut’un kavmi Sodom ve Gomore de ortaya çıkarıldı.
Keza Kur’ân, Firavun’un başına gelen “gark” hâdisesinden (Kızıldeniz’de boğulması), onun cesedinin dışarıya çıkarılacağından bahseder ki, hem mülhidler, hem de kütüb-ü sâbıka ve sâlife ricâli (Tevrat ve İncil ehli) bu haberi hiç de ciddîye almamışlardı. Oysaki Kur’ân, “Bugün biz senin cesedini kurtaracağız ta ki sonrakilere ibret olsun.”3 demek suretiyle bu meseleyi asırlar öncesinden haber vermişti. Kur’ân-ı Kerim Firavun’un gark olmasını naklederken, öyle mücerret bir tarihsel vâkıayı haber vermekle kalmayıp, onun cesedinin, sonraki nesillere ibret olmak üzere denizden çıkarılacağı şeklinde vak’ayı resmediyor. Kur’ân’ın bu ilânı karşısında hem o günün müşrik ve mülhidleri, hem de kütüb-ü sâbıka ricâli (Ehl-i Kitap) istihzâî bir tavır takınıyorlardı ama, Kur’ân, kendinden emin bir üslupla meseleyi vaz’ ediyordu. Sırf bir ihtimal çerçevesinde de olsa, şimdi o ceset İngiltere’de teşhir ediliyor; hem de o ceset diye teşhir ediliyor.
Bu misalleri çoğaltabiliriz. Hatta sadece günümüzde yazılan modern tefsirlere bile bakacak olsak, Kur’ân’ın çağlar öncesinden haber verdiği tarihsel kavim ve medeniyetlerin, ister arkeolojik kazılar, ister daha başka yollarla ortaya çıktıklarını görecek ve ürpereceğiz.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmî bir insandı ve hiç okumamıştı. –O ümmiyet başlarımızın tacı olsun. Aslında onun ümmî olması, peygamberliğinin çok önemli esaslarındandır.– Ne Ehl-i Kitap’tan ne de cahiliye döneminde herhangi bir ilim adamıyla görüşmesi söz konusu değildir. Bu, herkesçe müsellem olan bir hakikattir. Yalnız o değil, kendi devrinde başkaları ile görüşenler de O’nun Allah’tan getirdiklerini bilemezlerdi ve O, bunları söylerken herkes hayret ve dehşet içinde O’nu dinlerdi. Bu arada bazıları, bunları birer üstûre kabul edip konuya öyle yaklaşırlardı ki, Nadr b. Hâris de bunlardan biriydi. O, İsfendiyar ve Rüstem’in hikâyelerini bildiğinden, Efendimiz’in anlattığı bu tarihî gerçekler karşısında, bir alternatif olarak hep onlara ait üstûrelerle O’nun karşısına çıkar ve zihinleri bulandırmaya çalışırdı. Gün geldi, onun üstûreleri bir bir unutulup gitti; ama Efendimiz’in Kur’ân vasıtasıyla anlattığı şeyler parlaklığını daha da artırarak çağımıza kadar geldi ulaştı; gelip ulaşmakla da kalmadı, araştırmacılar için birer ilham kaynağı hâline geldi ki, onun başka bir mucizesi olmasaydı, peygamberliğine delil olarak bunlar yeter ve artardı.
2. Madde: “O’nda sizden sonrakilerin de haberi vardır.”
Kur’ân-ı Kerim, nüzûlünden itibaren kıyamete kadar cereyan edecek olan pek çok hâdiseye de işaret eder. Şimdi onun bu konuyla alâkalı birkaç işaretini arz etmeye çalışalım: Tarihî devr-i dâimler hakkında Kur’ân-ı Kerim, Mâide sûresi, 5/54. âyetinde mefhum olarak şöyle ferman eder: “Eğer dinden ellerinizi gevşetir, geriye durursanız Allah yepyeni bir kavim getirir, (onlar birinci saftaki insanlar safvetindedirler.) Onlar, Allah’ı severler, Allah da onları sever, Allah yolunda cihat eder, kınayanın kınamasına aldırış etmezler.”
Hâdiseler, Asr-ı Saadetten başlayarak Kur’ân-ı Kerim’in ifade ettiği şekilde cereyan etmiş ve bugüne kadar âdeta bir devr-i daim yaşanmıştır. Sahabe-i kiram, tâbiîn-i izâm, Emevîler, Abbasiler ve onlardan sonra İlhanlılar, Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlılar gelmiş.. ve biri giderken de, lisan-ı hâliyle elini kulağına koymuş ve bir müezzin gibi: “Eğer O dilerse sizi ortadan kaldırır ve yepyeni bir halk, bir millet getirir.”4 demiş öyle gitmiştir. Bu devr-i daimlerin ifade ettiği mânâ şudur: Bir bir gelenler bir bir gidecek ve her zaman sadece ve sadece o önü-sonu olmayan Bâki kalacaktır. Şart-ı âdî plânında, iman, istikamet, hakikat aşkı, araştırma iştiyakı gelip kalmanızın, kalıp ömrünüzü uzatmanızın vesilesi olabilir ama gitmeniz mukadderdir.
Geleceklerin gelme emaresi, gideceklerin de gitme emaresinin söz konusu olmadığı bir dönemde bu kabil ihbarların vukûu, Kur’ân’ın açık bir mucizesidir. Mekke’de nâzil olan Rûm sûresinin, “Rumlar, (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın bir yerde yenilgiye uğradılar. Hâlbuki onlar, bu yenilgilerinden sonra birkaç (3-9) yıl içinde gâlip geleceklerdir.”5 gibi âyetleri buna açık birer örnek teşkil ederler. Muhakkikîn-i siyere göre bu âyet, Mekke’de nâzil olduktan dokuz sene sonra Bedir Harbi (624) oluyor. Demek ki, âyet Hicret’ten tam yedi sene evvel nâzil olmuş. Hâlbuki bu yıllar, Müslümanların baskı altında kıvrandığı yıllardır. İhtimal Hz. Ömer’in bile henüz cephesini tam belirleyemediği günler.. daha açık ifadesiyle, inananların sayısı henüz 40’a bâliğ olmuş veya olmamış.. Müslümanların bin türlü eziyete maruz bırakıldığı, hatta yok edilmeye çalışıldığı, hiçbir şafak emaresinin bulunmadığı bir dönemde, Allah (celle celâluhu), Rûm sûre-i celîlesi ile gönüllere su serpiyor, ruhları şahlandırıyor ve diyor ki, “Yanı başınızda Sâsânîler, Rumlar’ı mağlup ettiler. Sizin içinizdeki putperestler bunu serrişte edip sizinle alaya kalkışarak, “İşte putperest olan ateşgedeler (ateşe tapanlar), Hristiyan olan Rumları mağlup ettikleri gibi, biz de sizi ezeceğiz” diyerek ortalığı velveleye veriyorlar. İşte, bu iç içe tersliklerin yaşandığı bir sırada Kur’ân: بِضْعِ سِنِينَ yani üç ilâ dokuz sene zarfında Romalılar ateşgedeleri mağlup edecekler. O mağlubiyet gününde siz de sevineceksiniz.” demektedir ki, bu tam Bedir gününe rastlamaktadır.. evet “O gün mü’minler de sevinçler yaşayacaklardır.”6
Ve derken بِضْعِ سِنِينَ gelir geçer. Bedir harbi ve zaferi yaşanır. Bir süre sonra da, Heraklius’un içkiyi bıraktığı, yeniden derlenip toparlandığı, Sâsâniler’e karşı savaş başlattığı ve zaferyâb olup onları haraca bağladığı haberi gelir.
Evet Kur’ân’da, o nazil olduğu günden sonraki devirlerde meydana gelecek hâdiselerle alâkalı pek çok sarâhat ve işaret vardır ki, Rûm sûresinin başı sadece bunlardan biridir. Ayrıca burada, “غَلَبَتِ الرُّومُ… وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيُغْلَبُونَ” şeklinde bir kıraat da söz konusudur ki, o zaman mânâ şöyle olacaktır: “Rum galebe çaldı; onlar da bu galibiyetlerinden sonra yenilgiye uğratılacaklardır.” Birkaç sene sonra İslâm orduları Rûmları yenerek bu müjdeyi de gerçekleştirmişlerdir.
Hudeybiye’yi müteakip Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), melûl mahzûn Medine-i Münevvere’ye dönerken, Allah’ın (celle celâluhu), hem bir bişâret (müjde) hem de Hudeybiye’deki sulhun vaad ettiklerini ifade eden:
“And olsun ki Allah, elçisinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse siz güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir. İşte bundan önce size yakın bir fetih verdi.”7 âyetini de zikredebiliriz.
Evet Allah, Peygamberinin rüyasını doğru çıkarmıştı. Eğer sulh yapmayıp da Mekke’ye girseydiler harp ederek gireceklerdi. Allah orada kan dökülmesini istemediği için buna izin vermiyordu. Böylece onlar, Kâbe’yi tavaf ederken, başkalarının kalbinde “oğlum öldü, çocuğum öldü, kızım öldü” ukdesi de olmayacaktı. Bir gün gelip orayı tavaf edeceklerdi, hem de olumsuz hiçbir şeyle karşılaşmadan. Sanki bu âyet, onlara şöyle diyor: “Şimdi geriye dönün. Belki içinizde bir burkuntu olacak ama, bu burkuntuya bedel geleceğin inşirâhı daha fazla olacaktır.” Ve öyle de oluyor; gün geliyor, Müslümanlar, hem gelip o umreyi kaza ediyorlar, hem de aynı zamanda emniyet içinde –İkrime’nin sadece bir kapıda mini bir karşı koyması istisna edilecek olursa– Mekke’ye giriyorlar. Mekke bağrını öz evladına açan şefkatli bir ana gibi; “Yerin göbeği bendim, sen de evladımdın, bir dönemde atmışlardı gel yavrum.” diyordu. Ve Kur’ân’ın verdiği haber aynen tahakkuk ediyordu. Bu misaller çoğaltılabilir; biz deryadan bir katre ile iktifa ediyoruz.
3. Madde: “O, aranızda bir hakem ve hüküm kaynağıdır.”
Kur’ân-ı Kerim, öncelikle Müslümanlar, sonra da bütün insanlık için hem bir hüküm kaynağı, hem de bir hakemdir. Evveliyatla Müslümanlar sonra da bütün insanlık onun temel disiplinleriyle bütün problemlerini çözebilir.
İnsanlar arasında sulh ü sükûnu temin edebilecek, fert ve aile plânında pek çok problemi halledebilecek, toplumla alâkalı pürüzleri giderebilecek bir kitap varsa, o da Kur’ân-ı mucizü’l-beyan’dır. Evet o, bütün bu konularda biricik, tertemiz ve kimsenin itiraz etmeyeceği, edemeyeceği yegâne kaynaktır. Aslında hadiste de onun, itiraz edilemez bir kaynak olduğu ihtar edilmektedir.
Kur’ân dışındaki değişik sistem ve hareketlerde, O’nun getirdiklerine yakınlık arz eden düşünceler olabilir. Aslında her düşüncede güzel şeyler bulunabilir. Nitekim bir zamanlar İslâm dünyasında bir ezilmişlik içinde, değişik sistemler arasında sosyalizmi iyi görenler vardı. Hatta ille de bu sistemlerden birini Kur’ân’a yakın görmek, göstermek gerekiyorsa, içtimâiyata ve iktisada ait vaz’ettiği meseleleriyle sosyalizmin Kur’ân’a daha yakın denebileceği seslendiriliyordu. Bu sistem, fert hukuku ve hürriyeti mevzuunda daha hassas, daha mütekâmil görülüyordu. Bu mülâhazaların hepsinin münakaşası yapılabilir ama sosyalizmin revâçta olduğu o günlerde bu tez çok işleniyordu.
O dönemde kapitalizmin baskı ve tazyiki insanları çok ürkütmüş, hatta buna reaksiyon ve tepki olarak ortaya çıkan, kapitalizmin “neseb-i gayr-i sahih” evladı sosyalizm ve komünizm hep kapitalizmin cürmü olarak görülmüş ve bir ölçüde bu biraz daha hafif gösterilmek istenmişti. Nitekim bizde de –bu tabiri sevmesem de öyle diyorlar– radikal İslâmcılar ta 12 Eylül’den günümüze kadar sosyalizmi kapitalizmden daha ehven görmüşlerdir; görmüş de, kapitalizme, liberalizme ateş püskürürken sosyalizm ve komünizmi sükut geçmişlerdir.
Oysaki, Kur’ân kaynaklı olmayan düşünceler ne kadar da Kur’ân-ı Kerim’e yakın olursa olsun –Üstad’ın da işaret ettiği gibi– eğer tam Kur’ânî değil ve ondan nebeân etmemişse onun müşâbihi olamaz. Bu konuda, hüküm ve bu hükmün hakemi diyebileceğimiz bir şey varsa, o da Kur’ân’ın kendisidir. Kur’ân herkes için huzur ve istikbâl bahşeden böyle bir hakemlik vazifesini derpiş etmiştir.
Onun hakemliği ile –inşâallah– bir gün dünyada bütün ahlâkî ve sosyal problemlerin aşılacağına inanıyorum. Elverir ki, Kur’ân’ı hazmetmiş olanlar, ona sahip çıksın ve ruhuna sadık kalarak asrın idrakine göre onu bir kere daha seslendirsinler. Aslında gelecek adına bunun yapılması zarûrîdir. İnşâallah, büyük ilim adamları ve düşünürleri, ulülazmâne bir gayretle, Kur’ân bu mevzudaki muhtevasını bir kere daha gün yüzüne çıkarır ve onun geçmiş gelecek haberlerinin doğruluğu yanında, hakemliğinin ne kadar isabetli olduğu hususunu bir kere daha ispat ederler. Biz muhteşem bir geçmiş yaşadık. Ütopyalara sığmayan günler gördük ama, bugün Müslüman pratiğinde İslâm’ın büyüklüğünü temsil edebilecek seviyede Müslüman yok ve bu, Kur’ân’ın ufkunu karartıyor. Onu kendi tamamiyetiyle –inşâallah– bahtiyar temsilciler, Rabbânîler ortaya koyacak, Kur’ân’ın, eskiden defaatle zuhur etmiş parlak günleri yeniden bir kere daha zuhur edecek ve biz de “Evet sözü sen söylüyorsun, söz sana derler, hak olup Hak’dan gelip hak diyen yalnız sensin.” diyeceğiz.
4. Madde: “O, hak ile bâtılı ayırt eden ölçüdür. Onda her şey ciddîdir.”
Burada da birkaç mülâhazadan söz etmek mümkündür. En başta bu kaziye, وَحُكْمُ مَا بَيْنَكُمْ “O, aranızda bir hakem ve hüküm kaynağıdır.” sözünün tamamlayıcısı gibi düşünülebilir. Tabiî Kur’ân’ın, bir “kavl-i fasl” olduğunu da ifade ediyor olabilir ki bu da iki şekilde düşünülebilir:
Birincisi, Kur’ân, konuşmaya duracağı âna kadar söz ve düşünce şirâzesiz demektir.
İkincisi; kesip atan, söz kesen demektir. Bu, kitaplarda geçen “kavl-i fasl” mânâsınadır ki, bir anlamda أَمَّا بَعْدُ cümlesi yerinde kullanılmıştır. Hadis-i şeriflerde, bu sözü kendi dilinde İbrânice olarak ilk defa kullananın, Hz. Davud olduğu ifade edilir. Bu ise hutbenin (hamdele, salvele gibi) dîbâcesinden sonra أَمَّا بَعْدُ فَيَا عِبَادُ اللهِ demektir ki; Allah’a karşı vazifemizi, sorumluluğumuzu, ubudiyetimizi ifade eden sözleri, cemaate arz edeceğimiz şu beyanlardan ayırır. İşte bu “kavl-i fasl”dır. Bu mânâda Kur’ân’ın kavl-i fasl olması, onun asıl söylenmesi gereken meseleleri söylemesi, yararlı şeyler üzerinde durması ve gereksiz sözlere de fırsat vermemesi mânâsına gelir.
Bunun yanında bir de Kur’ân’ın, hakkı bâtıldan ayırırken her şeyi ciddiyete bağlaması söz konusudur ki bu, onda şaka, latîfe, gayr-i ciddîlik ifade eden hiçbir şeyin olmaması demektir. O, hükümlerinde ciddîdir ve onda “hezl” yoktur. “Hezl” olmamasını da değişik zâviyelerden ele alabiliriz. Meselâ, bir şiiri, bir nesiri ele aldığınızda, çok defa bunların içinde hezliyyâtla karşı karşıya kalırız. Bunlar genellikle eğlendirmeye, şakaya matuf şeylerdir. İçinde bazen doğru şeylerin de bulunması hezeliyatın yıktığını tamire yetmez. Hususiyle de hukuka ait konularda ifadelerin “kavl-i fasl” gibi ciddî ve muhkem olmasında zaruret vardır. Bu meseleyi, (Kur’ân’ın hükm-ü fasl ve ciddî olmasıyla) mukayese ederek ele aldığımızda, çok muhkem ve ciddî olması gereken sözlerin, çok su götürebilir, esnek ve eksantriğinin de fevkalâde geniş olduğunu görürüz.
İşte Kur’ân-ı Kerim, en ciddî meseleleri sunarken bile, meselelerin gerçekliğini, hukukun muhkemliği içinde ifade eder. Fakat o muhkem ifadeyi bile size bir edebî zevk içinde sunar. Öyle ki, hukukun katılığı, hukukî meselelerin sertliği, kesinliği ve ayırıcılığına rağmen meselenin zevk ve insanî buudunu da asla ihmal etmez. İşte bu yönüyle Kur’ân, hakikaten insanı doyurur. Öyle ki ahkama ait en ağır meseleleri anlatırken bile, insana bir ifade zemzemesi sunar.
Aslında eğer insan, üstün edebî bir nazım veya bir nesir dinlemek istiyorsa Kur’ân-ı Kerim’i dinlemelidir. Bir mûsıkî dinlemek istiyorsa Kur’ân-ı Kerim’i dinlemelidir. Kelimeleri, söz mûsıkîsine göre seçilmiş bir beyan abidesi tanımak istiyorsa yine Kur’ân-ı Kerim’i dinlemelidir. Eğer insan, vicdanını dinleyebiliyor, insanî değerlerini unutmamış, kalbinin kapıları da açıksa, Kur’ân’ı çok iyi anlayacaktır. Evet Kur’ân, bütün güzelliklerin halîtasından meydana getirilmiş eşi-menendi olmayan bir şaheserdir.
Neticede Kur’ân, “حُكْمُ مَا بَيْنَكُمْ”dür, yani aranızda her mevzuda sözü kesip atan, hüküm veren bir beyan sultanıdır. Muhkemdir, ciddîdir. Aynı zamanda sinelere inşirah veren bir mânâ çağlayanıdır.
5. Madde: “Kimin, baskıdan ve zalimden korkarak, ona karşı güveni ve inancı sarsılırsa Allah da onu helâk eder.”
Burada, ağır şartlar altında ondan kopma üzerinde duruluyor ve “Eğer bir insan, herhangi bir zorba ve cebbârın baskısı karşısında Kur’ân’a sırtını döner, ondan uzaklaşırsa, Allah da onu helâk eder.” diyor. Biraz daha açalım; Kur’ân’ı şöyle böyle vicdanında duymuş, kitaplarda görmüş, misalleriyle yaşamış, hüşyâr vicdanı ile bu meseleye uyanmış bir insan, ona karşı bunca yakınlık duyduktan sonra kalkıp da bir baskı ve bir terör karşısında Kur’ân’ı terk ederse Cenâb-ı Hak da onu derdest eder ve baş aşağı getirir.
Burada vurgulanmak istenen şudur: Eğer siz, size zarar verecek kimselerden çekinip de Kur’ân’dan uzaklaştığınızda, Allah (celle celâluhu) sizi helâk edecekse, bu kabil tehlikelerin hiçbirinin söz konusu olmadığı bir yerde elinizi ondan gevşetirseniz derdest edileceğiniz kat’î demektir. Bu ifade tarzı Kur’ân-ı Kerim’deki şu ifade tarzına çok benzer: “Anne ve babanıza ‘öf’ bile demeyin!”8 Evet, eğer O, anne ve babaya “öf” bile demeyeceksiniz diyorsa, bundan anlaşılıyor ki “haydi be” şeklinde bir ifadeyi hiç diyemezsiniz.. elinizi kaldıramaz.. kaşlarınızı çatamazsınız.. ona vuramazsınız.. kapıyı yüzüne çarpamazsınız… Eğer en basit bir söz ve hareket yasak edilmiş ya da haram sayılmışsa, onun üstünde yapılacak her şey yasak demektir. Kur’ân-ı Kerim en ehveni ile problemin önünü kesiyor, tahşidât yapıyor, “Aman sakın, zinhar bunun daha büyüğüne girmeyesin!”, diyor. Evet, hadiste ifade edilen de işte budur.
“Ölülerinizin kötü yanlarını yâd etmeyin.”9 İslâmî disiplinine göre ben geçmişimizi fenâ yanlarıyla yâd etmemeye çalışırım ama, birkaç asır var ki –maalesef– çevremizdeki kâfirlerden korkarak, milletçe, kedinin elindeki fare gibi tir tir titremiş ve onların dedikleri her şeyi yapmışızdır. Gün gelmiş bir nizamnâme ile, bize ters pek çok şeyi kabullenmiş ve bize ait değerleri görmezlikten gelmişizdir. Bir başka dönemde Kur’ân’ı mensûh kitaplara mukayese ederek, onunla alâkalı türlü türlü şüpheler ortaya atıp halkı aheste aheste uzaklaştırmışızdır. Bir yönüyle, zayıf da olsa, Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) isnat edilen, “Öyle bir gün gelecek ki, o zaman Kur’ân bir vadide, insanlar bir vadide olacak.”10 hadisinin mânâsını doğru çıkarmışızdır.
Evet, bu hadisin de ifade ettiği gibi öyle devirler olmuştur ki, insanlarla Kur’ân arasında uçurumlar meydana getirilmiş ve onlar bir vadide, Kur’ân başka bir vadide kalıvermiştir; kalıvermiştir de hicranların en acısını yaşamıştır. Denebilir ki bir ölçüde biz, bu dönemde Kur’ân’ı terk etmişizdir ve Cenâb-ı Hak da bizi derdest edip baş aşağı getirmiştir. Aynı meseleye, Ebû Dâvûd’un Sünen’indeki, cihadı terk ile alâkalı bir hadis açısından da bakabiliriz: “Cihadı (gönülleri Allah’a uyarma) terk ettiğiniz zaman Allah size bir mezellet, bir aşağılık musallat eder; dine döneceğiniz âna kadar da o aşağılığı almaz üzerinizden.”11 Biz, bu ifadenin neresinde bulunduğumuzu düşünüp ürpermeliyiz.
Kur’ân-ı Kerim, geçmişiyle, geleceğiyle, aramızdaki hakemliğiyle muhtevâ bakımından her yanımızla bizi kucaklamasıyla vicdanlarımıza şunu ihtar ediyor: Bütün bunlara rağmen kim, zalim, cebbâr, baskıcı, müstebit bir adamın baskısı altında elini Kur’ân’dan gevşetir ve onu terk ederse Allah da o kimseyi derdest eder baş aşağı getirir.
Burada iki tavır söz konusu: Birincisi, Kur’ân’dan elini çekerek uzaklaşma. İkincisi de, uzaklaşmayla beraber ona bağlı yitirdiği şeyleri başka yerlerde arama. Bazen sadece bunlardan birine, bazen de ikisine birden maruz kalındı ki gelecek fıkra, bu ikincisinin üzerinde duruyor.
6. Madde: “Kim onun dışında hidayet ararsa Allah onu saptırır.”
Allah’ın insanı sapıklığa itmesi farklı farklı olur ve sapıklık sezilemedik bir çizgide gelişir ve gerçekleşir. Hidayette olduğu gibi dalâlette de başlangıçta açı gayet dardır ama hevâ, heves, fantezi, taklit, şöhret, kendini ifade hissi, aklın ifratkârlığı, hatta bazen cerbeze duygusu ile beslenen inhiraf, küfre varacak bir açıya ulaşabilir. Evet, her bir sapıklık ve küfrün mebdeindeki dar zâviyeli bir inhiraf, sonuçta kocaman bir sapıklık şeklinde karşımıza çıkar. Mezhep imamlarını hafife alarak yola çıkanların bugün Kur’ân’ı sorguluyor olmaları buna iyi bir örnek teşkil eder zannediyorum. İşte, –hafizanallah– eğer bizler böyle bir sapmaya düşersek zamanla Allah da bizi saptırır. Ve ondan sonra “Allah bir insanı saptırdı mı artık onu doğru yola getirecek yoktur.”12 fehvâsınca sapıklıktan sapıklığa sürüklenir dururuz. Belki de bir gün Kur’ân’ın yerine başka kaynaklar aramaya kalkarız. Tıpkı Asr-ı Saadet’te, bazılarının Allah Resûlü’nü bırakıp münafık hakemliğine müracaat etmeleri gibi: “Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam mânâsıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.”13
Evet bütün bu hususlar bizim için de geçerlidir. Yemin olsun ki, gönlünüzde en ufak bir rahatsızlık duymadan ve bir burukluk hissetmeden Kur’ân’ın hakemliğine razı olmazsanız Müslüman sayılmazsınız.
Hadiste, bundan sonra ayrı bir maddeye geçiliyor. Eğer sahabi ifadedeki silsileyi korumuşsa maddeler arasında bir telâzum da görülüyor. Meselâ, niye bunu aranızda hakem tayin etmiyorsunuz ki? Evet bu bir kavl-i fasıldır. İsterseniz bunu bir netice olarak görebilirsiniz. Kur’ân’ın dile getirdiği şeyler öyle şaka filan değil, ciddî konulardır. Burada aynı zamanda, Kur’ân’dan ellerin gevşetilmesi durumunda açık bir tehdidin söz konusu olduğu görülmekte. Tabiî, buna karşılık ona yönelmenin, onun hakemliğine müracaat etmenin de takdir edilmesi bahis mevzuu. Bu böyledir zira o;
7. Madde: “O, Allah’ın en sağlam ipidir.”
Bakara sûre-i celîlesinde Âyetelkürsî’yi müteâkip şöyle buyurulur: “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğûtu reddedip Allah’a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.”14 Doğru, kim Kur’ân’a sımsıkı sarılırsa o, hiç kopmayan, sarılanları kopup gitmeden sıyanet eden en sağlam bir ipe sarılmış demektir. “Metin” aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın isimlerindendir. Bu zâviyeden de, izâfetin konuya ayrı bir derinlik kazandırdığı muhakkak. Efendimiz, o ipin metin olmasını lafz-ı celâleye bağlayarak ifade ediyor, “Hablü’l-metîn” veya “Hablühü’l-metîn” demiyor, “Hablullahi’l-metîn” diyor…
İşte böyle, habl-i metin, bütün Esmâ-i Hüsnâ’yı tazammun eden Allah ismine izâfe edilince, bu söz, bütün gökte ve yerde isimleri tecellî eden Allah’ın ipi mânâsını kazanıyor. O ip, semadan size sarkıtılmış. –Rüyalarda da o ip semadan sarkıtılmış bir halat şeklinde görülür ve dine bağlılık şeklinde yorumlanır ki, Abdullah İbn Selâm, rüyasında böyle bir ip görmüş, ona tutunmuş ve yukarıya doğru yükselmiş olduğunu nakleder.– Sizi Allah’a (celle celâluhu) yükseltmeye ve vuslata ulaştıran, aldatmayan bir vesile demektir.
Evet o, semadan yere doğru uzanmış, bir ucu insanların elinde, bir ucu da dest-i kudrette olan, insanları kurtuluşa erdirecek kopmaz bir ip ve bir kulptur. Evvelâ, bütün esmâ-i ilâhiye, bütün sıfât-ı sübhâniyeyi hatırlatacak bir isimle Allah’ın ipidir. Rahmân’ın, Rahîm’in, Cemîl’in, Celîl’in değil, bütün bu isimleri hâvî olan, kalbinizin meyillerini bilen, hissiyatınızı sizden daha iyi anlayan, cenneti, Rahmân ve Rahîm isimleriyle sizin cismanî arzularınız için hazırlayan ve sizi ebede namzet kılan Allah’ın ipidir. O Allah ki metindir, O’nun ipi de çok metindir; o kopacak gibi bir ip değildir. Öyle ise çerik çürük insanların ipine tutunmanın hiçbir anlamı, hiçbir mânâsı yoktur. Eğer tutunup dayandığınız şeyle aldanmak istemiyorsanız, Allah’a dayanın ve güvenin; O’nun ipi olan Kur’ân’a da sımsıkı sarılın..!
8. Madde: “O hikmetli olan zikirdir.”
Zikir; anmak, Allah’ın (celle celâluhu) ismini tekrarlamak demek olduğu gibi hatırlatma mânâsına da gelmektedir. Bir de arkasından “hakîm” geliyor ki, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden olan bu sıfat, dikkatleri eşyanın perde arkasına çekmesi, varlığın melekût yanını nazara vermesi açısından, her şeyi hikmete bağlayıp ve akıbetiyle irtibatlandırarak hatırlatan Kur’ân’ın hususî isimlerinden sayılmıştır. Efendimiz’e de Sâhib-i Sünnet olması itibarıyla hakîm denir. Yani tabiat ve mâvera-i tabiatın lisanı demektir. Kur’ân-ı Kerim’de geçen hikmet sözünü muhaddisler, daha ziyade Efendimiz’in sözü şeklinde yorumlamışlardır.
Öyle ise burada geçen “zikr-i hakîm”, “hikmet yüklü bir hatırlatma” yani eşyanın perde önüyle olduğu gibi perde arkasıyla da irtibatlandırılmış bir hatırlatma demektir. Kur’ân-ı Kerim, bir hikmetler mecmuasıdır. Evet insan, Kur’ân-ı Kerim’de, aklıyla, mantığıyla, muhakemesiyle, felsefî anlayışıyla, ilmî düşüncesiyle yadırgayacağı hiçbir şeyle karşılaşmaz. Onun her meselesi akılla müeyyed ve her mevzuunun arkasında da bir hikmet ve bir maslahat nümâyândır. İnsan, fikren, zihnen, ilmen, ruhen ne kadar terakkî ederse etsin, ulaştığı her noktada onun hikmetle dalgalanan bayrağıyla karşılaşır. Hatta bir gökkuşağı gibi, onu geçecek gibi zannettiği noktalarda da hep onun berisinde kalır.
Evet, Kur’ân-ı Kerim bir zikir muhtevâsı olduğu gibi aynı zamanda hikmetle nümâyân, dünya-ukbâ esrarını şerh eden bir hikmetler mecmuasıdır.
9. Madde: “O, dosdoğru yolun ta kendisidir.”
İnsanlık, Kur’ân’la tanışacağı âna kadar ifrattan, tefritten kurtulamamış ve faydasız arayışlar arkasında tükenip gitmiştir. Allah’ın (celle celâluhu) rubûbiyetini itiraf, vahdâniyetini tasdik ve Peygamber’in teşrîî ve temsilî rehberliğini kabulün bir başka unvanı sayılan sırat-ı müstakîm, bu hususları aydınlatmadaki misyonu itibarıyla Kur’ân’ın ayrı bir nâmı olagelmiştir.
Aslında o, sadece itikat ve ibadete müteallik konularda değil, bütün içtimâi, iktisadî, siyasî, idarî konularda da insanları ifrat ve tefrite düşmekten sıyanet eden bir rehberdir. Bir yönüyle kapitalizm bir ifrat sistemi, komünizm bir tefrit sistemi; diğer bir yönüyle de komünizm bir ifrat sistemi, kapitalizm bir tefrit sistemidir ki, yerinde sadece mala ve sermayeye önem vermek suretiyle, yerinde de sırf emeğe önem vererek ifratlara, tefritlere düşülmüş ve sırat-ı müstakîm korunamamıştır.
Bu arada, sırat-ı müstakîmin Risalelerdeki tariflerini de hatırlatmakta yarar var: Evet, insanda had altına alınamayan kuvve-i gadabiye, kuvve-i şeheviye, kuvve-i akliye, kin, nefret, inat ve mantık gibi kuvveler, Kur’ân-ı Kerim’le tadil edilmediği takdirde dengesizlikler olacaktır. Hâlbuki insandaki kuvvelerin her birinde hem ifrat hem tefrit hem de denge söz konusudur.
Meselâ şehvet hissinin tefriti, ne helâle ne de harama alâka duymama gibi bir humûdettir; ifratı, helâl haram tefrik etmeden fısk u fücur yaşamaktır. Ortası ve dengeli olanı ise meşru olanına açık, gayr-i meşru bulunanından da uzak durmaktır. Yeme, içme, uyuma, konuşma gibi konularda da bu üç durum söz konusudur.
Bunun gibi, öfke, şiddet, hiddet (kuvve-i gadabiye) konularında da aynı durumlar vârittir: Kuvve-i gadabiyenin tefrit hali, korkaklıktır ki, hiç olmayacak şeylerden bile korku duyulur. İfratı, tehevvür ve saldırganlık şeklinde kendini gösterir ki, tedbiri, temkini ihmale bâdi olabilir. Ortası ise şecaattir ki, dinî ve dünyevî hakları konusunda canını feda eder ama gayri meşru ise bir sineğe bile ilişmez.
Aynı mülâhazalarla akla baktığımızda da bu hususları görebiliriz: Kuvve-i akliyenin tefrit hali gabâvet ve idraksizliktir ki, en basit şeyleri bile doğru dürüst kavrayıp değerlendiremez; hatta hakkı bâtıl, bâtılı da hak görebilir. İfratı, herkesi aldatacak ölçüde cerbeze ve diyalektik yapma hâlidir ki, bu, her zaman hakkı bâtıl, bâtılı da hak gösterebilir. Ortası ise hakkı hak bilip imtisal etme, bâtılı da bâtıl bilip içtinap etme halidir.
Sırat-ı müstakîm o kadar önemli ki, biz Allah’tan günde kırk defa bu yola girmeyi isteriz. Bu mevzu, bütün yönleriyle İbn Miskeveyh’ten Gazzâlî’ye ondan Bediüzzaman’a kadar pek çok kişi tarafından işlenmiş ve hakkında çok söz söylenmiştir.
10. Madde: “O, kendine uyanları hevalarına uymaktan korur.”
Kur’ân-ı Kerim, her zaman kendisine gönül verenlere –bir rehber, bir pusula gibi– hedeflerini gösterir ve onları sapmaktan korur. Bir kere bu Kur’ân, habl-i metindir; insan o ipe tutunmuşsa artık sapıtmaz. O, bizi çekip göğe yükseltecek bir ip olarak görülebileceği gibi, inananları hayat bâdirelerinden, berzâh gâilelerinden, öbür taraftaki bütün dâhiyelerden kurtaran bir köprü olarak da görülebilir. Öyle ki eğer bu ipe tutunur ve bu köprüye ulaşırsak kurtuluruz. Aksine hevâ ve heveslerimizin seliyle şuraya-buraya sürüklenir dururuz.
Bu itibarla, eğer insanlar bu kitaba sımsıkı sarılırlarsa, istikamete, itidale ulaşır, sırat-ı müstakîmi bulur, ifrat ve tefritin dengesizliklerinden kurtulur; fert ve aile plânında kendileri olur; devletler muvazenesinde yerlerini alır ve cihan çapında bir muvazene unsuru haline gelirler. Tıpkı seleflerimizde olduğu gibi. Onlar bu coğrafyada dengeyi temsil ediyorlardı, onlardan sonra bölgede ne denge kaldı ne de huzur. İşte sırat-ı müstakîmi yaşayan ve temsil eden bir devlet, devletlerarası dengede ne ise böyle bir duygunun kahramanı fert de kendi toplumu içinde aynı şeydir.
Kur’ân’da yine aynı kelimelerin kullanıldığı, “Rabbimiz, kalblerimizi kaydırma.”15 şeklinde bir dua vardır.
Şimdi ister Kur’ân-ı Kerim serası, ister atmosferi diyelim; onunla Allah’a teveccüh edenler bir koruyucu kalkan altına girmiş olurlar. Onun koruyucu sistemleri her yönüyle bir kısım dalâlet cereyanlarına karşı sığınılacak en sağlam sığınaklardır. Biz ona sımsıkı sarıldığımız sürece, kaymalardan, sapmalardan aşırılıklara girmeden, ifrata-tefrite düşmeden kurtulmuş olur ve selâmetle yolumuza devam ederiz. Ne korku ne telâş, huzur ve itminan içinde yaşar ve gider, O’na ulaşırız.
Ayrıca burada bir de Allah bize sika (güven) ve ondan biraz beri, istikamette tefvîz (her şeyi Allah’a havale etme), daha beride bazılarımıza teslim, bir kadem daha aşağıdakilere de tevekkül telkin ediyor; ediyor ve “Allah’a itimat edin.” diyor. Acaba ne kadar itimat edeceğiz?
Bana göre asgarî, nasıl ki, tehlikeli bir yerde çocuğunu kucağına alan anne ve baba, onu yalnız bıraktıkları zaman bile çocuk gayet emindir; çünkü onların kendisini uçuruma atmayacaklarına inanır. Onu havaya atıp eğlendirirken bile sürekli güler. Hatta aşağıya doğru düşerken dahi kahkaha atar; çünkü emindir annesinin, babasının onu yere bırakmayacaklarından.. evet işte burada böyle bir sika telkin edilmekte, böyle bir tefvîz vurgulanmakta ve böyle bir teslim ve tevekkül hatırlatılmaktadır.
11. Madde: “Lisanlar ve beyanlar onun sayesinde herhangi bir iltibasa maruz kalmazlar.”
Bu cümleyle de pek çok şey hatırlatılmakta; biz şununla başlayalım: Kur’ân-ı Kerim’e sımsıkı sarılırsanız, dininiz gibi dilinizi de korumuş olursunuz. Değişik âyetlerde ifade edildiği gibi Kur’ân aynı zamanda Arapları yâd-ı cemil haline getiren ve onları milletler arası en önemli konuma yükselten bir kitaptır. Kur’ân olmasaydı ne onların dilinden ne de dinlerinden söz edilebilirdi. Hepimiz ona çok şey borçluyuz; onlar herkesten daha çok borçlular. Evet, Kur’ân olmasaydı, gelip bugünlere ulaşmış bir Arap dilinden söz edilemezdi.
Ayrıca, zannediyorum burada, günümüzde çokça yaşanan mefhûm kargaşasına da işaret edilmekte. Her şeyden önce Kur’ân-ı Kerim’de Müslümanlığın tarifleri yapılmış, Müslümanlar nasıl isimlendirileceklerse öyle isimlendirilmişlerdir. Kapitalizm, komünizm, liberalizm, pazar ekonomisi, piyasa ekonomisi vs. sistemler Müslümanlığın yerine konamayacakları gibi, Müslümanın bunlardan birine nispet çerçevesinde adlandırılması da doğru değildir. Kur’ân’da, “Allah, sizi Müslüman olarak adlandırdı.”16 denir ve mefhûm kargaşasına, isimlerde iltibasa girmeye meydan vermez.
“Elif-Lâm-Râ. Bu Kur’ân öyle bir kitaptır ki, her fermanı gayet muhkem (yanlış tevile, yanlış tefsire meydan vermeyecek şekilde) kendi içinden delillerle desteklenmiş; sonra da güzelce açıklanmış (ve iltibaslara, yanlış anlamalara fırsat verilmemiş) tam hüküm ve hikmet sahibi, her şeyden haberdâr bir Hakîm ve Habîr tarafından gönderilmiştir.”17
12. Madde: “Âlimler, ona asla doyamazlar.”
Düşman ona buğzetse, cahil onu anlamasa da o, ulemânın, ışıkları gönüllerde baş ucu kitabıdır. Bir Ebû Hanife, İmam Gazzâlî, bir üstad Bediüzzaman Kur’ân’ı hiç ellerinden bırakmamışlardır. Meselâ, Üstad, hâfız olmadığı halde, Kur’ân’la o engin meşguliyeti sayesinde kafası âdeta bir fihrist gibidir. Eserlerine baktığınızda, falan yerde şu kelime, filan yerde şu kelime vardır.. o kelime sağındaki, solundaki kelimelerle münasebeti açısından şöyle, altındaki üstündeki kelimelerle münasebeti açısından böyledir.. diyerek hep Kur’ân içinde dönüp durduğunu vurgular.
Üstad Hazretleri, İmam Rabbânî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Abdullah Dehlevî, İmam Gazzâlî gibi insanların, sahabe-i kiram, tâbiîn-i izâm, tebe-i tâbiin-i fihâm, evliyâ-i kiram, asfiyâ-i fihâm efendilerimizin ona doyması şöyle dursun, onunla iştigalleri ölçüsünde ona karşı daha bir aç, daha bir susuz hale gelmişlerdir.
Evet bazı zamanlar insan Kur’ân okurken, doğrudan doğruya onun orijinal sesini duyar gibi olur.. sadece peygamberlikle alâkalı bazı âyetler istisna edilecek olursa, anlatılan devirleri, dönemleri bile aşarak bütünüyle Kur’ân’ın âdeta kendisine seslendiğini hisseder.
Eğer gerçekten bir insanın ilimden nasibi varsa, onun dimağ, ruh ve vicdanının hakikate uyanmış olmasının ölçüsü şudur: Böyle biri ilmî derinliği nisbetinde asla Kur’ân’a doymaz. Kur’ân’dan zevk almayanlar ya cehalet ya da ön yargı içindedirler. Cahillerin onu anlamaları, mebâdi-i malumatla, yani sadece kendilerine ilk mektepte yapılan ilk telkinlerin tesiri ölçüsündedir. Herhangi bir ön yargı ve şartlanmışlık içinde ona karşı kapalı olan ruhlara gelince, bunlar evvel-âhir ondan hiçbir şey anlamazlar. Bu arada ilimlere açık bazı kimseler de onu anlamıyorlarsa bunlar da ilmin ruhunu anlamamışlar ve taklitçilik içindeler demektir. Gerçek ulemâdır ki, bunlar asla Kur’ân-ı Kerim’e doymazlar.
Eğer Kur’ân-ı Kerim’i okuyan bir insan, bütünüyle kendisini ona verir ve sağlam bir konsantrasyona girebilirse, o enbiyâ-i izâmla sohbet ediyor; hatta mâverâ-i tabiatın sesini dinliyor gibi olur. Ben bazılarının bazı ahvâlde zaman üstü bir hâl aldıklarına inananlardanım. Onların Kur’ân sayesinde, enbiyâ-i izâmla sohbet ettiklerini, sahabe-i kiramın meclisine girip oturduklarını, his ve şuur dünyalarında on dört asır önceye gittiklerini düşünür ve hallerine imrenirim. Buna farklı bir zâviyeden Üstad da işâret eder. Evet bazen insan, Cibrîl-i Emîn’in soluklarını kulağının dibinde duyabilir. Bazen de “kemmiyetsiz-keyfiyetsiz” Mütekellim-i Ezelî’yi dinliyor gibi olabilir. Binâenaleyh Allah’tan dinleyen, Cibrîl’den dinleyen, Resûlullah’tan dinleyen veya aradaki mükâlemeye aynı zamanda şahit olan bir insan nasıl ona doyar ki?
Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’de, tarihî vak’alar, karakteristik olarak öyle büyülü anlatılır ki, insan kendini çağlar ötesi âlemlerde dolaşıyor gibi hisseder. İşte bu yönüyle de Kur’ân, doyulamayacak bir zenginlik sergiler. Ben şahsen, Kur’ân-ı Kerim’in bu yönüyle tam tahlil edildiği kanaatinde değilim. Benim görebildiğim kadarıyla, Kur’ân’da değişik vak’alar anlatılırken, anlatış tarzı ve verdiği koordinatlarla o vak’a kahramanlarını aynıyla hayallerinizde resmedebilirsiniz. Meselâ o, Hz. Nuh’un kavmi ile alâkalı konularda konuşurken,18 o kavmin sesini, soluğunu duyuyor gibi olur ve onu diğer toplumların üslup ve edâsından ayırt edebilirsiniz. Hz. Nuh’ un kavmi ile konuşma tarzı, Hz. İbrahim’in kavmi ile konuşma19 tarzından çok farklıdır. İkincisi size biraz daha mütemeddin, biraz daha tarih berisinde yaşayan insanlar gibi gelir. Hz. Musa’nın kavmi ile aralarındaki muhâverelerinde,20 onlara inen âyetlerde ve kavminin beyanlarında, ya da Firavun’un konuşmalarının dile getirilmesinde,21 sımsıcak veya sopsoğuk o hissiyat farklılıklarını duyabiliriz; duyabilir ve bunların Hz. İbrahim ile Allah arasında geçen konuşmalara22 hiç de benzemediklerini hemen anlarız.
Edebiyat tarihinde Şekspir belli ölçüde bu hususa kapı aralamış sayılabilir. Onu Hamlet’inde, Romeo-Julyet’inde takip ettiğiniz zaman âdeta mazinin hortlaklarının konuştuğunu duyar gibi olursunuz. O sizi üslûbunun sihriyle çeker tâ o dönemlere götürür ve hem konuşma tarzı, hem de üslûbuyla sizi bilmediğiniz esrarlı âlemlerde gezdirir.
Vicdanın zaman üstü ufkuyla Kur’ân-ı Kerim’in bu derinliği her zaman sezilebilir. Ancak, onun bir de bu zâviyeden tahlile tabi tutulmasında zaruret vardır. Merhum Seyyid Kutub o kapıyı yer yer aralıyor gibi olsa da net bir şey yaptığı söylenemez. Tefsirine bakıldığında yer yer bu tür tahlillere girdiği görülür, ancak ciddî olarak bu husus üzerinde durmadığı da bir gerçektir. Biraz edebiyat ufku olanlar, az da kelimelerin karakteristik yanlarıyla yerinde kullanılmasına vâkıf iseler, hem vakaî tarihine, hem kavimler tarihine, hem de peygamberler tarihine baktıklarında, zannediyorum geçmişe ait o sesi-soluğu, kendi karakteristik derinlikleriyle ve renkleriyle hissedebilir ve hiçbir edibin eserinde bulunmayan bir zevki duyabilirler.
Kemâl-i samimiyetle arz etmeliyim ki, Kur’ân’ın Türkçesinden bu hazzı almamız mümkün değildir. Şekspir, Goethe ve Tolstoy’un Türkçe çevirilerinde orijinal metinlerdeki ruh, mânâ ve zevki duymak mümkün olmayınca, Allah’ın kitabını Türkçe çeviriden duyup anlamanız nasıl mümkün olacaktır!? Cemil Meriç merhûm, Cevdet Paşa’nın eserinin sadeleştirilmesiyle alâkalı, “Cevdet Paşa bir dil üstadı idi, onu sadeleştirmek suretiyle derisini yüzdü berbat ettiler.” demektedir.
Kur’ân-ı Kerim’in lafızları, Üstad’ın tabirine göre, bir urba değildir. O lafızlar cilttir, deridir. Onu soyduğunuzda, muvakkaten bir tazelik hissetseniz de, bu uzun sürmeyecek; sevimsiz bir hâl alacak, sizi ürkütecek, kaçıracak ve nazarınızda fevkalâde sevimsiz görünecektir. Hattâ denebilir ki tercüme meraklılarının gizli niyetlerinde, Kur’ân-ı Kerim’in o sihirli derinliklerini sığ göstermek ve bu kabîl tercümelerle onu avamîleştirip milleti ondan soğutmak için bir kasıt, bir gayenin var olduğu her zaman söylenebilir.23 Kur’ân, mealle ifade edilmesi şöyle dursun, Allâme Hamdi Yazır’ın tefsiri gibi en müdakkikâne eserlerde bile –hiç mübalağa yapmadan söyleyeceğim– Kur’ân’ın semavîliğinin yarısından çoğu gitmiştir. Bana göre bu yine de iyimser bir yaklaşımdır. Onun, doğrudan doğruya Allah kelimeleri ile ifade edilişinde, tarifleri aşan ve zevk edilip ama söylenemeyen öyle füsûnlu bir buudu vardır ki, ne zaman o kendi diliyle ifade edilse insan büyülenir.
İşte bu enginlikteki Kur’ân’a elbette ki âlimler doyamayacaktır. Hangi âlimler? Kur’ân’ın ulûm-u diniye ve fünûn-u müsbeteye taallukunu, zâhirini, bâtınını, şücûnunu, gusûnunu, kalbin, vicdanın, sırrın, hafînin, ahfânın esrarını, eşyanın perde önünü perde arkasını, mülkü, melekûtu bilecek ve nazarını şehadet âlemi ile gayb âlemi arasında gezdirebilecek âlimler.
Evet Kur’ân-ı Kerim’i sürekli tahlil eden, her zaman onun engin ufuklarında dolaşıp duran kalb ve kafa insanları kat’iyen ona doymazlar.
Bir de bu arada, eğer gerçekten tam bir konsantrasyon söz konusu ise –ki onu da biz Kur’ân’ı, kendisine inmiş gibi okumak şeklinde anlıyoruz– peygamberlik meselesine müteallık hususları müstesna kabul edip, o asliyete tebaiyet mülâhazası ve o muayyeniyete tecrit tavrıyla, “Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve (insanları) uyar!”24 âyetini, herkes kendine göre aynen duyabilir; duyabilir de, inancının, onun içinde renklendirdiği sözler karşısında: “Acaba bu ses tavandan mı duvardan mı, yoksa zeminden mi geldi, ya da vicdanımdan mı yükseldi, yoksa Kur’ân’ın derûnundaki kendi sesi midir bu?” der ve hayretler yaşar.
Evet insan, tam bir konsantrasyonla kendini Kur’ân’a verdiği zaman bunu apaçık duyabilir. Aksine almacı iyi olmayan bir insan, gönderme ne kadar güçlü de olsa bir şey alamaz. Tabiî almacı olup da frekansı bulamayan da alamaz. Frekansı bulup da tam kalibrasyon yapamayan kimse de alamaz. Bir de havada şerâreler varsa ve bu almaç o şerârelerin altında ise yine onu alamaz. İnsan, sürekli bir bekleyişle, sürekli frekans ayarlayarak onu yakalamaya çalışmalı ve hep ona yönelik bulunmalıdır. Unutmamak lâzım ki ancak teveccühe teveccüh olur.. bakarsanız bakarlar size. Yani insan da tıpkı günebakanlar gibidir. Yüzü ona doğru müteveccih olduğu sürece ondan istifade eder; eğer ondan gelen şualar kesilirse o da kapanır. Ve kapanınca da hiçbir şey alamaz. Rabbim hepimize o Kur’ân’ın ruhuna mahsus derinliği, neşveyi duyursun, ibadetler üstü ibadetler sayılan onu okumaya karşı içlerimizi aşk u şevkle coştursun!
13. Madde: “Kur’ân, çok tekrar etmekle eskimez ve usanç vermez.”
Bu maddeyi okuyunca aklımıza hemen, “Zaman eskidikçe Kur’ân gençleşiyor.”25 sözü geliyor.
Kur’ân-ı Kerim’i, ona doymayan ulemânın yaklaşımı ile okuyan insanların, her okudukça yeni yeni şeyler keşfedecekleri, erbabınca müteâref bir konu. Tabiî, bunu biraz da Kur’ân’la fazla içli-dışlı olanlar anlar. Necip Fazıl, şiirlerinde hep derinlik takip eder. Öyle ki, onun nazımları, şiirden daha çok noktalama, nükteleme türündendir. O, çok defa derin şeyleri bir beyte, bir mısraya sıkıştırıp ifade eder ki, bunlara “manzum vecize” de denebilir. Bazıları, şiir deyince biraz da dış yüzü itibarıyla plastize bir şey arzu eder; ifadelerin süslü olmasını ister. Ama Necip Fazıl’da bunun yerine ürperten bir derinlik vardır. Hele onun bazı mısraları, bazı beyitleri vardır ki, on defa okumadan gerçek gayesini yakalayamazsınız. Hiçbir zaman yakalayamayacağımızın sayısı da az değildir.
Burada kastettiğim, Ahmet Haşim gibi veya günümüzde bazı serbest şiir yazanların ya da ığlâkta keramet arayan bazı sembolistlerin anlaşılamaması şeklindeki fantastik ipham da değildir. Anlaşılabilir malzeme kullanılmış, anlaşılabilsin diye yazılmıştır ama onun tefekkür ufku çok derin olduğundan zor anlaşılmaktadır. Bu zor anlaşılır şeyleri, bazen bir okuyuşta, bazen iki okuyuşta, bazen de birkaç defada ancak anlayabilirsiniz. Necip Fazıl’da, Mehmet Âkif’te hattâ Muallim Nâci’de, –ki onu o seviyede şair saymazlar– Yahya Kemal’de başımızı döndüren mısralar vardır. Ama zannediyorum bu altın mısraları dahi size birkaç defa okusam bıkkınlık izhar edecek ve artık dinlemek istemediğiniz imasında bulunacaksınızdır. Evet, her şey eskir, dinlenmez hale gelir ama gördüğünüz gibi Kur’ân devamlı okunmasına rağmen yepyeni ve taptaze kalabilmiş biricik söz sultanıdır.
Evet o hiç eskimemiştir ve canlı gönüllerin ona doyması da söz konusu değildir. Sahabe efendilerimiz Kur’ân’a doymadan gitmişlerdi. Onlar derin bir zevk ve şevk içinde Kur’ân-ı Kerim’i Efendimiz’den duyar duymaz ona karşı duydukları derin hâhişle onu hemen hafızalarına alır, sonra da bitmeyen bir heyecanla tekrar eder dururlardı. Ruhları bu işe o kadar açık ve öylesine aç bir bekleyiş içinde idiler ki kelime kelime Kur’ân inerken, Ramazan’da oruçlu bir insanın kevser yudumlaması gibi, gırtlaklarından aşağıya inen her şeyi, bünyelerinin derinliklerine kadar takip eder, duyar ve onunla âdeta büyülü gibi yaşarlardı. Bu itibarla da onlar, o mâide-i semaviyeyi her gün orijinal bir kılıf içinde duymuş, yaşamış ve Kur’ân’a doyamadan gitmişlerdi…
Onlardan sonra da en esaslı Kur’ân okuma, tâbiîn-i izâm döneminde olmuştur ki, bazı uzun gecelerde Kur’ân’ı iki defa hatmeden insanlardan bile bahsedilir. Ebû Hanife’nin Ramazan-ı şerifte bir gündüz bir de gece hatmettiğini menkıbe kitapları söylüyor. Şimdi hangi şey vardır ki, bu kadar çok okunduğu halde ülfet olmasın!? Oysa ki onlar ömürlerinin son anına kadar Kur’ân okumuşlardı ama zerre kadar bir usanma, bir bıkkınlık ve bir ülfet olmamıştı.
“Ben şiirin peygamberiyim.” diyen Mütenebbî’den Maarrî’ye bütün iddialı söz üstadları, Kur’ân karşısında aczlerini itiraf etmiş ve âvâz âvâz Kur’ân’ın hep taze kaldığını haykırmışlardır.
Ben şahsen hafızım ve hayatında iki defa hafızlık yapanlardanım. Bir, on küsur yaşlarındayken babam yaptırmıştı. Bazı sebeplerden ötürü üzerinde duramadığımdan tamamen unutmuştum. Daha sonra 1980’lerde tekrar dört ayda hafız oldum. Fakat kemâl-i samimiyetle söylemeliyim ki, onu her okuyuşta yeni yeni ufuklar, yeni yeni kıtalar keşfediyor gibi oldum. Ona gönlünü veren herkesin de aynı şekilde düşündüğünü zannediyorum. Elverir ki, mânâya âşina olarak ondaki ilâhî maksatlar takip edilebilsin ve biraz da –daha önce de bahsettiğim gibi– konsantrasyon içinde ciddî bir biçimde okunsun.
Evet işte bu çerçevede onunla iştigal edenler, ilmî ve fikrî ufuklarının derinliği ölçüsünde büyülenir de: “Dolaştım vadi vadi, sonra anladım ki her şey kuru bir hayal imiş. Meğer her şey sendeymiş; sendeymiş ama ben, sağda-solda beyhude dolaşmışım.” der ve onun karşısında tazimle eğilirler.
Dünyada yüzlerce insan tefsir yazıyor.. onu şerh ve izah ediyor.. onun etrafında dolaşıp duruyor; ne var ki hiçbiri ona doymuyor; doymayacak da. Bundan sonra da fünûn-u müsbete ve ulûm-u diniyeye dair, daha mahir üstadlar, onunla alâkalı yeni yeni şeyler yazacaklar, insanlığa ibrişimden dantelalar gibi yorumlar sunacaklar; ama gün gelecek en yeni yorumlar bile eskiyecek fakat Kur’ân hep yeni, hep taze kalacaktır.. evet o ezelden geldiği gibi ebede gidecek; Allah kelamı olduğu, mahlukat kelamı olmadığı için de mahlukat gibi eskimeyecektir. Bu da “Şüphesiz o Kur’ân’ı Biz indirdik; onu koruyacak olan da yine Biziz.”26 âyetiyle anlatılan ilâhî taahhüdün bir vesilesi demektir.
Bir mütefekkir, Ra’d sûresini tefsir ederken bir yerde şöyle der: “Şimdiye kadar onu çok okumama rağmen, sanki ilk defa okuyorum gibi geldi bana. Onu her tekrar edişimde bana yeni bir kısım şeyleri ilham ettiğini, farklı şeyler anlattığını hisseder gibi oldum. Ne var ki onu, yeniden ele alıp, kaleme döktüğüm zaman, duyduğum şeylerin şimdiye kadar duyduklarımdan çok farklı olduğunu gördüm.” Evet bizim düşüncelerimiz belki eskiyebilir ama o, herkesi büyüleyen sihriyle hep tazedir.
14. Madde: “İnsanı şaşırtan, hayrete sevk eden güzellikleri bitmez tükenmez.”
Kur’ân-ı Kerim’de baş döndüren güzellikler sıra sıradır. Onunla meşgul olurken her an ayrı ayrı sürprizlerle karşılaşır ve başınızın döndüğünü hissedersiniz. Ehl-i ilim ve ehl-i kalbin duyup görüp hissettikleri bizi aşar. Yeri gelince onlara da temas edilebilir. Bizim gibi avamdan insanlar bile her an onun bir büyü ve tesiriyle ürpermektedirler. Sübjektif de olsa onun nuranî tecellîsinin karanlık atmosferimdeki bir tesirini arz etmek istiyorum:
Geçen gün bir âyet dilime dolandı. Onu o kadar çok tekrar etmişim ki, kendime geldiğimde hâlâ dilimdeydi: وَإِمَّا نُرِيَنَّكَ بَعْضَ الَّذِي نَعِدُهُمْ أَوْ نَتَوَفَّيَنَّكَ. Efendimizi muhatap alan bu âyetin meali, “Ya onlara vaad ettiğimiz şeylerin bazılarını Sana gösteririz veya Seni vefat ettiririz (de Senden sonrakilere gösteririz).”27 şeklindedir; yani sen, umduğun, beklediğin, hayal ettiğin, gönlünü onlara bağladığın şeyleri görmeyebilirsin.
Bu kabîl âyetleri, normal tefsirlerde, meallerde okumuşsunuzdur. Ancak siz, her okuduğunuz meal ve tefsirde daha önce size ifade ettiği şeylerden çok daha farklı şeyler duyarsınız. Bir bakarsınız zihninizde çok orijinal bir şey belirivermiş. Hatta bazen Kur’ân okurken, yine Kur’ân’ın feyzi ve bereketiyle âyetlerle alâkalı öyle mülâhazalar aklınıza gelir ki, bu mülâhazaları en müdakkik âlimlerin eserlerinde bile bulmak mümkün değildir.
Kur’ân öyle tükenmez bir cevher hazinesidir ki, herkes kabiliyetine göre bundan istifade eder. Bu husus, İmam Rabbânî’nin eserlerinde ve Bediüzzaman’ın külliyatında çok zikredilen “Bu Allah’ın bir lütfudur, onu dilediğine ihsan eder.”28 âyetine bağlanarak anlatılır.
Evet oturup, sâfiyâne sinelerle Kur’ân’a ait bazı meseleleri müzakere ederken, allâmelerin aklına gelmeyen şeyler en âmî insanların kalbine doğabilir ve bunu O’nun kelimeleri ile, o kelimelerin nüanslarıyla telif ederek, Arapça sarfın, nahvin kâide ve prensiplerine göre, siyakla sibakla, sûre ile sûrenin diğer sûrelerle münasebeti içinde öyle yorumlar ve yerine oturtursunuz ki, zannediyorum tefsirden anlayan allâmeler dahi hayrete düşerler.
Haddizatında bunlar sizin dimağınızdaki cevvâliyetin, anlayışın, idrakin ve ufkun neticesi değildir. Bunu, Allah’ın (celle celâluhu) lütfunun, Kur’ân’da tecessüm etmesi, Kur’ân’ın bir acayipler hazinesi olmasında aramak lazımdır. O acayipler o kadar çoktur ki, her köşe başında hayrete düşebileceğiniz bir sürprizle sizi karşı karşıya getirir ve bu hiçbir zaman da bitmez. وَلَا تَنْقَضِي عَجَائِبُهُ cümlesi biraz da istikbale matuftur. Demek ki bu söz, istikbalde Kur’ân-ı Kerim’in değişik acayiplikleri ortaya çıkacağına işaret etmektedir. İçtimaiyat, iktisadiyat, idare, hukuk adına tahsil edilen şeylere baktığımızda bir hayli gayrete şahit oluruz. Fünûn-u müsbete, psikoloji, pedagoji adına da bazı şeylerin karalandığını söyleyebiliriz.
Öyle zannediyorum ki yakın bir gelecekte, bu ilimler geliştikçe, Kur’ân yeniden ele alınacak, tahlile tâbi tutulacak ve yeniden o muhtevasındaki cevherleri insanlığın önüne serecek, serpecek ve her yerde zuhur edecek olan uzmanlar onu, çağın idrakine göre yeniden konuşturacak ve onun ne bitmez bir hazine olduğunu bir kere de onlar vurgulayacak ama, وَلَا تَنْقَضِي عَجَائِبُهُ fehvâsınca istikbale matuf onun inkişafı hiçbir noktada durmayacak, hep salkım salkım açılmaya devam edecektir. İnsanlar hiçbir zaman ondaki söz ve düşünce ufkuna ulaşamayacak, aşamayacak; her zaman onun berisinde kalmanın inkisarı veya inşirahı ile yutkunacak ve “De ki: Rabbim’in kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsaydı; hatta ona bir misli takviye dahi gönderseydik bunlar biter, tükenirdi de Rabbim’in kelimeleri bitmezdi.”29 âyeti dillerine dolanacaktır. Bu varlık âlemi O’nun kitabı, tekvînî emirler çerçevesinde O’nun beyanı; bu âlemin büyük küçük parçaları, parçacıkları da O’nun sözleri ve kelimeleridir. Kâinatın içindeki canlı-cansız varlıklar, kanunlar-nizamlar, küllî kaideler, cüz’î disiplinler Kur’ân’da birer söz, birer beyan şeklinde yerini alır; imana dönüşür içimize akar, hayrete inkılâp eder, dimağlarımızda kaynamaya durur. Hem öyle bir akar ve kaynar ki, insan başka şeylere başvurma ihtiyacını duymayacak hale gelir. Çünkü Kur’ân’ın gözlere ve gönüllere sunduğu mânâ ve muhteva bitecek gibi değildir.
15. Madde: “Bu öyle bir kitaptır ki, cinler onu dinlemeye kendilerini saldıkları zaman şöyle demek mecburiyetinde kaldılar: ‘Biz acayip bir kitap dinledik. Bu Kitap doğruluğa götürüyor. Biz de hemen ona inandık.’”30
Buradaki عَجَبًا kelimesi üstteki cümle ile de irtibatlı olduğunu gösteriyor. Demek ki cinler bile onu çok acayip bulmuşlar ve ona büyülenmişler. Bu acayip ve harika şeyler, insan, eşya ve Yaratıcı arasındaki münasebetten varlığın esrarı ve Kur’ân’ın büyüsüne kadar pek çok şeyi ihtiva ediyordu. Buradaki acayiplikler eşyanın tabiatı, insan zihni ve insan mantığı ile telif edilebilecek cinsten acayipliklerdi. Herkes onun içinde kendi mantığı ile münasebeti ölçüsünde bir şeyler buluyordu ki, bir yönüyle ondaki bu acayiplik insan mantığına da acayipler adına bir nâmütenâhilik kazandırıyor. Yani aynı zamanda insan mantığı öyle derinleşiyordu ki, onun mantığı bu kadar acayip olmasaydı, o harikulâdelikleri duyamazdı. O acayiplikleri insanın önüne seriyor ve insan mantığı da değişik acayipliklere uyanıyor ve onları seziyordu. Öyle ki bir ölçüde eşyanın perde arkasına muttali olan cinler ona ulaştıkları zaman “Biz acayip bir Kur’ân işittik.” dediler. Ya da “Okunan bir şey veya hakkı bâtıldan ayıran tilavet işittik.” dediler ve kendilerini ona salıverdiler. فَاٰمَنَّا بِه öyle büyüleyici bir şey ki bu acayip, sadece ilk duydukları anda, bu acayibi duymak onlara kâfi geldi de “âmennâ” dediler ve “Biz vicdanlarımızda Kur’ân-ı Kerim’i kabul ettik.” itirafında bulundular.
Tefsirciler, bu meseleyi şu şekilde naklederler: Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahiy geleceği âna kadar cinler gök kapılarını dinlerlerdi. Bir gün taşlanıp kovulduklarını görünce, yerde değişik bir şeyler olduğu düşüncesiyle meseleyi araştırmaya koyuldular. O esnada, Efendimiz de Mekke halkının tazyiklerinden sıkılarak Taif’e uğramıştı ve dönüşte de Nahl vadisinde ikamet buyurup, sabah namazı vaktinde Kur’ân okuyordu. Derken, yeryüzündeki esrarı araştıran Nasîbîn cinlerinin büyükleri oraya uğramışlardı. Kur’ân’ı dinlediklerinde, yerde ve gökteki değişikliğin sırrını anladılar ve belledikleri Kur’ân âyetleriyle kavimlerine döndüler. Bu konuda diğer bir görüş de şudur: Peygamberimiz insanlara olduğu gibi cinlere de gönderilmiş bir Nebi’dir. Cenâb-ı Hak (celle celâluhu) onlara da Kur’ân okumasını istemişti. O da onlara Kur’ân’dan bazı âyetler okumuştu. O, Kur’ân okurken de cinler, birbirlerine “Susun!” demiş saygıyla dinlemişlerdi31 ve kavimlerine dönünce de: “Ey kavmimiz! Doğrusu biz Musa’dan sonra indirilen ve kendisinden önceki kitapları tasdik eden bir Kur’ân dinledik. O, gerçeği ve doğruyu gösteriyor. Ey kavmimiz! Allah yoluna davet eden bu elçinin çağrısına icabetle iman ediniz ki, Allah da sizin günahlarınızı affetsin ve sizi acı bir azaptan kurtarsın…”32 demişlerdi.
Hâsılı, cinler Kur’ân’ın bazı sûrelerini dinlemiş, büyülenmiş ve kendilerini bu ilâhî mesajı başkalarına da duyurmaya adayarak hemen harekete geçmişlerdi.
16. Madde: “Onu konuşmasına esas alan doğru konuşmuş olur.”
Evet, onu konuşturan ve o eksende konuşan doğru konuşmuş olur. İfadelerinde ona bağlı kalan, düşüncelerini onunla irtibatlı götüren, söylediği her söz ona dayanan ve sözlerinin malzemesini ondan alan doğruyu konuşmuş olur. Ferdî hayatı adına onu konuşturan doğru konuşmuş; millet hayatı adına söz hakkını ona veren doğru davranmış olur. Beyanında ondan güç alan onu konuşturmuş, ulûm-u diniye, fünûn-u medeniye adına onu konuşturan da doğru konuşmuş ve böylece her haliyle o, yalandan yanlıştan uzak kalmış sayılır.
Değişik dönemlerde ve günümüzde bir hayli beyan insanı ve söz sultanı yetişmiş ve bu kimseler farklı sistemler, ekoller, cereyanlar meydana getirmişlerdir. Ama, bütün bu yollar ve sistemler arasında Kur’ân’ın tesiri bir başka olmuş ve onun ortaya koyduğu düşünceler ve bunları vaz’etmekteki üslûp hep bir fâikıyet ifade etmiştir.
Doğrusu, Kur’ân’ın ortaya koyduğu konularda ve bunları vaz’etme üslûbunda öyle bir üstünlük vardır ki, ondan bir-iki âyetin bile bizim sözlerimiz içinde yer alması onları değiştirir, güzelleştirir, güçlendirir ve işitenler üzerinde derûnî bir tesir icra eder. Zira “Bu Kur’ân Rabbü’l-âlemîn’in indirdiği bir kitaptır. İnzar eden nebilerden biri olman için onu, Ruhü’l-Emin senin kalbine apaçık bir Arapça ile indirmiştir.”33
17. Madde: “O’nunla amel eden mutlaka mükâfat görür.”
Kur’ân’la amel etmeye terettüp eden mükâfatların başında, sapıklıktan kurtulup, delillerin, burhanların ve hususî ilâhî inayetin diğer bir unvanı sayılan hidayet gelir. Kur’ân evvel ve âhir müttakî gönüllere bir hidayet kaynağıdır. Gerçi o, potansiyel olarak bütün insanlara bir hidayet vesilesidir ama onun bu vesileliği, insanların ön yargısız ona yönelmelerine ve onu hayat düsturu edinmelerine bağlıdır.
Kur’ân çizgisinde amele, amel-i salih denir ve bu bir insan için ikinci derecede önemli bir mazhariyettir. Dosdoğru inanmadan, namazı tastamam eda etmeye, ondan zekât ve değişik yardımları kusursuz yerine getirmeye uzanan çizgide Hakk’ın hoşnutluğu hedeflenerek yapılan bütün güzel amellerdir.
Bütün bunların sonunda hidayette sabitkadem olarak kalma, kurtuluşa erme, Cennet ve cemâlullahla şereflendirilme ecri gelir ki, Allah, “İman edip amel-i salih işleyenleri, içinden ırmaklar akan, kendilerine has cennetlerle müjdele.”34 diyerek mebde’den müntehâya geniş bir ecr ü mükâfat muştusuyla Kur’ân hademelerini veya o kapının sadık bendelerini ödüllendireceğini vaad eder.
18. Madde: “Kim onunla hüküm verirse adaletle hükmeder.”
Kim, onu hükümlerine esas, kıstas, mihenk kabul ederse adaletle hükmetmiş olur. Allah (celle celâluhu), Kur’ân-ı Kerim’inde Peygamberimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Biz şu emri indirdik ki, onların arasında Allah’ın inzal buyurduğu ile hükmedesin. Öyle ise sakın onların keyiflerine uyma ve Cenâb-ı Hakk’ın indirdiği hükümlerin bir kısmından bile olsa Seni caydırmalarından hazer et.”35 diyerek bize her meselede değişmeyen kaynağı salıklamaktadır ki, böylece bize insanlar arasında adil olmanın, adaletle hükmetmenin yolu gösterilmiş olmaktadır. Allah (celle celâluhu), Efendimiz’e (sallâllahu aleyhi vesellem): “Hükmedeceksen (Kur’ân’ın tarif ettiği) adaletle hükmet; zira Allah, adaletle hükmedenleri sever.”36 buyurmuştur.
Kur’ân, ihkak-ı hak etmek için inmiş, hakkı konuşmuş ve hep hak üzerinde durmuştur. Ömrünü ona bağlı götürenler haktan şaşmaz. Ondan kopup gidenlerse kat’iyen hakka ulaşamazlar. Kur’ân’ı insafla dinleyen geçmiş peygamberlerin ümmetlerinin tavrı şöyle nakledilir: “Onu işittiklerinde, onda aşina oldukları (ve gönüllerinde aradıkları) hakikatlere ulaşınca gözlerinin yaşlarla dolup taştığını görür ve şöyle dediklerine şahit olursun: İman ettik Rabbimiz!. Bizi de hakkın şahitleri (defterine) yaz!”37
19. Madde: “Kim ona çağırırsa, doğru yola çağırmış (ermiş) olur.”
Bir kimse işim, davam der, herkesi ona davet ederse kendisi sırat-ı müstakîme ulaşmış olur ki, sırat-ı müstakîmin kendisi de odur.
Sırat-ı müstakîm, Allah yolu, O’na ulaştıran doğru yol, Allah kitabının muhtevası, iman ve İslâm esasları, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun ashabının yürüdüğü şehrah veya doğru yol ve İslâm milleti gibi hususların çoğu ya da mecmuundan ibaret görülmüştür. Bu çerçevede verilen “sırat-ı müstakîm” bizde, insanları yanıltmadan, sağa-sola saptırmadan, ifrata-tefrite düşürmeden dosdoğru hakka ve selâmete ulaştıran herkese açık ve kapsamlı bir mânevî yol hissi uyarır. Böyle bir yol hissi, bir tasarı ve bir hayalden ibaret değildir. O defaatle hayata geçirilmiş, uygulanmış ve o yolda yürüyenleri dünyevî-uhrevî saadetlere erdirmiş işlek bir yoldur.
Başımızı kaldırıp geçmişe baktığımızda, hemen birkaç adım önümüzde Nebiler, sıddîkler, şehitler ve salihlerin izleri ile karşılaşırız; karşılaşır ve kendimizi âdeta onların güzel bir refîki gibi görürüz.
Bu biricik necat yolu Kur’ân’ın tekeffülündedir. Kur’ân’a çağrı bu yola çağrıdır. Kur’ân beraberliğini duyma, sırat-ı müstakîm erbabının maiyyetini duyma demektir. Bu yolda yalnızlık yoktur, bu yolda gurbet söz konusu değildir. Zira bu yol, her zaman insanlığın en namdârlarının gelip geçtiği, gidip peygamber refâkatine erdiği, kanatlanıp Allah’a (celle celâluhu) ulaştığı bir tarîk-i mücerreb ve muabbeddir (işlek yol). Onda yürüyen maksuduna erer; sapıtıp gitmekten ve Allah’ın gazabına uğramaktan kurtulur.
Allahım! Hidayet eyle bizi Kur’ân’a ve onun gösterdiği doğru yola; o kendilerine nimet verip mutlu kıldıklarının yoluna.. ve yerler, gökler dolusu salât ü selâmda bulun o Zât’a ki, insanlığa bu nurlu yolda rehber oldu.. ve O’nun âline ve ashabına ki, bu yolda adım adım O’nu takip ederek bize hüsn-ü misal teşkil ettiler.
Dipnot:
- Cin sûresi, 72/1-2.
- Tirmizî, fezâilü’l-Kur’ân 14; Dârimî, fezâilü’l-Kur’ân 1; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/91. Kur’ân’ın faziletine dair olan bu hadis-i şerifi, hadis imamlarından Tirmizî, Dârimî ve bir kısmı itibarıyla da Ahmed İbn Hanbel nakleder. Bu hadis, Kur’ân-ı Kerim’in ruhunu, mâhiyetini, muhteva ve hususiyetlerini ve onun nasıl bir hazine ve cevherler definesi olduğunu bu ölçüde derin ve özlü ifade edebilen en câmi hadistir. Ne var ki, senedindeki zayıf raviler ve inkıta’dan ötürü bu câmi hadis mualleldir. Hâris el-A’ver için, Yahyâ bin Maîn ve Ahmet bin Salih “sika” deseler de, Şa’bî onun bir yalancı olduğunu söylemiş; hatta o, Râfizîlikle suçlanmıştır. Ali İbnü’l-Medînî, Ebû Zür’a ve Ebû Hatim er-Râzi de onu yalancılıkla itham etmiş ve rivayet ettiği hadisin alınamayacağını söylemişlerdir. (Bkz.: İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 6/168; İbn Ebî Hâtim, el-Cerh ve’t-ta’dîl 3/78; İbn Hibbân, el-Mecrûhîn 1/222.)
Tirmizî, hadisin ancak bu senetle gelen şeklini bildiğini, isnadının munkatı, seneddeki Hâris el-A’ver hakkında da tenkitlerin olduğunu söyler. Ahmed Muhammed Şâkir de Müsned’deki rivayeti tahkik ederken, senedinin çok zayıf olduğunu söyledikten sonra Tirmizî’nin rivayeti için de İbn Kesir’in “Hamza bin Habîb ez-Zeyyât’ın, rivayetinde teferrüd etmediği…” (Bkz.: Ahmed Muhammed Şâkir, Şerhu Müsnedi Ahmed İbn Hanbel 1/473.) şeklindeki değerlendirmesini naklederek konuyu kapatır.
Her şeye rağmen, yukarıda ismini verdiğimiz hadis kitapları da, onu rivayet etmede beis görmemişlerdir. Daha sonraları ise, senedindeki zaafiyeti belirttikten sonra birçok müellif bu hadisi kitaplarına almışlardır. Hadis, Hilye, el-Fakîh ve’l-Mütefakkıh, İthâfu’s-Sâde gibi kitaplarda nakledildiği gibi, Kurtubî’nin tefsirinde, Begavî’nin Şerhu’s-Sünne’sinde de zikredilmektedir. Bu itibarla da onun ümmetin kabulüne mazhar olduğu söylenebilir. Hatta hadis ilminin büyük otoritelerinden İmam Nevevî gibi zatlar, Kur’ân’ı anlatırken bu hadise mutlaka müracaat etmişlerdir. (Bkz.: el-Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân 1/5.)
Bu hadisi, öteden beri bazı hocalarımızdan duymuş olmamız ve konusunda tek hadis olması bizim de ilgimizi çekmiştir. Böyle bir cevher hazinesini taşıyan insanlardan bir tanesinin, bazı hadis imamlarınca mecrûh olmasına ve senedindeki zâfiyete rağmen biz, metnin parlaklığı ve muhkemâta uygunluğuna bakarak, ona itibar edenlerin yanında olmayı düşündük. Hadis, Kur’ân’ı tarif etmedeki câmiiyyeti yönüyle en mühim rivayetler arasındadır. Bu hadisin, 19 madde ihtiva etmesi de ayrı bir hususiyet arz etmektedir.
- Yûnus sûresi, 10/92.
- İbrahim sûresi, 14/19.
- Rûm sûresi, 30/2-4.
- Rûm sûresi, 30/4.
- Fetih sûresi, 48/27.
- İsrâ sûresi, 17/23.
- Tirmizî, cenâiz 34; Ebû Dâvûd, edeb 42.
- el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 4/98.
- Ebû Dâvûd, büyû’ 54; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 5/316.
- A’râf sûresi, 7/186.
- Nisâ sûresi, 4/65.
- Bakara sûresi, 2/256.
- Âl-i İmrân sûresi, 3/8.
- Hac sûresi, 22/78.
- Hûd sûresi, 11/1.
- Bkz. Hûd sûresi, 11/25-49; Mü’minûn sûresi, 23/23-30; Şuarâ sûresi, 26/105-121; Nûh sûresi, 71/1-28.
- Bkz. Bakara sûresi, 2/258; En’âm sûresi, 6/74-83.
- Bkz. Bakara sûresi, 2/54-71.
- Bkz. A’râf sûresi, 7/103-141.
- Bkz. Bakara sûresi, 2/260.
- Bediüzzaman, Mektubat s.384 (Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas).
- Müddessir sûresi, 74/1, 2.
- Bediüzzaman, Sözler s.802 (Lemeât); Mektubat s.535 (Hakikat Çekirdekleri).
- Hicr sûresi, 15/9.
- Yûnus sûresi, 10/46.
- Hadîd sûresi, 57/21.
- Kehf sûresi, 18/109.
- Cin sûresi, 72/1-2.
- el-Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve 2/228; el-Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân 16/216.
- Ahkaf sûresi, 46/30-31.
- Şuarâ sûresi, 26/192-195.
- Bakara sûresi, 2/25.
- Mâide sûresi, 5/49.
- Mâide sûresi, 5/42.
- Mâide sûresi, 5/83.