Hicret, mukaddes bir göçtür!

863

Hicret; sözlükte bir yeri, bir şeyi terk etmek, bir yerden ayrılıp başka bir yere gitmek, bir şeyden kaçınmak mânâlarına gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde kelimenin bu mânâlarda kullanıldığı görülür. Bunlardan özellikle “kötülüklerden kaçınma” mânâsındaki kullanımı dikkat çekmektedir. Nitekim Allah (celle celâluhu) Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) daha nübüvvetin ilk yıllarında pis ve murdar olan şeylerden kaçınmayı[1] ve kendisine sataşanlardan uzaklaşmayı emrederken[2] bu kelimenin emir kalıbı olan (uhcur/hicret et) kipini kullanıyor. Şu gelen rivayette de aynı emir kalıbı kullanılmaktadır: Füdeyk Ebu Beşir ez-Zebîdî (radıyallâhu anh) adlı sahabi Resulullah’a gelerek: “Ey Allah’ın Resulü! İnsanlar ki, hicret etmeyen kimsenin helak olduğunu, zannediyorlar'” diye sorar.
Resulullah şu cevabı verir: “Ey Füdeyk! Namazı kıl, zekâtı ver, kötülüklerden kaçın (uhcur/hicret et), sonra dilediğin yerde otur!”[3] İbn Abbas’ın (radıyallâhu anh) şu sözü de hicret kavramının kullanım alanının genişliğini ifade eder: “Hazreti Peygamber, Ebu Bekr ve Ömer muhacirlerdendi, zîrâ onlar müşrikleri terk etmişlerdi. Ensardan da muhacir olanlar vardı. Zîrâ onlar da şirk yurdu olan Medine’den Akabe’ye gelmişlerdi.”[4]

Terim olarak hicret, hususi mânâda Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ve sahabenin Hicri 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicretini ifade eder. Hicret denildiğinde anlaşılan mânâ budur, ancak umumî mânâda, bulunduğu yerde dinini yaşama imkânı bulamayan kimselerin orayı terk ederek dinlerini rahatça yaşayabilecekleri bir başka beldeye gitmeleri veya dinlerine hizmet etmek gayesiyle ikamet ettikleri vatanı terk edip başka beldelere göçmelerine de denir. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem), Mekke’den Medine’ye hicretinden önce, bazı sahabilerin dinlerini yaşamada karşılaştıkları zorluk sebebiyle Habeşistan’a hicretleri ile daha sonraki dönemlerde Müslüman olan kabilelere İslâm’ı öğretmek ve Müslüman olmayanlara tanıtmak için çevreye açılan sahabenin hicretleri de bu kavrama dâhil olduğu gibi, tarih boyunca Müslümanların yukarıda zikrettiğimiz gerekçe ve gaye sebebiyle yaptıkları hicretler de bu kapsamda değerlendirilmelidir. Ancak hicret kelimesi nasslarda bu mânânın dışında insanın mânevî yolculuğunda yaptığı bazı tercihler için de kullanılmaktadır. Kutlu Nebinin (sallallahu aleyhi ve sellem) dilinde küfürden imana, haramlardan helâllere, günahlardan sevaplara, isyandan itaate, kötülükten iyiliğe, rezîletten fazîlete yapılan yolculuk da hicret olarak adlandırılmıştır: “Hakiki muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçan, onları terk eden kimsedir.”[5]; “Hakiki muhacir, hata ve günahları terk edendir.”[6];”Hakiki muhacir, Allah’ın üzerine haram kıldığı şeyleri terk edendir.”[7] Kısacası dini yaşama maksadıyla baskı ve zulüm ortamının hakim olduğu bir yerden kalkıp daha müsait olan başka bir yere gitmenin yanında, geri dönmemek üzere günahları terk etmeye de hicret denir.

Hicret, İlâhî emirdir

Peygamberlerin hicreti ilâhî bir emirle vuku bulur ve bu emir nereye hicret edeceklerini de kapsar. Nitekim Kur’ân’da Hazreti İbrahim’in (aleyhisselâm) “Ben Rabbimin emrettiği yere hicret edeceğim”[8] dediği anlatılır. Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem), Mekke’den Medine’ye hicreti de Allah’ın (celle celâluhu) emri ve izni ile olmuştur. Ancak hicret, gerektiğinde Yüce Rabbimiz’in müminler üzerine de umumi bir emridir. Dolayısıyla vakti geldiğinde bu emri yerine getirmek müminler üzerine farz olabilmektedir. Tıpkı vakti girdiğinde namazın, Ramazan ayı geldiğinde orucun mükellef müminlere farz olması gibi, şartları oluştuğunda hicreti yerine getirmek de kaçınılmaz bir vecibe olur. Hicretin vakti müminlere Allah’ın emirlerini yerine getirme imkânı bırakmayan, dinlerini yaşamada hayat hakkı tanımayan baskı ve zulüm ortamının oluşmasıdır. İşte böyle bir zaman diliminin oluşması hicret vaktinin geldiğinin göstergesidir. Kur’ân’da, emredilen bir farzın terk edilmesi veya bir haramın işlenmesi durumunda kişinin ikaba uğrayacağı veya Cehennem ile karşılık göreceği bildirilir. Hicret etmeyen müminler de Kur’ân’da Cehennem’le tehdit edilmişlerdir. Dolayısıyla buradan, vakti geldiğinde hicret etmemenin insana büyük bir vebal olduğu anlaşılır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu husus şu âyette ifade edilmektedir: “İman edip de hicret etmeyerek kendilerine zulmedenlerin canlarını alırken melekler onlara diyorlardı ki: “Ne işte idiniz?” Onlar da: “Biz bu ülkede, dinin emirlerini uygulayamayan, baskı altında yaşayan kimselerdik” deyince, melekler bu sefer şöyle dediler: “Peki Allah’ın arzı geniş değil miydi? Siz de orada hicret etseydiniz ya?” İşte onların durağı Cehennem’dir. Ne fena bir dönüş yeridir orası!”[9]. Zemini oluşup vakti geldiğinde hicret etmeyenleri bekleyen bu akıbet, hicretin farz olabileceğinin delilidir. Zîrâ mümin olanların yolunu Cehennem’e uğratan şey, ya bir farzı terk etmeleri veya bir haramı irtikâp etmeleridir. Bu emirden muaf olanlar ise emri yerine getirmeye güç yetiremeyenler ya da buna imkân bulamayanlardır. Tıpkı hasta ve yaşlı olanların oruç tutmaktan, mahpus ve kölelerin Cuma namazı kılmaktan, kadınların özel hallerinde namazdan muaf olmaları gibi. Bu husus da şu âyette beyan buyrulur: “Ancak, her türlü imkândan mahrum ve hicret için yol bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklar bu hükmün dışındadırlar. Çünkü bunları Allah’ın affedeceği umulur. Allah gerçekten afüv ve gafurdur.”[10]

Hicret Fedakârlıktır

Hicretin büyük bir fedakârlık göstergesi olduğu izah gerektirmeyen bir hakikattir. Zîrâ hicret insanın doğup büyüdüğü, kırlarında, bayırlarında gezdiği, ekmeğini yiyip suyunu içtiği, zihnine binlerce hatırasını nakşettiği mekânları terk etmesidir. İnsanın kalbiyle o mekânlar ve eşyalar arasında bir irtibat oluşması tabiatının gereğidir. Hicret ise bu bağları toptan kesip ayrı bir yere, yaban ellere gitmesidir ki, bunun insanı nasıl bir ızdıraba sürükleyeceği herkesin malumudur. Ancak bu ayrılış Allah (celle celâluhu) için olduğunda ızdırap da mukaddes bir nitelik kazanır. Bu anlamda hicret, mânânın maddeye tercih edilmesi demek olup, Allah rızası için; anadan, babadan, yardan, diyardan, maldan, mülkten hatta candan, evlattan vazgeçiş anlamına gelmektedir. Göçebe ile yerleşik olanın hicretlerindeki farklılığa dikkat çeken Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır: “Hicret ikidir. Biri yerleşik olanın hicreti, diğeri de göçebe olanın hicretidir. Göçebe olan, çağrıldığında icabet, emrolunduğunda itaat eder. Yerleşik olanın hicretine gelince; hicret o kimse için imtihanların en büyüğü olduğu gibi ecirlerin de en büyüğüdür.”[11]

İnsanın yaşadığı mekân ve sosyal çevreyle bütün bağları kopartarak hicreti gerçekleştirmesi elbette kolay bir hâdise değildir. Bu büyük bir fedakârlık nişanesidir. Bu yüzden hicreti, sadece ve sadece idealleri olan, idealleri doğrultusunda hareket eden ve adanmışlık ruhuna sahip olan insanlar gerçekleştirebilirler. Hicret, her yüce davanın çok önemli bir ilkesi olduğundan, hicret etmedik büyük bir dava ve mefkûre insanı neredeyse yok gibidir. Bugüne kadar bir dava şuuruna sahip hemen herkes, doğduğu diyarı, yüce davası uğruna terk etmiş ve başka bir yere gitmiş veya gitmek zorunda bırakılmışlardır. İşte hicret bu anlamda, kişinin daha yüksek ideal ve hedeflere ulaşmak için alakası olduğu şeyleri geride bırakarak çıktığı yolculuğun adıdır.

Bu zorluğu yaşayanlardan biri de Efendimiz’dir (sallallahu aleyhi ve sellem). Hicret ederken şehrin dışına çıktığında Peygamberimiz’i şöyle derken görüyoruz: “Ey Mekke! Dünyada en çok sevdiğim yer sensin! Fakat duvarların arasında evlâtların beni huzur içinde bırakmıyor. Eğer beni çıkarmasalardı senden çıkmazdım”[12] Bu serzeniş, âdeta anasından zorunlu olarak ayrılan bir çocuğun mahzun, mükedder, münkesir duygu ve düşüncelerini yansıtır. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) doğduğu ve içinde 53 yıl yaşadığı Mekke’yi tıpkı bir ana kucağı gibi gördüğünü, oradan ayrılmanın onun için ne kadar zor olduğunu ifade etmektedir. Ama hicret bu zorluklara katlanmak, gerektiğinde Allah için evi, işi, şehri veya ülkeyi terk edebilmektir zaten. Mekke’den ister Habeşistan’a, isterse Medine’ye olsun hicret eden her bir sahabinin yaşadığı duygudur bu.

Hicretin mükâfatı büyüktür

Muhakkak ki müminlerin yaptıkları amellere, çektikleri sıkıntılara karşılık olarak Allah katında çok sevap ve ecirler olacaktır. Diğer vecibelere nazaran hicretin Allah katında daha özel bir yeri ve değeri vardır. Nitekim bir sahabi Peygamberimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) gelerek “Ey Allah’ın Resulü! Bana yaptığımda istikamet üzere olacağım bir amel söyle.” deyince, Peygamberimiz de ona “Hicret et, çünkü sevapta onun dengi yoktur.” buyurdular.[13] Kur’ân’da anlatılanlara göre, hicret edenler daha dünyada iken büyük maddi-manevi lütuflara; ahirette de Cenab-ı Hakk’ın affına mazhar olacak, kusurları bağışlanacak, Allah’ın rızasını kazanmış olarak Cennet’e girecek ve orada her türlü nimetten istifade edeceklerdir. Kur’ân-ı Kerîm pek çok âyetiyle hicret edenlerin yaşayacağı güzel akıbeti, ruhlara heyecan veren, hisleri harekete geçiren çok çarpıcı ifadelerle tekrar be tekrar anlatır. Ancak bütün bunlar, diğer amellerde olduğu gibi hicretin Allah için olması durumunda müminlerin karşılaşabilecekleri mükâfatlardır. Yoksa insan bir dünya menfaati için hicret etmişse karşısında sadece onu bulur. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadîslerinde bu hakikati şöyle dile getirmiştir: “Ameller niyetlere göredir. Kişiye niyet ettiği şey vardır. Bir kimse Allah ve Resulü için hicret etmişse onun hicreti de Allah ve Resulü’ne olmuştur Ama bir kimse dünyalık bir şey için veya nikâhlayacağı bir kadın için hicret etmişse ona da o vardır.”[14]

Zikredeceğimiz şu iki âyet Allah için hicret edenlerin dünyada karşılaşacakları bolluğa dikkat çekmektedir: “Allah’ın nasip ettiği bu ganimet malları o hicret eden fakirlere aittir ki, onlar Allah’ın lütfunu ve rızasını talep etmek, Allah’ın dinine ve Resulü’ne destek vermek için yurtlarından ve mallarından edildiler. İşte imanlarında sadık ve samimi olanlar ancak onlardır.” (Haşr 8); “Kim Allah yolunda hicret ederse dünyada gidecek çok yer, genişlik ve bolluk bulur. Kim evinden Allah’a ve Resulüne hicret niyetiyle çıkar da yolda ecel gelip kendini yakalarsa o da mükâfatı hak etmiştir ve onun karşılığı Allah’a aittir. Allah gafurdur, rahimdir.”[15]

Şu gelen âyetler ise, Âhiret’te onların karşılaşacakları mükâfatlardan bahsetmektedir: “İman edip (gerektiğinde) Allah yolunda hicret ve cihad edenler var ya, işte bunlar Allah’ın rahmetini umabilirler.”[16] “Benim rızam için hicret edenlerin, vatanlarından sürülenlerin, Benim yolumda işkenceye, zarara uğrayanların, Benim yolumda savaşanların ve öldürülenlerin, Elbette kusurlarını örtecek ve elbette onları Allah tarafından mükâfat olarak içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğim.”[17]; “İman edip hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler var ya, işte onlar Allah indinde daha yüksek derecelere sahiptirler ve işte onlardır umduklarına nail olanlar.”[18] “Zulme maruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri, elbette dünyada güzel bir yere yerleştiririz. Âhiret mükâfatı ise daha büyüktür. Bunu bir bilselerdi! Bundan sonra şunu bil ki: Şüphesiz ki senin Rabbin, mihnet ve işkenceye, zulme ve baskıya uğradıktan sonra mücahede edip sabreden, ardından da hicret edenlerle beraberdir. Evet Rabbin, onların bütün bu güzel hareketlerine karşılık elbette onları bağışlayıp ihsanda bulunacaktır.”[19];”Allah yolunda hicret edenleri, sonra da bu uğurda öldürülenleri veya ölenleri ise Allah pek güzel bir rızıkla rızıklandırır.”[20];”İman edip Allah yolunda hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenlerle onları barındıran ve onlara yardım eden Ensar var ya, işte bunlar birbirlerinin velileridir (malda da birbirlerinin vârisidirler). İman edip de hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret etmedikçe, sizin için mirasta onlara hiçbir velayet yoktur. Bununla beraber eğer din hususunda sizden yardım isterlerse sizinle aralarında sözleşme bulunan bir topluluk aleyhine olmamak şartıyla, onlara yardım etmeniz gerekir. Allah bütün yaptıklarınızı görmektedir. İman edip hicret edenler, Allah yolunda cihad edenlerle onlara kucak açıp yardım eden Ensar var ya, İşte gerçek müminler bunlardır. Bunlara bir mağfiret, pek değerli bir nasip vardır. Bunlardan sonra iman edip hicret edenler, sizinle beraber cihad edenler var ya, işte onlar da sizdendir. Allah’ın hükmüne göre, akrabalık yönünden yakınlıkları olanlar, birbirlerine vâris olmaya daha lâyıktırlar.”[21]

Hicret Devam Etmektedir

Buhârî ve Müslim’in sahih olduğunda ittifak ederek naklettikleri “Fetihten sonra hicret yoktur.” hadîsi sebebiyle Mekke’nin fethinden sonra hicretin olmayacağı söylenmiştir; ancak bu hadîsin sadece o dönemde ve Mekke’den Medine’ye yoktur şeklinde anlaşılması daha uygundur. Nitekim Sahabeden Ya’la İbn-i Ümeyye fetihten sonra babasını Efendimiz’e getirmiş ve “Ya Resulallah hicret etmesi kaydıyla babamla biatleş.” demiş, Efendimiz de “Hicret sona erdi cihad üzere biatleşelim demiştir.”[22] Çünkü artık Mekke İslâm diyarı olmuş ve oradaki Müslümanlar rahat içinde yaşama imkânı bulmuşlardır. Yoksa cihadın ikiz kardeşi olan hicret, umumi mânâda cihad gibi kıyamete kadar devam edecektir. Zîrâ hicret, memleketinde Müslümanca yaşayamayan bir mü’min için, Allah’ın geniş arzında mutlaka Müslümanca ve insanca yaşanacak bir yer olduğunun şuuruyla yapılır. Nitekim bu fikri destekleyen başka rivayetler mevcuttur. Örneğin bunlardan biri şu hadîs-i şerîftir: Abdullah İbn-i Vakıd es-Sa’idî adlı sahabi; “Ey Allah’ın Rasulü! Ben, arkamda, artık hicretin sona erdiğine inanan bir toplum bıraktım” dedi. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de “Küffarla cihada devam edildiği sürece, hicret sona ermeyecektir.” buyurdular.[23] Bu hadîste hicretin devam ettiği açıkça ifade edildiği gibi şu hadîste de açıkça ifade ve hattâ teşvik edilmektedir: “Hicretten sonra hicret olacaktır. Yeryüzünün en hayırlıları, Hazreti İbrahim’in hicretini kendisine örnek alanlardır.”[24]

Netice

Hicret, doğduğumuz veya doyduğumuz yerin, bağlandığımız dünyevî şeylerin Allah (celle celâluhu) için terk edilebileceğini ilân etmek, Allah’ı her şeye tercih etmektir. Hicret, herkes için her zamanda ve her mekânda mümkündür. Hicret bitmemiştir ve bugün devam etmekte ve gelecekte de devam edecektir. Müminler hicreti sadece mazide yaşanmış ve orada kalmış bir kıssa olarak görmemeli; tam aksine kalbi kuvvetlendiren, azmi bileyen, ümidi destekleyen bir kaynak kabul etmeli ve o kaynağa yönelmelidir. Nitekim Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hicreti, sayıları ve dünyevî imkânları pek az olan bir topluluğun, hicret vasıtasıyla nasıl iki cihan mutluluğuna nail olduklarını, nasıl örnek bir insanlık sergilediklerini gösteriyor. O zaman gerçekleşmiş bu durumların benzerlerinin her zaman olabileceğini bize telkin ediyor ve bize güç veriyor.


Dipnotlar:
[1] Müddessir Sûresi, 74/5
[2] Müzzemmil Sûresi, 73/10
[3] İbnu’l-Esir, Usdu’l-Gabe 4/47)
[4] Nesâi, Bey’at 13
[5] Buhârî, İman 4
[6] İbn Mâce, Fiten 2
[7] Ebû Dâvûd, Vitir 12; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 3/ 412
[8] Ankebut Sûresi, 29/26
[9] Nisa Sûresi 4/97
[10] Nisa Sûresi, 4/98-99
[11] Nesâi, Bey’at 12
[12] Ö. Rıza Doğrul, Asr-ı Saadet, 1/199
[13] Nesâi, Bey’at 14
[14] Buhârî, Bed’ü’l-vahy 1
[15] Nisa Sûresi 4/100
[16] Bakara Sûresi 2/218
[17] Âli İmran Sûresi 3/195
[18] Tevbe Sûresi 9/20
[19] Nahl Sûresi 16/41, 110
[20] Hac Sûresi 22/22, 58
[21] Enfal Sûresi 72, 74-75
[22] Nesâi, Bey’at 9
[23] Nesâi, Bey’at 9
[24] Ebû Dâvûd, Cihad 3

Prof Dr. Muhit Mert, Yeni Ümit Dergisi, Sayı: 109 Temmuz-Ağustos-Eylül – 2015

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.