Mekkelilerin çekilişi ve Uhud’daki elim manzara

364

İşin bu noktasında âdeta Uhud’da zaman durmuştu; iki tarafın da büyük kayıpları vardı ve Mekke ordusunun kumandanı Ebû Süfyân, yeniden Müslümanlara saldırmayı tehlikeli buluyordu. Zira Uhud’un eteklerine çekilen ashâb-ı Resûlillah yeniden toparlanmaya başlamış ve bu toparlanma onu bir hayli ürkütmüştü. Bir de, savaş başlamadan önce ayrılan üç yüz kişilik grubun niçin ayrıldığından haberdar değillerdi; bunların da yeniden gelme ihtimalleri vardı. Bu durumda yeniden tehlike var demekti. Zaten Uhud’un bidâyetinde yaşadıklarını da unutmuş değildi; aynı zamanda mü’minlerin, ölümün üzerine koşarak gittiklerini en iyi bilenlerden biri de o idi.

Onun için o, en azından zahir itibarıyla böyle bir sonuç almışken elde ettikleri başarıyı zedelememe adına ordusunu Mek­ke’ye geri dönmeye çağıracaktı. Ancak, hâlâ emin olamadığı bir konu vardı ve bunu tetkik için atına atlayıp önce Uhud’un eteğine kadar geldi. Yüksek sesle:

– Bu topluluk arasında Muhammed var mı, diye sordu.

Efendiler Efendisi ashâbını uyarmış ve:

– Ona cevap vermeyin, buyurmuştu. Onun için kimseden ses çıkmadı. Beklediği cevabı alamayınca aynı sorusunu üç kez tekrarladı. Belli ki hâlâ emin değildi. Ardından, Hz. Ebû Bekir’i kastederek:

– Peki, bu topluluğun arasında İbn Ebî Kuhâfe var mı, diye sordu. Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri yine cevap verilmesini istemiyordu. Ebû Süfyân tekrar seslenecekti:

– Peki, aranızda Ömer İbn Hattâb var mı?

Belli ki bu cepheyi çok iyi tanıyor ve meselenin kimlerin omzunda bayraklaştığını çok iyi biliyordu. Anlaşılan, aldığı cevaba bina edeceği bazı hükümler vardı. Ancak Allah Resûlü, tavrını değiştirmemişti. Yine cevap verilmemesi gerektiğini söylüyordu. Hz. Ömer, ağzının payını vermek için yerinde zor duruyordu. Her defasında izin istemiş ama Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) cevap vermesine müsaade etmemişti. Yeniden Allah Resûlü’ne yöneldi ve:

– Yâ Resûlallah! Ona cevap vereyim mi, diyerek izin istedi. Âdeta Uhud’da psikolojik bir savaş cereyan ediyordu. Bu sefer Efendimiz:

– Peki, cevap ver, buyurdu.

Bu arada Ebû Süfyân, kavmine dönmüş şöyle bağırıyordu:

– Demek ki bunlar öldürülmüşler! Şâyet sağ olsalardı mutlaka cevap verirlerdi!

Daha o cümlesini tamamlamamıştı ki, Uhud meydanında Hz. Ömer’in gür sesi yankılanmaya başladı:

– Yalan söylüyorsun ey Allah düşmanı! Onların hepsini Allah, seni rezil ve rüsva kılmak için sağ bıraktı! Öyle boşuna sevinme; az önce senin adlarını saydıklarının hepsi sağ ve salim!

Ebû Süfyân büyük bir şok yaşıyordu. Demek ki İbn Kamie yanılmıştı; demek ki onun öldürdüğü kişi Muhammed değildi! Muhammed.. Ebû Bekir.. Ömer… Bütün bunlar yaşıyorsa işleri daha da zor demekti. Az önce zihninden geçirdiği geri dönme işi aklına yatmıştı. Bu hâldeyken vaziyeti idare edip işi yeniden riske atmamalıydı. Önce:

– Yüce Hubel, diye bağırarak zaman kazanmak istedi. Uhud’un zahirine bakıp da bizim inançlarımız sizinkinden üstün demeye getiriyordu. Ancak beri tarafta, yerinde durmakta zorlanan Hz. Ömer’e bu sefer Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) seslenmiş ve:

– Kalk yâ Ömer! Ona cevap ver, demişti. Artık onu kim tutabilirdi ki? Hemen kalktı ve:

– En büyük ve yüce olan şüphesiz ki Allah’tır, dedi.

– Bugün Bedir’e bedel bir gündür; o gün sizler bize üstün gelip bizi üzüntüye boğdunuz, bugün de bizim yüzümüze güldü ve sevinenler bizler olduk, diyordu Ebû Süfyân. Bunun üzerine Hz. Ömer, tekrar:

– İkisi asla bir olamaz; bizim ölülerimiz Cennet’e uçup giderken sizinkiler ise çoktan Cehennem’i boyladı, diye seslendi. Bu sözün de altında kalmak istemiyordu Ebû Süfyân:

– Bunu sizler söylüyorsunuz; şâyet dediğiniz gibiyse vay bizim hâlimize! Hâlbuki bizim Uzzâ’mız var, ama sizin Uzzâ’nız yok!

Hz. Ömer hangi sözün altında kalırdı ki? Hemen:

– Bizim Mevlâmız Allah’tır; sizin koruyup kollayanınız yok ki, diye haykırdı.

Ancak Ebû Süfyân’ın tereddütleri hâlâ geçmiş değildi; Hz. Ö­mer’e bir kez daha seslenerek yakınına gelmesini söylüyordu. Efendimiz de müsaade edince Hz. Ömer bulunduğu yerden kalktı ve Ebû Süfyân’a daha yakın bir yere geldi. Ebû Süfyân soruyordu:

– Allah için sana soruyorum ey Ömer! Doğru söyle; biz Muhammed’i öldürdük mü?

– Allah’a yemin olsun ki hayır! Hatta şu anda O (sallallahu aleyhi ve sellem) senin sesini de duyuyor, diye cevapladı Hz. Ömer. Bunun üzerine Ebû Süfyân:

– Sen, İbn Kamie’den daha doğru sözlü ve iyi bir insansın, dedi. İşte bu, inandığı değerleri Müslümanca temsil etmenin adıydı. Uhud bile olsa Ebû Süfyân, yanı başındaki kendi adamına değil kendisine kılıç çeken şahsa güveniyordu. Hükmünü de onun üzerine bina edecek ve:

– Sizler, ölülerinizin arasında bazılarına işkence yapılıp da vücutları parçalanan, burun ve kulakları kesilerek etrafa dağıtılan insanlar göreceksiniz. Vallahi de ben buna rıza göstermedim; ne böyle yapmalarını emrettim ne de yapanlara engel oldum! Dikkat edin! Gelecek seferki randevumuz, önümüzdeki senenin başında yine Bedir olsun, diyerek son cümlesini söyleyip geri dönecekti.

Askerleri arasına döner dönmez de yol için hareket emrini verdi ve böylelikle Mekke ordusu hareket etmiş oldu.

Ebû Süfyân ve askerleri geri dönüp giderken Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), herhangi bir kötülük düşünüp düşünmediklerinden emin olmak istiyordu. Zira dönerken Medine’ye girip kadın ve çocuklara kötülük yapacaklarından endişe duyuyordu. Onun için ashâbının önde gelenlerini yanına çağırarak arkadan düşmanı takip etmelerini söyledi:

– Şâyet onlar giderken develere binip gidiyorlarsa zarar vermeden ayrılacaklar demektir; ancak develeri bırakıp da atlara biniyorlarsa o zaman Medine’yi hedefleyeceklerdir! Bu ise, açıktan bir talan demektir ve şâyet böyle bir niyetlerini hissederseniz o zaman hepimiz bir olur ve nefsim yed-i kudretinde olana and olsun ki, vallahi de üzerlerine yürürüz, diyor ve ashâbının dikkatini bu noktaya çekiyordu

Allah Resûlü’nden talimatı alan ashâb-ı kirâm hazretleri, Akîk vadisine kadar düşmanın peşinden gidecek ve aralarındaki konuşmalara bile şahit olacak kadar onlara yaklaşacaklardı. Bir grup müşrik, fırsat ellerindeyken Medine’yi talan edip öyle dönmelerini söylerken Safvân İbn Ümeyye gibi bazı insanlar:

– Bunu aklınızdan bile geçirmeyin! Onların yeniden toparlandığını ve ölümün üzerine nasıl yürüdüklerini görmüyor musunuz! Onların hepsini öldürmeden Muhammed’e ulaşmamıza imkân yok. Şimdi kazandığımız zaferi hezimete çevirmeden buradan hemen gidelim, diyerek başta Ebû Süfyân olmak üzere müşrikleri savaştan vazgeçirme konusunda ısrar ediyordu. Derken Mekke ordusu, uzun yol için kullanılan develere binecek ve yeniden yola koyulacaktı.

Mağlubiyetten zafer çıkarma stratejisi işe yaramış ve hezimet görüntüsünden yeni bir zafer daha ortaya çıkmıştı. Bu görüntü, Mekke ordusunu yıldırmış ve onları alelacele Uhud’u terk etmekle karşı karşıya getirmişti. Arada muvakkat bir sarsıntı yaşanmış olsa bile Uhud’a imzasını atan yine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) oluyordu.

Savaş Sonrası Uhud Meydanı

Müşrikler savaşa devam etmeyi göze alamayıp da Uhud’dan çekilince ashâb-ı kirâm hazretleri savaş meydanına inerek ölü ve yaralıların arasında dolaşmaya başladılar. Ayakta kalanları zaten herkes görüp biliyordu; ancak kimlerin şehit olup kimlerin de yaralı hâlde yardım beklediği henüz belli değildi. Tüyler ürperten manzara vardı karşılarında; zira, karşılaştıkları her bir beden paramparça edilmiş, burun ve kulakları kesilerek tanınmaz hâle getirilmişti!1

Şehit olup uçan uçup gitmiş, geride kalanlar da kan seylâpları içinde iki büklümdü! Uhud, kan ağlıyordu! Ashâbıyla birlikte aynı kaderi paylaşan ve ashâbının başına gelenlere çok üzülen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir aralık:

– Sa’d İbn Rebî’e kim bakıp da gelebilir; acaba o sağ mı yoksa ölüler arasında mı? Onu Ben, üzerinde on iki ok yarası varken görmüştüm, buyurunca Ensâr’dan birisi2 kalkacak ve onu aramaya başlayacaktı. Meydanı dolaşarak üç kez adını telaffuz ederek yüksek sesle bağırmasına rağmen herhangi bir cevap alamamıştı. En sonunda:

– Senin haberini Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) merak ediyor; beni de zaten O gönderdi, diye seslenince cılız bir ses hissetti ve o sesin yanına geldi. Belli ki son nefeslerini alıp veriyordu; üzerinde yetmişten fazla ok, mızrak ve kılıç yarası vardı. Hafifçe bedenine dokundu ve:

– Yaşayıp yaşamadığını merak edip “Sa’d İbn Rebî, sağ mı yoksa ölüler arasında mı?” diye sorarak bakmam için beni sana Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) gönderdi, diye konuşmaya çalıştı. Sa’d, kendini toplayarak ve zorlana zorlana önce:

– Beni artık ölmüş bilin, dedi. Ardından da şunları ilave etti:

– Resûlullah’a benden selam söyle ve O’na, “Şu anda Cennet’in kokusunu aldığımı” söyle! Kavmine de benden selam söyle ve onlara de ki: “Eliniz tutup gözünüz gördüğü hâlde şâyet Resûlullah’a bir şey olursa Allah katında iki elim yakanızda olur ve Allah katında asla bir mazeret bulamazsınız!”

Bunlar onun son cümleleriydi ve son kelimeyle birlikte mübarek ruhları da pervaz edip Uhud meydanından uçuverdi.


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz

Dipnot:

  1. O gün, müsle yapılmayıp da vücudu parçalanmadan bırakılan Uhud’da bir Hanzala kalmıştı; zira onun babası Ebû Âmir, Evs kabilesine mensup olduğu hâlde Mekkelilere iltihak ederek onlarla birlikte savaşmak için Uhud’a gelmişti. Babasının hatırına Mekke müşrikleri Hanzala’ya dokunmamışlar ve diğer Müslümanlar için reva gördüklerini Hz. Hanzala için yapmamışlardı. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/275; İbn Abdilberr, İstîâb, 1/372
  2. Bu şahsın, Muhammed İbn Mesleme veya Übeyy İbn Ka’b olduğu söylenmektedir. Bkz. Süheylî, Ravdü’l-Ünf, 3/281; İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 4/44
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.