Kureyşlilerin Mescid-i Aksâ’yı Tarif Talepleri

170

Kureyş adına, tutunulabilecek en küçük bir dal kalmamıştı; bir ümit deyip üzerine gittikleri kapılar teker teker yüzlerine kapanmış ve kabulle inkâr arasında bir tercih yapmak zorunda kalmışlardı. Bu tercihi yapmamak için makûl bahaneler bulmaları gerekiyordu. Çünkü, zaten kabullenmek istemiyorlardı; bu kadar açık emareler varken inkâr etmek de makûl değildi. Onun için aralarından birisi ileri atıldı:

– Mescid-i Aksâ’ya gittiğini söylüyorsun; madem onu bize bir anlatıversen! Mescidin kaç kapısı, ne kadar penceresi var, deyiverdi.

Rahat bir nefes almışlardı. Evet ya, madem gittiğini söylüyordu, öyleyse pencere ve kapılarını da anlatmalıydı. Kendilerince haklıydı; zira maneviyata kapalı kalpleri maddenin ötesindeki bir delile itibar etmiyordu.

Ancak Efendiler Efendisi, işin mekân boyutunu nazara alan bir seyahat yapmamıştı; onun için de pencere ve kapılarıyla ilgili istatistikî herhangi bir bilgiye sahip değildi. Her türlü delili gördükleri halde bir türlü inanmayan ve hâlâ yeni yeni deliller talep edip zorluk çıkarma peşinde koşan bu inatçı insanların tavrı karşısında büyük bir sıkıntı yaşamaya başlamış, mahz-ı küfür kokan tavırlarından da oldukça bunalmıştı.

Ancak, O’nun Rabb-i Rahîm’i vardı ve böyle bir durumda da imdadına koşacak ve Mescid-i Aksâ’yı getirip karşısına dikiverecekti. Sanki Kâbe’ye dev bir ekran kurulmuş ve Mescid-i Aksâ’nın her bir köşesi de bu ekrana yansıtılıvermişti. O kadar ki Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), müşriklerin sordukları her bir soruya Mescid-i Aksâ’ya bakarak cevap veriyor ve böylelikle gelebilecek bütün itiraz noktalarını kapatmış oluyordu.1

Küfrün kin ve nefretini zirveye çıkaran bir manzaraydı bu… Tam, şimdi işini bitirdik, dedikleri yerde Efendimiz hiç ihtimal vermedikleri bir hamle yapıyor ve yine müşrikler işin en gerisinde kalıveriyorlardı! Zaten imana niyetleri yoktu; bütün bunları, bir açığını çıkarır da önünü kesebilir miyiz diye yapıyor ve akla gelmedik entrikalarla etrafındaki insanları uzaklaştırmanın planlarını kuruyorlardı.

Bu sırada, Ebû Cehil’in yolu da Kâbe’den geçiyordu. Kalabalığı görünce o da yaklaştı; kendince bir lâf daha sokuşturacak ve Allah’ın Resûlü ile alay edecekti. Yaklaştı ve alayvârî bir eda ile:

– Bu gece yine ne var? Yeni bir şey mi var, diye sordu. Efen­diler Efendisi, yüzünü ona doğru çevirdi ve olanca vakarıyla:

– Evet, dedi önce ve arkasından ilave etti:

– Allah (celle celâluhû) Beni, gecenin bir anında Beyt-i Makdis’e götürdü.

Ebû Cehil’in de kafası karışmıştı ve:

– Sonra da aramıza geri geldin, öyle mi, diye tepkisini dile getirdi. Zira onlar bu yolculuğu, aylar süren yorucu ve meşakkatli seferler sonucu yapabiliyorlardı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), tereddütsüz cevap verdi:

– Evet, hem de, diğer peygamber kardeşlerimle namaz kıldım.

Duydukları karşısında önce, sevinçten bir çığlık kopardı Ebû Cehil. Onun için bu, bulunmaz bir fırsattı. Kendince bu işin sonu gelmişti. Alttan alan bir ses tonuyla Efendimiz’e yöneldi ve:

– Kavmini toplasam, bana anlattıklarını onlara da anlatır mısın, dedi.

Bunda gizlenecek bir durum yoktu ki!.. Zaten, anlatıyordu; zira, Allah’ın lutfettiği bir ikramı, insanlara anlatmamak olmazdı. Bunun için:

– Evet, dedi.

Bu garantiyi de almıştı ya, Ebû Cehil’in keyfine diyecek yoktu. İnsanları toplamak için avazı çıktığı kadar bağırıyordu:

– Ey Ka’boğulları! Hemen buraya gelin!


Dipnot:

  1. İbn Sa’d, Tabakât, 1/215
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.