Kur’ân’ın Son Sözü: “Nâs Sûresi”
Nâs sûresi, Kur’ân’-ı Kerim’in yüz on dördüncü ve son sûresidir. Nâs sûresinin anlamı doğru anlaşılmadan mü’min, insî ve cinnî düşmanlarını tanıyamaz, iç dünyasını, iman ve istikametini koruyamaz. Bunun için farklı yönleriyle Nâs sûresinin tefsiri önemlidir. Makalede sûrede istifade edilen kelimeler zengin mana içerikleriyle birlikte ele alınacak ve Kur’ân’ın son sözü olması cihetiyle bu sürede verilen son mesajlar üzerinde durulacaktır.
Nâs Sûresi Arapça ve Nâs Sûresi Meali
Nâs Sûresi Tefsiri
Her kitabın/hitabın son sözüyle verdiği mesajın ayrı bir yeri vardır. Altı bin iki yüz otuz ayet ve yüz on üç sûreden sonra artık söz, verilecek son emir ve uyarıya gelir: “Ey insanlar! Bunca ilahi hak ve hakikatler, emir ve nehiyler, helal ve haramlar ve hak yolda dosdoğru yürüyen hidayet rehberleri peygamberlerin örnek hayatlarından sonra, sizi gözetleyen büyük tehlikeye karşı size son öğüdüm şu olsun.
Aman ha! Günde en az kırk defa okuduğunuz Fatiha sûresinde benden dilediğiniz hidayetin ve benim de size yüz on üç sûre ile anlattığım hakikatlerden sizi uzaklaştıracak insî ve cinnî bütün sinsi vesvesecilere karşı dikkatli olun ve daima hem fiilî hem de kavlî dualarınızla Bana sığının!:
“De ki (Ey Resûlüm!) İnsanların Rabbine, insanların Melik’ine, insanların ilahına sığınırım.”1
Bu üç ayet ile Rabbe iltica ders verildikten sonra yine üç ayet ile tek bir tehlikeden bahsedilir:
“İnsanların göğüslerine sinsice kötülük, düşmanlık ve şüphe tohumları eken, cinnî-insî vesvesecinin şerrinden”2
Kur’ân, istiâze ile başlar ve istiâze tavsiyesiyle biter: “Kur’an okuyacağın zaman, Allah’ın rahmetinden kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.”3 emri, bunu açıkça gösterir. Yine Kur’ân’ın ilk sûresi Fatiha’da verilen derslerden birisi de sadece Allah’a ibadet etmek ve O’nun inayetine sığınmaktır: “Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım diler/Sana sığınırız.”4 Demek ki Kur’ân’ın başı da sonu da istiâzedir. Zira mü’minlerin Allah’a sığınıp vesvesecilerin aklına, hayaline, hislerine sızma yollarını tıkamadan, O’nun koruma yardımını yanlarına almadan, Kur’ân’dan istifadeleri zor olacağı gibi imanlarını, İslamî hayatlarını ve istikametlerini korumaları mümkün değildir.
Felak sûresi insanın bedenine zarar verecek ve dünyevî hayatını alt üst edecek tehlikelere karşı dikkat çeker ve buna karşılık sabahın Rabb’ine sığınma dersi verir. Nâs sûresi ise daha çok fert ve toplum psikolojisine zarar verecek olan tek tehlikeyi haber verir. Ruh sağlığının beden sağlığından daha önemli olması ve “vesvâsu’l-hannâs”ın ferdî ve içtimâî hayat için büyük bir tehlike teşkil etmesinden ötürü Felak sûresinde Allah’ın tek vasfı zikredilirken, Nâs sûresinde üç vasfı peş peşe zikredilir. Felak sûresinde iki şer ve iki kötü/tehlikeli şahsa karşı sabahın/şafağın Rabbine sığınmak gerektiği belirtilir. Nas sûresinde ise tek bir şerîr şahsa karşı özellikle “insanların Rabb’ine, Melik’ine ve ilahına” sığınılması talim buyurulur.
Niçin Rab, Melik ve İlah İsimleri?
İlk üç ayette Allah’ın “Rab, Melik ve İlah” sıfatları zikredilerek insanlara olan yakınlığı/merhameti, koruyuculuğu ve insana dokunabilecek bütün kötülükleri etkisiz kılma hakimiyet ve gücüne dikkat çekilir. Bu isimler ile genel olarak insanın kalp, ruh ve bedenine zarar verecek her türlü kötülüğü ondan savacak yegâne zatın ancak insanların Rabb’i, her şeyin hakiki sahibi, Malik’i, Melik’i ve tek İlah’ı olan Allah’ın olabileceği hakikati ders verilir.
Özellikle bu sıfatlar, sinsi vesvesecilerin kötülüklerini etkisiz kılarak onların tuzaklarını boşa çıkaracak isimlerdir. Çünkü Rabb, terbiye eden, yetiştiren, koruyan ve himaye edendir. Melik ise “Görünen ve görünmeyen alemlerin hakiki sahibi” demektir. Hükümdar, sahip olan, yegâne hakim olan/hükmeden, istediği şekilde tasarruf hak ve yetkisine sahip olandır. İlah ise her şeyin üstünde olan ve her şeyi idaresi/otoritesi altında bulunduran demektir. İşte bu sıfatlar, insanları her türlü vehim ve vesveselerden koruyacağı gibi cinnî ve insî her çeşit sinsi şeytanların/tehlikelerin şerrini de üzerlerinden uzaklaştıracak isimlerdir. Dolayısıyla sayılan şerlerden O’na bu sıfatlarla iltica etmek, en isabetli esma-i hüsna ile O’na sığınmak demektir.
İsimlerin Dizilişindeki Hikmet Nedir?
Fahrettin er-Râzî, ayet-i kerimede önce Rabb, sonra Melik sonra da İlah sıfatlarının zikredilmesinin hikmetini şöyle açıklar: “Sûre, evvela Rabb’i zikrederek başlar. Zira O, tedbir ve ıslah ile tasarruf edendir. Bu ise Hak Teâlâ’nın insana olan ilk nimetlerindendir. İnsanoğlu bu sayede kendisinin kul ve Rabb’inin Melik olduğunu delilleriyle anlar. Onun için ikinci olarak Melik sıfatı zikredilir. Sonra da üzerine ibadetin vacip olduğunu ve mabudunun da ibadete layık bulunduğunu idrak eder ve onun ilahlığını tanır. Bir de kulun Rabb’inin vasıflarından ilk tanıdığı, O’nun, katındaki açık ve gizli nimetlerden ihsan eden lütuf sahibi olmasıdır. Bu sıfatından sonra O’nun büyüklüğünü ve halka muhtaç olmadığını marifete intikal eder, o zaman da O’nun yagâne hükümdar/Melik olduğunu anlar.
Çünkü hükümdar, herkes kendisine muhtaç, o ise başkalarından zengin olandır. Sonra kul, O’nu böyle tanıyınca, O’nun yücelikte, vasfedenlerin vasfının üzerinde bulunduğunu ve O’nun büyüklük ve azametinde akılların şaşkın ve hayrette kaldığını idrak eder. Tabii o zaman da kendisine ibadet edilecek ilahın tek olacağı gerçeğine ulaşır.”5 Dolayısıyla Rab, daha genel, Melik daha özel, ilah ise daha da özeldir. Onun için ayette özelikle bu isimlerin seçilmesi ve sıralamanın bu şekilde yapılması, kendisine sığınılacak zatın sadece Allah olduğunun iyice anlaşılması hikmetine matuftur.
Nâs Kelimesinin Tekrarı
İlk üç ayette üstüste “nâs” kelimesinin tekrar edilip zamir ile yetinilmemesi de pek çok nükteler taşır. Razî’ye göre bu tekrar insanoğlunun hem mükerrem oluşunu gösterir hem de onun değerini nazara verir. Çünkü Allah Teâlanın kendisini “insanların Rabb’i, insanların Melik’i ve insanların İlah’ı” olarak tanıtması katındaki ve yeryüzündeki konumunu net olarak ortaya koyar. Eğer insanoğlu yaratılmışların en şereflisi olmasaydı elbette Kitabının son sözlerinde Kendisini bu ifadelerle tarif etmez, kitabını böyle sonlandırmazdı.6
Ancak insanoğlunun şerefinin/değerinin büyüklüğü kadar tehlikesi/şerri de büyüktür. Zira o, en güzel sûret ve sîret üzere yaratıldığı için a’lay-illiyyine çakabilecek mahiyete sahip olduğu kadar, aşağıların aşağısına (esfel-i sâfilîne) düşecek ve başkalarını da düşürebilecek tabiata da sahiptir.7
Yine bu tekrar Cenab-ı Hakk’ın kullarına yakınlığını duyurma ve hissettirme manasını da ilham eder. Bu zaviyeden bakıldığında mana “Bakın! Ben, sizin gerçek Rabb’iniz, yegâne Melik’iniz ve tek İlah’ınızım. O halde benden başka kime sığınabilirsiniz ki? Sizi maddi-manevi, görünen ve görünmeyen tehlikelere karşı çeşitli vesilelerle sizi koruyan O’dur. Bir başka ayette ifade buyurulduğu gibi: “(Allah) değilse kimdir, dua ettiğinde darda kalanın yardımına yetişecek olan ve sıkıntıyı/şerri giderecek/kötüleri savacak olan ve sizi yeryüzünün halifeleri yapacak olan? Allah ile beraber başka ilah öyle mi? Ne az öğüt alıp düşünüyorsunuz!”8
O, kullarına hem yakındır hem de onların üzerinden kötülerin şerlerini ve tasallutlarını kaldırıp onları yeryüzünün halifeleri haline getirecek; onlara yeni bir konum bahşedecek olan yegâne zattır. Bunun farkında olmayan ve bu tür durumlarda yöneleceği hakiki melce ve mencaya sığınmayanlar, başlarına gelebilecek her belaya müstahak olurlar.
Dolayısıyla Allah kullarına yakındır, kulları da O’nun ruhlarına duyurduğu bu yakınlığı hissetmeli ve her zaman gönülden Rabb’lerine yönelmelidirler. Kulların bu yakınlığı duyması, O’na tam olarak sığınabilmeleri ve inayetine mazhar olabilmeleri adına da önemli bir vesiledir. Zira O’nun yardımı olmadan insî ve cinnî şeytanların komplo ve tuzaklarına, sinsi telkinlerine karşı koymaları kolay değildir.
Vesvâsu’l-hannâs’ın Şerrinden
Nâs Sûresi dördüncü ayette geçen (من شر الوسواس الخناس), “el-Vesvâs” ve “el-Hannâs” kelimeleri mübalağa kalıbında getirilmiş isimlerdir. Buna göre gerek insanlardan gerekse cinlerden/şeytanlardan olsun bu kimselerin, insanlara vesvese vermeyi ve bir şekilde onları ayartmayı meslek haline getirdiklerini ve gece gündüz onları aldatmak için sürekli telkinde bulundukları/gayret sarf ettikleri anlaşılmaktadır.
Vesvâs, “çok vesveseci, vehim ve vesvesenin kaynağı” demektir. Hannâs ise “gizlenen, fırsatını bulunca çıkıp sinsi sinsi şeytanlık yapan” kimse anlamınadır. Kur’an’da, şeytanın Allah’tan mehil istemesinin ardından söylediği söz de onun bu özelliğini açıkça ortaya koyar: “Sonra pusu üstüne pusu kurup onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükreden kimseler olarak bulamayacaksın.”9 Dolayısıyla “el-Vesvâsü’l-hannâs” tabiri, şeytan başta olmak üzere10 onu doğru yoldan uzaklaştırmaya çalışan insî ya da cinnî herkesi içine alır. Bazen bu, insanın nefsi/hevası ya da bir yakını bazen de bir arkadaşı/dostu vs. olabilir.
Hannâs ise, “geri geri çekilip sinen, sinip aldatan, Hak yolundan geri bırakıp/alıkoyup fenalığa sürüklemek için döne döne yeni ve kötü düşünceler telkin eden, dönek/sinsi” demektir. Ayette, sinsi olduğu üzerinde özellikle durulması düşündürücüdür. Bu sıfat, bir taraftan onun istediğini elde etmek için daima pusuda beklediğini belirtirken diğer taraftan oyun ve tuzaklarına karşı uyanık ve hazırlıklı olanlara karşı çok zayıf hatta onlardan çekindiğini de gösterir. Allah Resûlü’nün Hz. Ömer’e “Canım, elinde olana yemin olsun ki şeytan bir yolda yürürken seninle karşılaşsa mutlaka yolunu değiştirip başka bir yola sapar!”11 ifadesi bunun bir örneğidir.
İnsî-cinnî bu şeytanlara “gerileten/hak yolundan alıkoyan” anlamında hannâs denilmesi de manidardır. Zira bu kimseler vesveseleriyle insanı geriletir, insanlık ruhunu ilerlemekten alıkoyarlar. Onların akıl ve fikrini çelerek, sabır ve metanetini, azim ve iradesini kırarak, iman ve ilimden, güzel ameller için mücahededen çekindirir, sırf hayvanî, ani zevklere ve yanlış yollarla türlü hilelere sevk ederek geriletirler. Aşağılaştırarak ve soysuzlaştırarak fani hayatta çürütüp bitirmek isterler. Allah anıldıkça, hak korkusu göründükçe geriler, sinerler. Ancak fırsat bulunca döner, yüz buldukça şımarır, musallat oldukça olurlar; kötü düşünceler telkin ede ede, vehimler ve hayaller içinde sindire sindire, insanı alçaltır ve adı kötüye çıkmış eder bırakırlar.12
İnsanların Kalplerine Şüphe/Vesvese Atar
Sûrede “Vesvasu’l-hannâs“ın şerrinden insanların Rabbine, Melikine ve ilahına sığınmak gerektiği dersi verildikten sonra onun insana nasıl zarar vereceği; müminler için ne gibi bir tehlike arz ettiği açıklanır:
“O ki insanların kalplerine vesvese verir.”13
Yani insanların içlerinde; gerek fert olarak içlerinde, gönüllerinde gerekse toplum olarak içlerinde, aralarında onlara vesvese verir. Allah’ı unutanların göğüsleri/bağırları içinde iç ve dış dünyalarından gönüllerine her türlü vesvese sokar/kötü telkinler yapar. Kötü kötü eğilimlere uyarır, içinde alçak alçak hisler uyandırır. Böylece onu Allah yoluna gitmekten ve insanlık gayesine ermekten alıkoyar. Sonunda dinî, ahlakî ve insanî bütün değerlerden uzaklaştırır; ebedi helake sürükler.
Vesvese, sözlükte “fısıldama, kötü telkinde bulunma, karışık sözler söyleme, şüpheye düşme ve kuşku duyma” manalarına gelir. Aynı kökten türetilen “vesvâs” ismi, “rüzgârdan kaynaklanan hışıltı, fısıltı, av köpeklerinin çıkardığı sesler ve şeytan” anlamına kullanılır. Çoğul olarak “Vesâvisu’ş-şeytan” denildiğinde şeytanın her türlü iğva, ifsat ve telkinleri akla gelir.
Dinî literatürde ise vesvese/visvâs, “Şeytanın ya da nefsin insana telkinlerde bulunması ve bunun sonucunda insanın içine doğan kötü/saptırıcı ve zararlı duygu ve düşüncelerdir.14 Bugün psikiyatri ilminde vesvesenin bir kısmının karşılığında obsesyon, yani takıntı/saplantı kelimesi kullanılır. Takıntı, kişinin elinde olmadan aklına gelen ve o şahsa aşırı rahatsızlık veren düşüncelerdir. Bunlar kolay kolay da savılamaz. Dolayısıyla vesvese, nefsin ve şeytanın insanın gönlüne ilka ettiği her türlü hayırsız/faydasız ve onu rahatsız eden düşünce ve duygulardır.
Şeytan, insanı hak yoldan ve doğrulardan uzaklaştırmak için pusuya yatıp, zihinlerine ve gönüllerine itikad ve amelle ilgili şüphe ve kuruntular atar. Onları, hem kendi nefislerine hem de başkalarına karşı kötülüğe teşvik eder. Kötülükleri ve inkârı, beraberinde getireceği zevkleri ön plana sürerek süsler, güzel göstermeye çalışır.15 Bununla insanların imanını, salih amellerini, kardeşliğini/vahdetini ve sahip oldukları tüm iyilikleri/güzellikleri hedef alır. Muhataplarının kalbini karıştırıp karartacağı ana kadar da büyük bir kararlılık sergiler; sonuç alıncaya kadar vazgeçmez. Bâtılı hak, hakkı bâtıl, şerri hayır, hayrı da şer olarak göstermek için bütün maharetlerini ortaya koyar; her çeşit hile ve yönteme baş vurur.
Allah Resûlü bunun bir örneğini şöyle anlatır: “Şeytan birinizin yanına gelir ve ‘Semayı kim yarattı?’ diye sorar. Kişi ‘Allah yarattı.’ diye cevap verince bu kez şeytan “Yeryüzünü kim yarattı?’ der. Kişi ‘O nu da Allah yarattı.’ diye cevaplayınca bu sefer ‘Peki! O zaman Allah’ı kim yarattı?’ diye sormaya başlar. Bundan dolayı kişi bu tür şeyleri kendi içinde hissettiği zaman ‘Allah’a ve peygamberlerine iman ettim.’ desin ve O’na sığınsın. Bir de aklına gelen bu tür vesveseler üzerinde durmasın.”16 buyurur. Burada, ‘O’na sığınsın!’ ifadesiyle sadece kavli istiâzeyi değil aynı zamanda ilim ve tefekkürle (fiili istiâze) imanî meselelerde akla gelen şüphelerin/vesveselerin izalesi için ilmen derinleşmenin gerektiğini de ders verir.
Sonuç
Kur’ân’ın ilk dersi hamd ü sena ve istiâne/istiâze olduğu gibi son dersi de istiâzedir. Zira vahyin açık beyanıyla insanın en azılı düşmanı şeytandır.17 Onun bu düşmanlığı doğum anında başlar ki Hz. Meryem’in annesi daha onu dünyaya getirirken o ve zürriyeti için, şeytanın şerrinden Allah’a sığınır ve korunmalarını ister.18 Allah Resûlü de zifafa giren çiftlere “Allah’ım! Şeytanı bizden ve bize nasip edeceğin çocuktan uzaklaştır.”19 duasını öğretir ve daha cenin haline getirilmemiş çocuklar için bile şeytanın zarar vermesinden Allah’a sığınılması gerektiği dersini verir.
Bu manada istiâze, düşmanı hakkıyla tanımanın sonucu fıtrî ve yürekten bir tepkidir. Kaldı ki şeytanın en yakın en samimi ortağı nefis de insana daima kötülüğü emreder.20 Dolayısıyla iki azılı ve sinsi düşman arasında kalan aciz insanın; bir diğer ifadeyle hem içten hem de dıştan kuşatılan insanoğlunun bu yaman düşmanlar karşısında istiâzeden daha sağlam bir sığınağı yoktur.
Sitemizin yazarlarından Selim Koç, 1987 yılında Uludağ Ünv. İlahiyat Fakültesinde lisans eğitimini tamamladı. 1992. yılında aynı fakültede hadis ilimlerinde yüksek lisansını bitiren yazarımız, 2002 yılında Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Tefsir alanında doktorasını tamamladı. Yazar, aynı yıllarda Tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuf alanlarında özel dersler almaya da devam etti. Yıllardır siyer alanında da okumalar yapan ve makaleler kaleme alan yazarımız sekiz yıldır sitemizde düzenli olarak yazmaktadır. Yazarımız, 1,5 yıl kadar Mekke ve Medine’de ikamet etmiş ve Allah Resûlünün hayatıyla ilgili pek çok mekanlara gitmiş ve özel araştırma ve incelemelerde de bulunmuştur.
Dipnot:
- Nas Sûresi, 114/1-3
- Nas Sûresi, 114/4-6
- Nahl Sûresi, 16/98
- Fatiha Sûresi, 1/5
- er-Razî, Mefâtihu’l-Gayb, Nâs Sûresinin tefsirinde.
- Bkz. Razî, Tefsîru’l-Kebîr, İlgili sûre ve ayetin tefsirinde
- Bkz. Tîn Sûresi, 95/4, 5
- Neml Sûresi, 27/62
- A’raf Sûresi, 7/17
- Bkz. A’raf Sûresi, 7/20-22
- Buhârî, Bed’ul-Halk 11 (3294); Müslim, Fedâilu’s-sahabe 22 (2396)
- Bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Nâs Suresi tefsirinden.
- Nâs Sûresi, 114/5
- Bkz. Fîrûzâbâdî, “v-s-v” md; el-Müfredât, “vesvese” md.
- Bkz. Nahl Sûresi, 16/63
- Buhârî, Bed’u’l-halk 11 (3276); Müslim, İman 60/212-214 (134)
- Bakara Sûresi, 1/208; En’am Sûresi, 6/142; A’râf Sûresi, 7/22; Yusuf Sûresi, 12/5; İsrâ Sûresi, 17/53
- Âl-i İmrân Sûresi, 2/36
- Buharî, Nikah 66; Ebû Dâvud, Nikah 46; Tirmizî, Nikah 8
- Yusuf Sûresi, 12/53
Co guzel bir makale .Allah razi olsun.Aklimiza ve kalbimize hitab ediyor.