Kur’ân Kıssalarının Siret-i Nebevî İle İrtibatı

232

Kur’ân’da en fazla tekrar edilen kıssa olan Hazreti Musa kıssasının, salt târihselci ve edebî yöntem taraftarlarının görüşlerinin aksine -bu kıssanın târihsel gerçeklik ve yaşanmışlığını reddetmeden- Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) risâletinin Mekkî ve Medenî dönemlerinde, bu dönemlerin kendilerine has şartları muktezâsınca üslûp ve muhteva açısından ne tür farklılıklar içerdiğini incelemeye çalışacağız.

Çalışmada Hazreti Musa kıssasını örnek olarak seçmemizin iki temel sebebi var. Birincisi, Kur’ân’da en çok tekrar edilen kıssa olmasıdır. Hazreti Musa, Kur’ân-ı Kerîm’in otuz dört suresinde, 136 yerde zikredilmektedir.[1] İkincisi, Kur’ân’da peygamber kıssalarının genelde Mekke’de anlatılmış olmasına rağmen, Hazreti Musa kıssasının hem Mekke’de hem de Medine’de genişçe anlatılmış olmasıdır.

Hazreti Musa Kıssasının Mekkî Anlatımında Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hayatına Paralel Olarak Ön Plâna Çıkan Hususlar

1. Hazreti Musa’ya Vahiy Gönderilmesi:

Kıssayla alâkalı Mekkî âyetlerde, Hazreti Musa’ya ilk vahyin nasıl geldiği birden fazla yerde anlatılmıştır. Hâlbuki Hazreti Musa’ya vahyin ilk gelişi, Medine’de hiç anlatılmamıştır. Bu hususta şu nokta da oldukça dikkat çekicidir: Hazreti Musa kıssasının büyük bir ihtimalle ilk zikredildiği yerler olan[2]Tâhâ Sûresi’ndeki anlatım ile Nâziât Sûresi’ndeki anlatıma Hazreti Musa’ya vahyin ilk gelişi ile başlanmıştır. Yani Hazreti Musa kıssasına dair Kur’ân’da ilk anlatılan hâdise, onun Sînâ Dağı’nda vahye ilk muhatap oluşudur.

Hazreti Musa’ya ilk vahyin gelişinden bahseden âyetlerin muhtevası, indikleri dönemin atmosferi ile uyumludur. Zîrâ Hazreti Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) vahyin gelmeye başlamasıyla birlikte hem O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) hem de Mekke toplumunun en önemli meselesi vahiy olmuştur. Allah Teâlâ (celle celâluhu) da Kur’ân vahyinin ilk yıllarında, hem Hazreti Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) hem de Mekke toplumuna vahyin daha önce de çeşitli peygamberler tarafından tecrübe edilen bir hakikat olduğunu vurgulamak üzere Hazreti Musa’ya vahyin nasıl geldiği üzerinde durmuştur. Câlib-i dikkattir ki Hazreti Musa’ya gelen vahiyden bahseden bütün âyetlerden önce, Hazreti Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) gelen Kur’ân vahyinden bahseden âyetler yer almaktadır.[3]

2. Risâletin İlk Yıllarında Hazreti Musa’nın Yalnızlık Çekmesi ve Allah’tan, Kardeşi Harun’u Kendisine Destekçi Kılmasını Talep etmesi:

Hazreti Musa kıssasının zikredildiği Mekkî âyetlerde dikkat çeken bir husus da Hazreti Musa’nın risâletin ilk yıllarında, bu sorumluluğu taşımaya gücünün yetmeyeceğinden çekinmesi ve Allah Teâlâ’dan, Hazreti Harun’u kendisine destekçi kılmasını temenni etmesidir.[4] Siyer kaynaklarından, Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) de risâletin ilk yıllarında Hazreti Musa’nın bu endişesine benzer endişeleri yaşadığını ve Allah Teâlâ’dan bazı Mekkelileri müslüman yaparak kendisine destekçi kılmasını istediği anlaşılmaktadır.[5]

3. Hazreti Musa-Firavun veya Tevhîd-Şirk Mücadelesi:

Mekkî dönemde anlatılan Hazreti Musa kıssasının en dikkat çekici yönlerinden birisi de Hazreti Musa ile Firavun ve adamlarının mücadelesine genişçe ve tekrar tekrar yer verilmiş olmasıdır. Hâlbuki kıssanın Medine’de anlatılan bölümlerinde bu mücadeleye hiç yer verilmemiştir. Bu durumu şöyle izah etmek mümkündür: Mekke’de Firavnî bir düzen hâkimdi. Orada sözü geçen nüfuz sahibi insanlar, Firavun ve adamları gibi haksızlık ve eşitsizliğin hâkim olduğu bir siyasî ve iktisadî sistemin bekçileri konumundaydılar. Hâlbuki aynı durum hicret sonrasındaki Medine’de söz konusu değildi. Çünkü orada müslümanların hâkim olduğu bir içtimaî yapı oluşturulmuştu.

Öte yandan, birkaç defa tekrar edilen Hazreti Musa-Firavun diyalogları da Hazreti Musa’nın ilk yıllarda kendisini ve davasını silâhla değil sözle anlatan ve böylece diyalog yoluyla sulh eksenli bir mücadeleyi yeğleyen bir tutum benimsediğini göstermektedir. Buradan, Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ilk müslümanlara da, o dönemin şartları muktezasınca tevhîdî mücadeleyi diyaloğu esas alan barışçıl bir şekilde sürdürmeleri gerektiğine dâir bir mesaj verildiği anlaşılabilir. Ayrıca Hazreti Musa’ya Firavun’a yumuşak sözlerle hitap etmesi, sert diyaloglar içerisine girmemesinin öğütlendiği anlatılmaktadır.[6] Buradan, Hazreti Peygamber ve ilk müslümanlara da müşriklerle yapacakları diyaloglarda, İslâm’a aynı üslûpla davet etmeleri gerektiğine dâir bir mesaj verildiği anlaşılabilir. Nitekim Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) ve müslümanlara da bu doğrultuda tavsiyeler içeren âyetler gelmiştir.[7]

4. İsrâiloğulları’nın Hazreti Musa Öncülüğünde Mısır’dan Çıkıp Filistin’e Hicret Etmeleri:

Kur’ân, Mekkî âyetlerde, Allah Teâlâ’nın Hazreti Musa’ya, İsrâiloğulları’nı Mısır’dan çıkarıp Filistin’e göç ettirmesi üzerinde mükerreren durmaktadır.[8] Bu hicret esnasında Firavun ve ordusunun, Hazreti Musa ve ona tâbi olan İsrâiloğulları’nı öldürmek maksadıyla takip ettiklerini, ancak denizde boğularak feci bir âkıbetle karşılaştıklarını defalarca hatırlatmıştır. Bu anlatımla, Mekke’de türlü türlü sıkıntılar çeken müslümanlara, Allah’ın, tıpkı İsrâiloğulları’nı Firavun gibi güçlü ve zâlim bir kıralın elinden kurtardığı gibi kendilerini de Mekke’den sâlimen çıkarıp kurtaracağına ve hicrete hazır olmaları gerektiğine dâir bir mesaj olarak anlaşılabilir. Mekkeli müşriklere ise “Eğer Firavun ve ordusunun, hicret esnasında Hazreti Musa ve İsrâiloğulları’nı takip ettikleri gibi siz de hicretleri esnasında Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ve tâbilerini, onlara zarar vermek amacıyla takip etmeye yeltenirseniz benzer bir âkıbete dûçâr olursunuz.” mesajının verildiği düşünülebilir.

5. Hazreti Musa’yı Öldürme Teşebbüsü:

Kur’ân’da, Firavun ve adamlarının Hazreti Musa’yı öldürme teşebbüslerinden bahsedilmektedir. Bunlardan ilki, Hazreti Musa, bir Kıbtî’yi yanlışlıkla öldürdükten sonra toplumun önde gelen kesimi tarafından,[9] diğeri de bizzat Firavun tarafından sâdır olmuştur.[10]Bu âyetlerden, Hazreti Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) Mekkeli müşriklerin de kendisini öldürmek için bir takım plânlar yaptıklarının mesajı verilmiş olabilir.

Hazreti Musa Kıssasının Medenî Anlatımında, Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kıssasındaki Değişime Paralel Olarak Ön Plâna Çıkan Hususlar

Medenî dönemde Hazreti Musa kıssasının anlatımında dikkat çeken hususlara geçmeden evvel, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanındaki Medine’nin ictimâî durumu hakkında şu kısa bilgiyi vermek gerekir: Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) ve sahâbesinin, risâlet sonrası dönemde Mekke’de süren yaklaşık on üç yıllık tevhid mücadeleleri, türlü türlü sıkıntı ve eziyetlere maruz kalmakla geçmiş ve nihayet 622 yılında önce sahâbenin, sonra da Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’ye göç etmeleri ile bu sıkıntılı dönem son bulmuş ve böylece Medine’de yeni bir sayfa açılmıştı. Artık Mekke’de olduğu gibi toplumun siyâsî ve iktisâdî bakımdan nüfuzlu insanları, müslümanlara eziyet etmiyor, onların dinlerini yaşamalarına ve dinlerine uygun bir siyâsî, iktisâdî ve hukûkî düzen kurmalarına mâni olmuyorlardı. Böylece Mekke’deki içtimâî yapıdan bambaşka bir yapı oluşmuştu. Dolayısıyla Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine yılları, ideal bir İslâm toplumunu oluşturmanın gayretleriyle doludur. Ayrıca bu dönemde savaş farz kılınmış ve müşriklerle irili-ufaklı pek çok savaş yapılmıştır. Medine’deki ortamı, Mekke’dekinden farklı kılan hususlardan biri de burada çeşitli Yahudi cemaatlerin varlığıdır. Muhammed Hamîdullah’ın tespitine göre hicret yılında Medine’de yaklaşık 4.000 kadar Yahudi vardı.[11]Yine Mekke’deki ortamdan farklı olarak Medine’de pek çok münafık mevcuttu. Bunlar, sözde iman etmiş olsalar da gönülden iman edemedikleri için çoğu defa Hazreti Peygamber’i (sallallahu aleyhi ve sellem) üzecek söz sarf ediyor ve fiillerde bulunuyorlardı.

Bu dönemde özellikle ön plâna çıkan konuları şu şekilde özetlemek mümkündür:

1. İsrâiloğulları’nın Genel Olarak Din Tasavvurundaki Yanlışlıklar:

a. İsrâiloğulları’nın Allah’a ve Hazreti Musa’ya Vefâsızlık ve Nankörlük Etmeleri:

Kur’ân’ın Hazreti Musa kıssasının Medenî anlatımında üzerinde hassasiyetle durduğu konulardan biri de Mısır’dan çıkıştan sonra Hazreti Musa’nın çağdaşı olan İsrâiloğulları’nın, Allah’a ve Hazreti Musa’ya verdikleri sözde durmamaları, ahde vefa göstermemeleri ve Allah’ın verdiği nimetlere nankörlük etmeleridir. Onlar, bu hataları yüzünden maddî-mânevî sıkıntılara dûçâr olmuşlardır.[12] Bu vesileyle Kur’ân, pek çok yerde Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) dönemindeki İsrâiloğulları’na, tarih boyunca atalarına verilen nimetleri hatırlatarak onları ahde vefaya davet etmektedir.[13] Bu âyetlerde, sahâbeye, Hazreti Peygamber’e verdikleri itâat sözünde durmaları ve sağ-sâlim Medine’ye hicret etmek ve orada müslümanların hâkim olduğu bir siyâsî ve ictimâî yapıya kavuşmak gibi Allah’ın kendilerine lütfettiği maddî-mânevî nimetleri unutmamaları, böylece İsrâiloğulları’nın bu konuda yaptıkları hataya düşmemeleri gerektiği mesajının verildiği anlaşılabilir.

b. İsrâiloğulları’nın Dînî Meselelerde Lüzumsuz Sual Sormaları ve Teferruâta Dalmaları:

Hazreti Musa kıssasının sadece Medine’de anlatılan bölümlerinden birisi de Bakara kıssasıdır. Bakara Sûresi’ne de adını veren bu hâdise hakkında verilen bilgiye göre, Allah Teâlâ, İsrâiloğulları’na başlangıçta herhangi bir nitelik belirtmeden mutlak olarak bir inek kesmelerini emretmiştir. Allah’ın emrine sorgusuz sualsiz itaat etmek gerektiği hâlde onlar bu buyruğu önce garip karşılamışlar, sonra da kesilecek hayvanın nitelikleri hakkında ardı ardına sorular sorarak işlerini güçleştirmişlerdir. Burada, başta ilk muhâtaplar olmak üzere Kur’ân’ın muhâtabı olan herkese dînî meselelerde lüzumsuz sorulara ve teferruata dalmanın beyhude bir gayretten öte bir mânâ ifade etmeyeceğinin ve Allah nezdinde hoş karşılanmayan bir davranış olduğunun mesajı verilmiştir. Nitekim başka bir âyet-i kerîmede bu hususta şöyle buyrulmuştur: “Açıklandığı takdirde sizi sıkıntıya sokacak konularda boş yere sorular sormayın!”[14] Bu âyetin hemen akabinde de muhtemelen Bakara kıssasına imâen geçmişte bir ümmetin benzer şekilde lüzumsuz sorular sordukları ve böylece küfre düştükleri bildirilmektedir: “Sizden önce bir topluluk, benzer şekilde lüzumsuz sorular sormuş, bu sebeple de kâfir olmuştu.”[15]

c. İsrâiloğulları’nın Seçilmişlik Hissine Kapılıp Aldanmaları ve Allah’ın Azabından Emin Olduklarını Zannetmeleri:

Kur’ân, İsrâiloğulları’nın Allah tarafından seçilmiş oldukları vehmine kapılarak şımardıklarından ve Allah’ın kendilerine azap etmeyeceğini zannettiklerinden bahsetmektedir.[16] Bu âyetlerin çoğu, Medine’de yaşayan Yahudiler hakkındadır. Ancak İsrâiloğulları’nın seçilmişlik kuruntusuna kapılmaları, çok daha öncelere dayandığı için bu âyetler, Hazreti Musa kıssasına bir tetimme gibi düşünülebilir. Bu âyetler, aslında müslümanlara da kendilerini mutlak cennetlik gibi görme yanlışlığına düşmeme noktasında da önemli işaretler içermektedir. Nitekim şu âyet bu durumu açıkça ifade etmektedir: “(Cennet’e girmek) ne sizin kuruntu ve temennilerinizle ne de Ehl-i Kitab’ın kuruntu ve temennileriniyle gerçekleşir.”[17] Bu âyetten, âyetin nâzil olduğu dönemde müslümanların bir kısmının böyle bir kuruntu içerisinde oldukları neticesi çıkarılabilir.[18]Nitekim bu âyetin sebeb-i nüzûlü olarak bu doğrultuda bazı rivâyetler mevcuttur.[19]

d. İsrâiloğulları’nın Allah’ın Verdiği Hükümlerle Amel Etmemesi:

Medine’de nâzil olan bazı âyetlerde, Hazreti Musa vâsıtasıyla İsrâiloğulları’na vahyedilen hukûkî talimâtların mutlaka yerine getirilmesi, Allah’ın hükmettiği şekilde hüküm verilmesi, aksinin küfür, zulüm ve fısk olduğu ifade edilmiştir.[20] Bu âyetlerin Kur’ân’da yer almasından, bu âyetlerin nâzil olduğu zaman, Hazreti Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Kur’ân’a iman ettiğini söyleyenlerin içinde de Kur’ân’da Allah’ın bildirdiği ahkâmla hükmetmek istemeyenlerin olduğuna ve ileride de olacağına dâir bir işaret çıkarılabilir. Nitekim bazı âyetler, böyle bir tutumun, müslüman olduklarını söyleyenler tarafından da sergilendiğini göstermektedir: “(Sözde) iman edenler, ‘Savaş hakkında bir sûre inmeli değil mi?’ diyorlar. Fakat gel gör ki içinde savaşı farz kılan mânâsı açık bir sûre nâzil olunca kalblerinde hastalık bulunanlar sana ölüm baygınlığındaki kişi gibi bakmaya başlarlar.”[21]

e. Yahudi Din Adamlarının Hataları:

Hemen her dinde, o dinin tebliğ ve temsilcisinin vefatından sonra ortaya çıkan bir “din adamları” zümresi mevcuttur. Aynı şey, Yahudilik için de geçerli olmuştur. Nitekim Hazreti Musa’nın vefatından sonra Yahudilikte güçlü bir din adamı sınıfı oluşmuştur. Hazreti Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatından sonra müslümanlar arasında da Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ilmine vâris olacak bir ulema zümresinin teşekkül edeceği tabiîdir. İşte bu sebeple olsa gerektir ki Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatına yakın nâzil olan âyetlerde, gerek Hazreti Peygamber’den (sallallahu aleyhi ve sellem) önceki zamanlarda gerekse onun zamanında yaşayan Yahudi din adamlarının yaptıkları hatalar gündeme taşınmış ve böylece hem Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatından hemen sonra sahâbe içinden çıkacak din âlimlerine, hem de kıyâmete kadar gelecek olan İslâm âlimlerine uyarı ve tavsiyelerde bulunulmuştur.[22]

2. Peygamber Tasavvurundaki Yanlışlıklar:

a. İsrâiloğulları’nın Hazreti Musa Hakkında Bazı Yanlış Düşüncelere Kapılıp Suizanda Bulunmaları:

Ahzâb Sûresi’nde Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Hazreti Musa (hakkında sû-i zanda bulunarak ona) eziyet etmiş olan (İsrâiloğulları) gibi olmayın! Nitekim sonunda Allah, onu, onların dediklerinden akladı. O, Allah nezdinde pek itibarlıydı.”[23] İsrâiloğulları’nın Hazreti Musa hakkındaki yanlış düşüncelerinin mâhiyetine dâir farklı görüşler mevcuttur. Bunları, bedeninde kusurlar olduğunu düşünmek, -haşa yüz bin defa haşa- kötü bir kadınla zinâ ettiğini düşünmek ve Hazreti Harun’u öldürmekle suçlamak şeklinde özetlemek mümkündür. Öyle anlaşılmaktadır ki bu âyetin nâzil olduğu dönemde, bazı zayıf imanlı kişiler ve münâfıklar tarafından Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) hakkında birtakım dedikodular söz konusu olmuştur. Bunun üzerine Allah, Hazreti Musa kıssasına ufak bir gönderme yaparak onun yaşadığı benzer bir mesele üzerinden, Allah Resûlünü (sallallahu aleyhi ve sellem) üzecek her türlü eylem ve söylemden uzak durmaları gerektiği hususunda müslümanlara tavsiyede bulunmuştur. Hazreti Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) gösterilmesi gereken edep, ona itaâtin gerekliliği ve keyfiyeti hakkında pek çok âyetin[24]mevcudiyeti de geçmiş ümmetlerin (özellikle de İsrâiloğulları’nın) düştükleri hatalara düşmemeleri için ilk nesilden itibaren müslümanlarda sağlam bir peygamber inancı yerleştirme gayesine matuftur.

b. İsrâiloğulları’nın Hazreti Musa’ya İtaatsizlik Etmeleri ve Cihaddan Korkarak Savaş Meydanında Onu Yalnız Bırakmaları:

Hazreti Musa kıssasının Mekkî anlatımında yer almayıp Medenî anlatımında yer alan hususlardan biri de İsrâiloğulları’nın Hazreti Musa’yı düşmanlarına karşı savaşta yalnız bırakmaları ve korkaklık göstererek cihaddan geri durmalarıdır.[25]

Kur’ân’dan anlaşıldığı kadarıyla, Hazreti Musa’nın kıssasında geçen İsrâiloğulları’nın gösterdiği bu tavrın bir benzeri, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatında da münâfıklar ve bazı zayıf imanlı müslümanlar tarafından gösterilmiştir.[26]

İsrâiloğulları’nın Hazreti Musa’yı savaş meydanında düşmana karşı yalnız bırakmasının ne kadar yakışıksız bir davranış olduğunu anlatan Kur’ân’ın mesajını sahâbe çok iyi anlamış olmalıdır ki Bedir Meydanı’nda savaş başlamadan kısa bir süre önce Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) özellikle Ensârdan olan müslümanların kendisini savaş meydanında yalnız bırakıp bırakmayacaklarını öğrenmek maksadıyla yaptığı istişâre toplantısında, Ensâr[27] kendisine şöyle cevap vermişti: “Evet biz de Sen’inle birlikte savaşacağız. Biz, asla İsrâiloğulları’nın Hazreti Musa’ya ‘Haydi sen Rabbinle git, ikiniz onlarla savaşın, biz bu işte yoğuz, burada oturacağız.’ dediği gibi demeyiz. Biz ‘Sen ve Rabbin gidin, biz de sizinle gelip savaşacağız.’ diyoruz.”[28]

c. İsrâiloğulları’nın Peygamberleri Öldürmeleri:

Hazreti Musa kıssasının Mekkî anlatımında yer almayıp sadece Medenî anlatımda yer alan konulardan birisi de İsrâiloğulları’nın, kendilerine gönderilen peygamberlerin bazılarını öldürmüş olmalarıdır.[29] Öyle anlaşılıyor ki, Allah Teâlâ, Mekke’de ezâ ve cefâ içinde kıvranan Müminlerin morallerini yüksek tutmak için onlara peygamberlerin ilk başta güçsüz görünseler de sonunda düşmanlarına gâlip geldiklerini gösteren kıssaları anlatmıştır. Dolayısıyla Hazreti Musa kıssasını aktarırken de Mekkî dönemin şartlarına uygun olacak şekilde, Hazreti Musa’nın, Firavun’a nasıl gâlip kılındığı anlatılmıştır. Medine’de ise Kur’ân, İsrâiloğulları’nın kendilerine gönderilen peygamberlerden bir kısmını öldürdüklerini bildirerek onları “peygamber kâtili” olarak nitelemektedir. Kur’ân’ın, peygamberlerini katleden hâin insanlardan bahsetmesinde, Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) ve sahâbeye bir mesaj gönderdiği anlaşılabilir. Zîrâ Medine’de hâkim unsurun müslüman olduğu bir içtimâî yapıya kavuşulduğu için burada Hazreti Peygamber’i (sallallahu aleyhi ve sellem) bekleyen asıl tehlike, dışarıdan değil içeriden olacaktır. Dolayısıyla müslüman olduklarını söyledikleri hâlde İslâm’ı içselleştirememiş veya Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) siyâsî ve ictimâî liderliğini içlerine sindirememiş olan münâfıklardan gelebilecek suikast teşebbüslerine karşı, Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bu âyetlerle uyarıldığı düşünülebilir. Ayrıca bu âyetlerin, Hazreti Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem), Medine civarında yaşayan Yahudilerin kendisini öldürmek istediklerine dair, örtülü bir mesaj taşıdığı söylenebilir.

3. İsrâiloğulları’nın Kitap Tasavvurundaki Yanlışlıklar:

a. İsrâiloğulları’nın Allah’ın Kitabını, Hevâ ve Hevese Göre Zorlama Yorumlara Tâbi Tutmaları ve Dünyevî Menfaatler Uğruna Satmaları:

Hazreti Musa kıssasının Mekkî anlatımında yer almayıp sadece Medenî anlatımda yer alan konulardan birisi de İsrâiloğulları’nın, Tevrat’ı tahrif etmeleridir.[30] Bu âyetlerde İsrâiloğulları’nın Tevrat’ı tahrif ettiklerinden, onun ifade ve hükümlerini, kendi arzularına göre değiştirdiklerinden bahsedilmektedir. Açıktır ki burada Kur’ân’ın muhataplarına da İsrâiloğulları’nın Tevrat’a yaptıklarının benzerini Kur’ân’a yapmamaları gerektiğinin mesajı verilmektedir.

Tahrif meselesinin niçin Mekke’de değil de Medine’de gündeme geldiği sorusu, şu şekilde cevaplanabilir: Kur’ân’ın lafız veya mânâsını tahrif girişimleri, Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatında mümkün değildi. Ancak onun vefatından sonra mümkün olabilirdi. Bu sebepledir ki Kur’ân vahyinin sonlarına doğru, dolayısıyla Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatına daha yakın bir zamanda Müminleri bu konuda uyarmak daha mânâlı olmuştur. Bu âyetlerdeki mesajı iyi anlayan sahâbe, Kur’ân’ın da benzer bir tahrif girişimine maruz kalmasının önüne set çekmek için, Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatından kısa bir süre sonra Kur’ân’ı cem etmiş ve sonra da onun tek bir okunuşunu esas alarak istinsah ettirmiştir.

b. Hazreti Musa’nın Vefatından Sonra İsrâiloğulları’nın Tevrat’ın Yorumunda İhtilâfa Düşmeleri ve Mezheplere Ayrılmaları:

Medine döneminde inen bazı âyetlerde, Hazreti Musa’dan sonraki İsrâiloğulları’nın lüzumsuz yere ihtilâfa düşmesi ve mezheplere ayrılıp bölük pörçük olduklarından bahsedilmektedir.[31] Bu âyetlerin, İsrâiloğulları’nın düştükleri hataya düşmemeleri konusunda müslümanları uyardığını söylemek mümkündür. Nitekim müslümanlara yönelik bu uyarıyı mânâlı kılacak şekilde Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında da birtakım siyâsî, askerî ve dînî meselelerde olduğu gibi Kur’ân’ın yorumu konusunda da ashâb arasında az da olsa bazı ihtilâflar baş göstermiştir. Sahâbenin Kur’ân âyetleri hakkında ihtilâf etmelerine şu hâdise örnek verilebilir: Bir gün sahâbe-i kirâm arasında bazı âyetler[32] hakkında bir tartışma çıkar. Tartışma o kadar şiddetlidir ki, Mescid-i Nebi’deki sesler, hâne-i saâdete ulaşır. Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), Mescid’e gelip ne olup bittiğini merak eder. Kur’ân âyetleri hakkında tartıştıklarını görünce çok üzülür ve şöyle der: “Sabırlı olun ey insanlar! Sizden öncekiler, bu gibi tartışmalarla peygamberleriyle ihtilâfa düşmeleri ve İlâhî kitapların âyetlerini bir birleriyle çarpıştırmaları yüzünden helâk oldular. Kur’ân âyetleri, birbirlerini yalanlamak için gönderilmedi, bilakis birbirlerini tasdik etmek üzere gönderildi. Şu hâlde ondan anladıklarınızla amel edin, anlayamadıklarınızı da bilenlere sorun!”[33]

Değerlendirme ve Netice:

Kur’ân-ı Kerîm’in ilk ve doğrudan muhatabı, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) olduğu için, onun risâlet sonrasındaki hayat öyküsünün, bir başka ifadeyle İslâm’ı tebliğ ve tebyin için verdiği mücadelenin seyrini Yüce Mesaj’da bulmak mümkündür. Allah Teâlâ, insandan ve toplumdan kopuk bir mesaj göndermemiştir. İnsana, hayatın içinden seslenmiştir. Bu sebepledir ki Medine’deki ictimâî ve siyâsî ortam, Mekke’dekinden farklılaşınca vahyin dili ve muhtevası da farklılaşmıştır. İşte bu farklılaşma, Kur’ân kıssalarının anlatımına da yansımıştır.

Kur’ân kıssaları içerisinde en çok tekrar edilen kıssa olan Hazreti Musa kıssasının anlatımına bakıldığında da, Mekkî dönem ile Medenî dönem arasında üslûp ve muhteva açısından belirgin farklılıklar göze çarpmaktadır. Bu farklılıkları, çelişki veya bazı müsteşriklerin iddia ettiği gibi Hazreti Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) fırsatçılığıyla değil, Kur’ân vahyinin genel özelliği olan başta Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) olmak üzere ilk muhatap kitlenin içinde bulunduğu şartlara uygun bir dil, yöntem ve muhteva kullanmasıyla açıklamak gerekir.

Yukarıda anlatılanlardan hareketle bir özet yapmak gerekirse, Hazreti Musa kıssasının Mekkî anlatımında Tevhid ve onun Allah’a itaat ile alâkalı boyutları ön plâna çıkarılırken, Medenî anlatımında peygamberlik müessesesi ve onun Hazreti Musa’ya itaat ile ilgili yanlarına öncelik verilmiştir. Kıssanın Mekke’de anlatılan bölümlerinde Hazreti Musa’nın müşrikler ve zâlimlerle mücadelesi anlatılırken, Medine’de anlatılan bölümlerinde, Hazreti Musa’ya inandığını söyleyen, ama bunun gereğini yerine getirmeyen İsrâiloğulları ile mücadelesi anlatılmıştır. Bir başka ifadeyle, Mekke’de Tevhid-şirk; Medine’de ihlâs-nifak mücadelesi ön plâna çıkmıştır. Mekke’de İsrâiloğulları’nın cefakârlığı anlatılırken Medine’de vefasızlıkları anlatılmıştır. Bütün bunlardan çıkan sonuç ise şudur: Kur’ân bütün zaman ve mekânlara hitap etmektedir. Onda anlatılan kıssalarda her dönemde yaşanabilecek hâdiseler ve bunlarla alâkalı yol ve yön gösterici mesajlar vardır.


Dipnotlar
[1] Ömer Faruk Harman, “Musa”, DİA, XXXI, 210.
[2] Bizi bu görüşe sevk eden husus, her iki âyetin de “hel etâke hadîsu Musâ? (Sana Musa’nın haberi ulaştı mı?)” şeklinde başlamasıdır. Bu ifade, Hazreti Musa kıssası konusunda Hazreti Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) ilk bilginin, bu âyetler vasıtasıyla ulaştığını imâ etmektedir. Nitekim böyle bir görüşü Râzî, Kelbî’den nakletmiştir (Bk. Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, VIII, 16).
[3] Mesela bk. Tâhâ 20/1-14; Neml 27/1-10.
[4] Bk. Tâhâ 20/29-32; Şuarâ 26/13; Kasas 28/34.
[5] Bk. Asım Köksal, İslam Tarihi, IV, 8-13, 220.
[6] Bk. Tâhâ 20/44.
[7] Bk. Nahl 16/125; Fussilet 41/34; Ankebût 29/46.
[8] Bk. Tâhâ 20/77-80; Şuarâ 26/52-62.
[9] Bk. Kasas 28/20.
[10] Bk. Mü’min 40/26.
[11] Bk. Muhammed Hamîdullah, İslâm Anayasa Hukuku, s. 95.
[12] Bk. Bakara 2/50-66.
[13] Bk. Bakara 2/40, 47.
[14] Mâide 5/101.
[15] Mâide 5/102.
[16] Bakara 2/80, 94, 111; A’râf 7/169.
[17] Nisâ 4/123.
[18] Bu âyetteki muhatap zamirin müslümanlara mı yoksa müşriklere mi râci olduğu konusu ihtilâflıdır. Biz, müslümanlara râci olduğu kanaâtini tercih ettik. Bu konuda detaylı bilgi için bk. Taberî, Câmiu’l-Beyân, IV, 170-174.
[19] Bk. Taberî, Câmiu’l-Beyân, IV, 170-171.
[20] Bk. Mâide 5/44-46.
[21] Muhammed 47/20.
[22] Bk. Bakara 2/44; Mâide 5/63; A’râf 7/169; Cumu’a 62/5; Tevbe 9/31; Tevbe 9/34.
[23] Ahzâb 33/69.
[24] Bk. Âl-i İmrân 3/31; Ahzâb 33/36; Nisâ 4/65, Nûr 24/63; Hucurât 49/1-2; Mücâdile 58/5, 12.
[25] Bk. Mâide 5/21-22, 24.
[26] Bk. Âl-i İmrân 3/155-156, 166-167; Nisâ 4/ 75-77, 95; Tevbe 9/81, 86, 118, 120; Ahzâb 33/12-18; Fetih /11-16.
[27] Bazı rivâyetlerde bu sözü söyleyenin Mikdâd b. Amr el-Kindî olduğu ifade edilir. (Bk. İbn Kesîr, Tefsîr, II, 37-38; Asım Köksal, İslâm Tarihi, VIII-IX, 106).
[28] Bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 188; İbn Kesîr, Tefsîr, II, 37-38; Asım Köksal, İslâm Tarihi, VIII-IX, 106-107.
[29] Bk. Bakara 2/61, 87, 91.
[30] Bk. Bakara 2/75; Nisâ 4/46; Mâide 5/13, 41.
[31] Bk. Bakara 2/176, 253; Âl-i İmrân 3/105.
[32] Bazı rivâyetlerde, bu âyetlerin kader hakkında olduğu ifade edilir (Bk. İbn Kesîr, Tefsîr, I, 502.)
[33] İbn Kesîr, Tefsîr, I, 502.
Mahmut Ay, Yeni Ümit Dergisi, Ekim kasım Aralık 2013.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.