İslâm Tarihinde Hicretin Yeri, Gayesi ve Önemi

729

İslâmî kaynaklarda yer aldığı şekliyle hicretin gayesi, Müslümanlar için huzur ve güven ortamını tesis etmek, davete uygun yeni bir merkez oluşturmak, İslâm toplumunu özgür ortamda kendi başına karar verebileceği bir sosyal dokuya, bir millet yapısına kavuşturmaktır. Dolayısıyla İslam tarihinde hicret‘in Müslümanlar için bir kaçış, bir sığınma düşüncesinden kaynaklandığı söylenemez.

Elbette hicrette Müslümanların Mekke’de karşılaştıkları dayanılmaz işkence ve tazyikten kurtulma ve güvenli bir ortama intikal etme arzuları da söz konusudur. Ama indirgemeci bir yaklaşımla hepsini sadece buna irca etmek, hicreti bütünüyle anlamamak demektir. Çünkü hicret, Müslümanlar için son gaye değil, esas hedeflere ulaşmak için bir plânlama dönemi sayılır. Bu mânâda hicret, okun hedefini bulmak için yola çıkmadan önce yayın gerilme ânını temsil eder.

Yaşadığı muhitte inancı adına tahammülü zor sıkıntılar yaşayan insanların söz konusu sıkıntıdan kurtulma ve huzura erme düşüncesini taşıması ve huzurlu günlerin hayalini kurması tabiîdir. Bununla beraber Peygamber Efendimiz’i ve Sahâbe’yi hicret için harekete geçiren unsur, tek başına sıkıntılardan kaçış değil, İslâm’ın oradaki parlak geleceği idi. Bu bağlamda “Sıkıntılara göğüs germe, fedakârlık, İslâm uğruna canını-malını ortaya koyma, samimi kardeşlik, Allah’ın rızasını düşünme, ahde riayet, dostluk, Allah’a teslimiyet, sabır, ümitsizliğe kapılmamak…” gibi faziletler hicret çevresinde Muhâcirlerin başlıca vasıfları olarak öne çıkmaktadır.

Bir başka açıdan İslâm tarihindeki yeri itibariyle hicret, bir yerden başka bir yere mücerret göçten ibaret değildir. Hicretin, İslâm’ın gelişme, yayılma, tebliğ, stratejisi çerçevesinde önemli bir yeri vardır. Şâyet hicret, kuru bir göçten ibaret olsaydı, Mekke ve çevresindeki müşriklerin, Müslümanları rahat bırakmaları gerekirdi. Hâlbuki gerek Habeşistan, gerekse Medine Muhâcirleri hicretten sonra da müşriklerce sürekli rahatsız edilmişlerdir. Çünkü onlar, Müslümanların, hicret diyarında güçlenerek Mekke’yi geri alacaklarının farkındaydılar. Nitekim Peygamber Efendimiz’in (aleyhisselâm) Muhâcirlere kazandırdığı ideallerin başında Mekke’nin fethi, Kâbe’nin putlardan arındırılarak tevhitle, tekbirle asıl hüviyetine büründürülmesi geliyordu. Bu gerçek, Peygamber Efendimiz ve Muhâcirler itibariyle -ki, daha sonra yanlarına Ensâr da katılacaktır- ciddi bir plânın mevcudiyetini ve hicretin rastgele olmadığını göstermektedir.1

Hicretin, uzun bir hazırlık safhasından geçmesi de bunu teyit etmektedir. Esasen Peygamber Efendimiz, Medine’ye hicret emrini âni bir kararla vermiş değildir. 11–13/620–622 yıllarında peş peşe gerçekleştirilen Akabe Biatlarında Medineliler İslâm’a ısındırılmışlardı. Söz konusu biatlara katılanlar, “Allah’ın birliğine, Peygamber Efendimiz’in Allah’ın elçisi olduğuna iman ediyorlardı. Zinadan, hırsızlıktan, açlık korkusu ile çocukları öldürmekten, yalandan, iftiradan uzak duracaklarına söz veriyorlardı. Namaz kılıp, zekât vereceklerini kabul ediyorlardı. Peygamber Efendimiz’e itaat edeceklerine ve her tehlikeyi göze alarak O’nu koruyacaklarına Allah adına ant içiyorlardı.”2

Birinci Akabe Biatı ile İkinci Akabe Biatı arasında Mus’ab İbn-i Umeyr (radıyallâhu anh), Peygamber Efendimiz’in görevlendirmesiyle Medine’de tebliğ faaliyetlerinde bulundu.

Nihayet İkinci Akabe Biatı sonunda Medineli Müslümanlar, Mekkeli mazlum kardeşlerini yurtlarına davet ettiler. Bu süreçte Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) on iki nakîb görevlendirerek her birini aile yakınlarından sorumlu tuttu ve teşkilâtlanmayı başlattı.3 Binaenaleyh hicret, rastgele değil, plânlı bir hareketti.

Akabe Biatları Müslümanlara yeni bir yurt ve yuvanın habercisiydi. Bu münasebetle İslâm tarihinde, dinî, kültürel, ekonomik, idarî gelişmenin ve teşkilâtlanmanın dönüm noktası olan hicret, bu mânâda Akabe Biatlarının bir meyvesi sayılır.

Hicretin hazırlayıcılarından biri de Mi’râc’tır. Mi’râc, kuvvetli görüşe göre 621 yılı Receb ayının 26’sını 27’sine bağlayan gece vukû bulmuştur. Mi’râc’ta Nebiyy-i Muhterem (sallallâhu aleyhi ve sellem) hususi bir surette İlâhî Huzur’a davet edilerek vahye doğrudan mazhar kılınmış, kendisine nice sır ve hikmetler gösterilmiştir.

Konumuz açısından İsrâ sûresinde Peygamber Efendimiz’e Miraç Gecesi indirilen hükümler önemlidir:

“Allah’tan başkasına kulluk etmemek, Ana-babaya iyi davranmak, hısıma, yoksula, yolda kalmışa hakkını vermek, cimri ve israfçı olmamak, evlâtları yoksulluk korkusu ile öldürmemek, fuhuş ve zinadan uzak durmak, cana kıymamak, yetimin malına doğru olmayan bir surette yaklaşmamak, ahdi yerine getirmek, ölçü ve tartıda doğruluğa dikkat etmek, hakkında bilgi sahibi olmadığımız şeyin ardına düşmemek, büyüklük taslamamak.”4

Bu hükümlerden bazısı ferdî görünse de çoğu içtimâî hayatta insan münasebetlerini tanzimi hedeflemektedir. Peki, toplum nerededir? O toplumun bir nüvesi Mekke’de teşekkül etmekle beraber şartların elverişsizliği sebebiyle müstakil harekete imkân bulamamaktadır. Bu hükümlerin detaylarıyla hür ortamda uygulanacağı toplum ise hicretle beraber Medine’de oluşacaktır. Dolayısıyla esasında Mi’râc‘ın, hicretin müjdecisi olduğu söylenebilir.

Hicret ciddi bir fedakârlığın ürünüdür. Muhâcirler, yanlarına taşıyabilecekleri çok az menkul eşyayı alabiliyor, evlerini, hayvan sürülerini ve eşyalarının çoğunu terk etmek durumunda kalıyorlardı. Oraya ne zaman dönüleceği de meçhuldü, dönülse bile ev ve eşyalarının akıbetinin ne olacağı da bilinemezdi. Dolayısıyla bu seyahatte Muhâcirlerin malî kayıpları çok fazla idi. Bunlar arasında Suheyb İbn-i Sinan gibi alacaklarını tahsil edemeyenler ve bütün malına el konularak sadece bir canıyla hicret etmek durumunda kalanlar da vardı. Vakıa durumdan haberdar olan Allah Resûlü, “Suheyb kazandı! Asıl kazançlı olan Suheyb’tir!” buyuracaktır,5 ama Suheyb’in o günkü şartlarda sadece canından başka her şeyini terk edebilmesinin çok önemli bir fedakârlık olduğunun altını çizmek gerekir. Demek ki onlar “ne can, ne cihan, hepsi de boş / gayededir varsa hayat!” diyerek İslâm’ın yayılıp yükselmesine odaklanmışlardı. Bunun için her fedakârlığı göze almış durumdaydılar. Söz konusu fedakârlıkta bizzat Peygamber Efendimiz ve Hazreti Ebû Bekir, birinci sırada yer almışlardır. Peygamberimiz ve Hazreti Ebû Bekir’in çok sevdikleri vatanları Mekke’yi terke mecbur kalışları, Sevr Mağarası’nda yaşadıkları sıkıntılar, yolculuk boyunca takip edilmeleri, zaman zaman erzak ve su sıkıntısı çekmeleri, Süraka’nın ve Büreyde İbn-i Husayb’ın yakalama girişimlerine maruz kalmaları unutulmamalıdır. Bu münasebetle Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile Hazreti Ebû Bekir’in hicret bağlamında kıyamete kadar gelecek Müslümanlara bıraktıkları, azim, sabır, sebat, cesaret, atılganlık, tedbirlilik, planlılık ve fedakârlık örnekleri çok derindir ve önemlidir.

Medine’ye hicret, İslâm tarihinin en büyük sevinç günlerinden birini oluşturur. Bütün Medineliler bu sevinç gününün tanıklarıdır.

Nitekim bir Medineli olan Enes İbn-i Mâlik Hazretleri, “Peygamber Efendimiz’in Medine’ye girdiği günden daha parlak bir gün görmedim” derken, Bera İbn-i Âzib Hazretleri ise “…Ben Medine halkının Resûlullah’ın teşrifine sevindiği gibi hiçbir şeye sevindiğini görmedim”6 diyor. Medinelilerin anonim neşîdeleri ise herkesçe mâlumdur: “Ayın on dördü, üzerimize Veda Dağı’nın tepelerinden doğdu. Ne mutlu! Artık Allah’a dua ve niyaz eden bulundukça bize şükretmek vacip oldu. Ey bize gönderilen aziz Peygamber! Sen bize, itaat edilmesi vacip bir emirle geldin!”7

Hicret, bir yandan Mekkeli Müslümanlar için baskıdan kurtulmayı, bağımsızlığı ve genel olarak müşriklere karşı güvenli bir hayatı temin etmiş, bir yandan da Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) son derece geniş bir tebliğ zemini hazırlamıştır.

Hicret, Müslümanlara siyasî, kültürel ve ekonomik mânâda tam bağımsızlık kazandırmıştır. Kadîm zamandan beri aralarında şiddetli husumet olan Evs ve Hazrec kabileleri hicretle birlikte çatışmayı terk ederek, ülfete ve muhabbetle kucaklaşmaya yöneldi. Ayrıca Muhâcirlerle de bütünleşerek şehir hem güç kazandı hem de önemli bir üstünlük elde etti. Böylece öteden beri şehrin ekonomik ve kültürel üstünlüğünü elinde tutan Yahudiler karşısında kuvvetli konuma gelebilmişlerdi.

Orijinal medeniyetlerin oluşumu ve gelişiminde hicret ve muhacirliğin önemli bir yeri olduğunda hiç kuşku yoktur. Muhâcirler genellikle doğup büyüdüğü yerlerde irsen veya iktisâben elde ettiği kazanımlarını hicret yurdunda değerlendirmek suretiyle medeniyette yeni oluşumların müjdecisi olmuşlardır. Dolayısıyla Muhâcirler, Medine’de doğacak İslâm medeniyetinin 13 yıl boyunda Mekke şartlarında tecrübe kazanmış, inançlı, ibadetli, ahlâklı, samimi, azimli, sabırlı, becerikli insan unsurunu oluşturacaktır.

Bu mânâda Medine’ye hicret, İslâm düşüncesinin kanatlanması ve ötelere müjde esintilerinin ulaştırılması adına bir fırsat olmuştur. Bu münasebetle hicret, İslâm toplumunun oluşumunda, İslâm Medeniyeti’nin temellerinin atılışında önemli bir kilometre taşıdır. Kurumlaşmanın ilk nüvelerinin, toplum katmanlarını ortak hedeflerde bir araya getirmeyi gaye edinen sosyal muhtevalı faaliyetlerin her devirde gelecek Müslümanlara örnek olacak tarzda ilk şekillenişinin hicretin akabinde gerçekleştiği görülür.

islam tarihinde hicretin yeri onemi deve ile colde giden insanlar

Kuba Mescidinin İnşaası ve İlk Cuma Hutbesi

Peygamber Efendimiz, Kuba’da kaldığı kısa sürede ilk hür kalışın hayırlı bir ürünü olarak İslâm tarihinde cemaate açık ilk mescid diye bilinen Kuba Mescidi’ni inşa etti. Kendisi de bu inşaatta ashâbı ile beraber bir işçi gibi çalıştı.8

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir Cuma günü Kuba’dan Medine’ye giderken Salim İbn-i Avf Oğulları’nın yurdunda hâlen Cuma Mescidi diye anılan yerde ilk Cuma hutbesini okudu, ilk Cuma’yı kıldırdı.9 Hür olmanın, Cuma’nın sıhhat şartlarından olduğu dikkate alınırsa bu da yine hicretin akabinde hür ortamda gerçekleşen ilkler arasında olup, hicretle başlayan yeni dönemdeki kurumlaşma açısından önem taşımaktadır.

İslâm düşüncesinde başarının ana dokusunu birlik, beraberlik ve dayanışma teşkil eder. Nitekim Efendimiz’in, Kuba’dan Medine’ye ilk ulaştığı günden itibaren birliği, beraberliği, dayanışmayı artırıcı ve buna katkı olarak Muhâcirlerin şehre intibakını sağlayıcı işler yaptığını görüyoruz. Hicretten hemen sonra Medine’de Peygamberimiz’in buyurduğu; “Ey insanlar! Selâmı yayınız! Rast geldiğinize açıkça selâm veriniz, muhtaçlara yemek yediriniz, akrabanıza yardım ediniz ve onları ziyaret ediniz…”10 hadîsi bu açıdan önem taşımaktadır.

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kuba’da yaptığı ilk caminin ardından hicretin ilk yılında (622–623) Medine’de Mescid-i Nebî’yi bina etmiştir.11 Bu, aynı zamanda bir İslâm şehrinde merkezî bir yerde yapılan Ulu Cami örneğinin de ilki sayılır.

Mescidin doğu duvarına bitişik olarak Efendimiz’e ait odalar yapıldı, bu odalar İslâm tarihine “Hücre-i Saâdet” olarak geçti. Ayrıca Mescid’e Suffe denilen genişçe bir oda eklendi. Burası, bekâr ve kimsesiz Muhâcirlerin geceleri yatakhane, gündüzleri ise ders çalışma ve dinlenme yeri olarak kullandıkları bir alan idi.12

Suffe Okulu diye bilinen bu yerin İslâm tarihinde ilk yatılı okul olduğu söylenir. Böylece hicret, bilginin aktarılması, yeterli bilgi ve beceri donanımına sahip öğretmenlerin yetiştirilmesi maksadıyla ilmî faaliyetlerin de ciddî mânâda milâdı olmuştur. Hazreti Fâtıma’nın o günlerde bir hizmetçi talebine karşılık Efendimiz’in, “Kızım sen ne diyorsun? Ben henüz Suffe Okulu talebelerinin iâşe ve ibâtesini yeterince sağlayamamışken nasıl olur da sana bir hizmetçi tahsis edebilirim?” cevabı, onun, bu ilim yuvasına ne derece önem verdiğini göstermektedir.13

İslam Tarihinde Hicret’in  Sonuçları

İslâm Medeniyeti’nin bir yardımlaşma (vakıf) medeniyeti olduğu unutulmamalıdır. Tetkik edildiği zaman görülür ki, İslâm düşüncesine ana rengini veren bu gibi unsurlar, ya hicretle beraber ilk defa uygulamaya konulmuş veya var olan fakat şartların elverişsizliği sebebiyle öne çıkarılamayan hususlara ivme kazandırılmıştır.

Bu mânâda yardımlaşma ve dayanışmayı öne çıkaran önemli gelişmelerden biri hicreti takip eden yıl içinde Muhâcirlerin Medine’ye intibaklarını ve Ensâr’la ülfetlerini sağlayıcı muâhât (kardeşlik) tesisidir.14

Buna göre kardeşler, ortaklaşa çalışacaklar, elde ettikleri geliri bölüşeceklerdi. Üstelik aralarında miras da geçerli olacaktı. Bu formül herkese duyuruldu. Bütün halkın rıza gösterdiği anlaşılınca Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) süratle Muhâcirlerden 186 aileyi aynı sayıda Ensâr’ın yanına yerleştirdi. Ensâr, mal varlığının yarısını kardeşlerine vermek istese de Muhâcir kardeşleri onların hurmalıklarında çalışarak gelir elde etmeyi yani alın teri-el emeğiyle geçinmeyi tercih ediyorlardı. Bazıları da Ensâr kardeşlerinden borç alarak çarşı-pazarda iş yapıyorlardı.

İleride Bahreyn arazisi ve Benî Nadîr’den kalan ganimetler taksim edilirken Ensâr, hisselerine düşen paydan Muhâcirler lehine vazgeçtikleri gibi onları bahçe gelirlerine de hissedar etmeye devam ettiler.15 Böylece diğergâmlığın en ince örnekleri yaşandı.

Yardımlaşma konusunda en çaplı örneklere bu dönemde rastlanır ve bu husus her asırda gelen ilim adamlarının dikkatini çeker. Öte yandan Muhâcirler de 13 yıl boyunca edindiği tecrübeleri Ensâr kardeşlerine aktaracaklardı. Böylece iki zümre arasında arzulanan mefkûre beraberliği sağlanmış olacaktı. Enfâl sûresinin 75. âyetiyle kardeş yapılanlar arasında önceden geçerli olan miras hükmü kaldırılmış; veraset kan akrabalığına ait kılınmıştır. Bununla beraber Ensâr-Muhâcir kardeşliğinin çok samimi ve özden kopup gelen örnekleri İslâm tarihi kaynaklarının sayfalarında birer şeref tablosu olarak durmakta, bizlere de mânen gıda olmaktadır.

Fedakârlık, dayanışma ve yardımseverliğin en ince örnekleriyle İslâm tarihinde bir güzellikler albümü olarak yerini almış olan söz konusu kardeşlik, hiç kuşkusuz hicretin eseri sayılır.

Müslümanlara namaz vaktinin girdiğini bildiren ve namaza daveti ifade eden ezan da hicretten sonraki ilk yılda meşru kılınmıştır.16 Ezanın, İslâm’ın en mühim şiarlarından biri olduğu düşünülürse, bu hayırlı gelişme de hicretin önemini artırmaktadır.

Hicretin akabinde şehirde gerçekleştirilen önemli hususlardan biri de Müslümanların ekonomik hayatta varlık göstermeleri ve Peygamberimiz’in yönlendirmesiyle bu alanda organize olmalarıdır. Çok sayıda Yahudi unsurunun olduğu ve şehirde İslâmlaşmanın da henüz bütünüyle tamamlanmadığı bir ortamda ticarî alanda varlık göstermenin, önemli bir gelişme olduğu aşikârdır.

Bu durum, sadece Muhâcirler ve Ensâr arasındaki münasebetlere yeni bir boyut kazandırmakla ve Müslümanları plânlı üretime, üretkenliğe yöneltmekle kalmıyor, aynı zamanda İslâm toplumunun sosyo-kültürel ve siyasî hayatının şekillenmesinde önemli bir tesir icra ediyordu. Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) zaman zaman çarşı-pazara çıkarak Müslüman satıcıları denetlemesi bu yeni oluşuma ne kadar önem atfettiğini göstermektedir.17

Hicretin ilk yılında gerçekleştirilen önemli gelişmelerden biri de Peygamberimiz’in siyasî başkanlığında şehrin gayrimüslim unsurlarını da içine alan ve müşterek bir vatan çevresinde şehir sakinlerinin hak, görev ve mesuliyetlerini belirleyen bir kanunun ortaya konulmuş olmasıdır. Ana kaynaklarda “Kitab” “Sahîfe” tabiriyle yerini alan bu kanun “yazılı kanun ve vesîka” mânâsında Medine Vesîkası unvanıyla tanınmıştır.18

Böylece Peygamberimiz evvelce sahip olduğu dinî iktidar (Allah’ın elçisi olması) yanında dünyevî iktidarı (Medine şehir devletinin başkanlığını) da kendi şahsında toplamış oluyordu. Hiç şüphesiz bu durum, hicretle oluşan yeni şartların gerektirdiği bir icraat olup, Medine döneminde Müslümanların siyasî-idarî teşkilâtlanmalarında oldukça önemli bir gelişme sayılır. Böylece Mekke’de dinî boyutlu olan İslâmî tebliğ, Medine’ye hicreti müteakip aynı zamanda siyasî boyut da kazanmıştır.

Şehirde peş peşe ortaya çıkan ve Müslümanları sevindiren bu olumlu gelişmeler yanında dışta müşriklerin baskısı, içte münafıkların nifakı söz konusu idi. Zamanla Medine çevresinde ve Yarımada’nın muhtelif bölgelerinde yerleşmiş olan Yahudilerin, hatta ileri dönemlerde bazı Hıristiyan unsurların da İslâm aleyhtarı oluşumlara destek vermesi tahmin edilebilirdi. Dolayısıyla Peygamber Efendimiz, Müslümanların mevcudunu öğrenmek istedi ve İslâm tarihinin ilk nüfus sayımı hicreti takip eden ilk yılda gerçekleşti. Sayımın yapıldığı günlerde Müslümanların sayısının 1500 olduğu görüldü.

İslâm şiarları arasında en mühim mevkie sahip olan kıblenin belirlenerek namazların Kâbe’ye müteveccihen kılınmaya başlanması ile Müslümanların can, mal, din ve vatanlarını savunmalarına imkân veren “savaşa izin” gibi çok önemli gelişmeler de hicreti müteakip ilerleyen aylarda ortaya çıkan ilkler arasında sayılır.

Hicret, Müslümanların tarihe bakışına da tesir etmiştir. Bu münasebetle öneminden dolayı hicret, Hazreti Ömer zamanında 17/638 yılında takvim başı olarak kabul edilmiştir.19

Sonuç olarak İslâm tarihinde hicret, fedakârlığın, azmin, sabrın, Allah rızası için uzak mekanlara müjdeler götürmenin, ciddiyetin, gayretin, çalışkanlığın, üretkenliğin, yardımseverliğin, ihsanın, îsârın, siyasî ve idarî alanda müesseseleşmenin, mabet ve mektep oluşumunun, birlik ve dayanışmanın, üstün vazife şuurunun, derin sorumluluk anlayışının hem eseri hem de kaynağıdır.

İslâmî telâkkiye göre hicret, dinî ve ahlâkî alanda bütün inanış, bağlanış, sadakat ve samimiyet örneklerinin mayalandığı çok verimli bir zemindir. Bütün İslâmî güzelliklerin, hicret bahçesinde çiçek açıp en güzel meyvelerini verdiğinden hiç şüphe yoktur. Öte yandan hicret, sosyo-ekonomik alanda ve eğitim-öğretim sahasında müesseseleşmenin kaynağı olarak bilinir. Bu açıdan hicret, İslâm tarihine “içtimâî oluşumun temellerini atabilme, kendi başına karar verebilme, İslâm toplumunun güçlenmesi ve İslâm’ın yayılması adına taktik ve stratejiler geliştirebilme gibi hususların olmazsa olmaz şartı olan özgür ortamın sağlanması ve istiklâle ulaşılması noktasında” önemli bir kavşaktır. Dolayısıyla İslâm’ın toplum değerlerinin insanlık ufkunda kanatlanması adına önemli bir dönüm noktasıdır.

Yazıyı hicretin önemine dikkat çeken bir nükte ile tamamlayabiliriz.

Resûl-i Müctebâ (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ensâr hazretlerine vefa eseri iltifatkâr cümlelerini ifade buyururken, “Hicret eden bir muhâcir olmasaydı kendisini Ensâr’dan biri sayabileceğini” ifade ediyor.20 Böylece bir yandan Ensâr’a samimi muhabbetini izhar ederken, diğer yandan hicretin – muhâcirliğin önemli yerini vurguluyor ve kendisinin de bir muhâcir olduğunu belirtiyor.


Yazar: Prof. Dr. Hüseyin Algül/Yeni Ümit Dergisi

Dipnot:

  1. Bu konudaki değerlendirme ve yorumlar için bk. İbrahim Sarıçam, Hazreti Muhammed ve Evrensel Mesajı, Ankara 2003, s. 117-127; Hüseyin Algül, İslâm Tarihi, İstanbul 1986, 1/275-310; Ahmet Önkal, “Hicret”, DİA, 17/458-462; Âdem Apak, İslâm Tarihi, İstanbul 2006, s. 176-185.
  2. İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, Mısır 1936, 2/73-75, 86-94; İbn Sa’d, Tabakât, Dâru Sâdır, Beyrut ts., 1/219-223; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, Beyrut 1965, 2/95-101.
  3. İbn Hişam, es-Sîre, 2/85-89; İbn Sa’d, Tabakât, 1/222-223.
  4. Bkz. İsrâ sûresi, 17/22-29.
  5. İbn Hişam, es-Sîre, 2/121.
  6. İbn Sa’d, Tabakât, 1/234; Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 45.
  7. Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 44
  8. Detaylar için bkz. Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 44; İbn Hişam, es-Sîre, 2/139; İbn Sa’d, Tabakât, 1/235; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, 2/107.
  9. İbn Hişam, es-Sîre, 2/146; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, 2/107.
  10. İbn Sa’d, Tabakât, 1/235.
  11. Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 44; İbn Hişam, es-Sîre, 2/141-143; İbn Sa’d, Tabakât, 1/239-241; Halebî, İnsânü’l-Uyûn, Beyrut ts., 2/66; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, 2/109-110.
  12. İbn Sa’d, Tabakât, 1/255-256; Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, 7/46-47; Kettânî, et-Terâtîbü’l-İdâriyye, 1/474-478; Suffe Okulu’nun teşekkülü, iâşe ibâtelerinin sağlanması, eğitim-öğretim ve mezunlarının faaliyetleri ile ilgili bkz. Hüseyin Algül, İslâm Tarihi, 2/191-194; Âkif Köten, “Asr-ı Saâdette Suffe Ashâbı”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saâdette İslâm, (ed. Vecdi Akyüz), Beyan Yayınları, İstanbul 2006, 3/261-285.
  13. Buhârî, Farzu’l-Humus 6; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, 1/106. Detay ve yorum için bk. Âkif Köten, a.g.e., 3/261-288; Abdurrahman Azzam, Rasûl-i Ekrem’in Örnek Ahlâkı, (çev. Hayrettin Karaman), 5. baskı, İstanbul 1978, s. 46.
  14. İbn Hişam, es-Sîre, 2/150-153; İbn Sa’d, Tabakât, 1/238-239; Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 2; Müslim, Fedâil 203, 204, 205, 206; Kardeşliğin verimli sonuçlarının Medine-İslâm toplumuna yansıması konusunda örnekler ve yorumu için bk. Hüseyin Algül, İslâm tarihi, 1/330-335.
  15. Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, 10/15; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul ts., 7/4843.
  16. İbn Hişam, es-Sîre, 2/154-156; İbn Sa’d, Tabakât, 1/246-248; Halebî, İnsânü’l-Uyûn, Beyrut ts., 2/93-94; Süheylî, Ravdu’l-Unuf, 4/300-400; Buhârî, Kitâbü’l-Ezan 1; Tirmizî, Bedü’l-Ezan 139; İbn Mâce, Kitâbü’l-Ezan 1.
  17. Bu konuya ışık tutan hadîs-i şerîfler için bkz. Buhârî, Büyû’ 18, 19, 72; Îman 24; Zekât 18; Müslim, Îman 102; Büyû’ 7, 9, 11, 51.
  18. İbn Hişam, es-Sîre, 2/147; Hamîdullah, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, Beyrut 1985, s. 57-62; Aynı Müellif, İslâm Peygamberi, (çev. Salih Tuğ), İstanbul 1990, 1/202-210; Maruf Devâlibî, İslâm’da Devlet ve İktidar, (çev. Mehmed S. Hatiboğlu), İstanbul 1985, s. 46-49; Abidin Sönmez, Resûlullâh’ın Diplomatik Münasebetleri, İstanbul 1984, s. 90-95; Hüseyin Algül, “Asr-ı Saadet’te İdarî Hayat”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saâdette İslâm, (ed. Vecdi Akyüz), 1/377-391.
  19. Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 47.
  20. Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 1.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.