Hudeybiye, su ve yağmur ile gelen bereket ve bir uyarı

307

Yolculuk yine devam ediyordu. Nihâyet, Hudeybiye denilen mevkiye yaklaştıklarında, hiç beklemedikleri bir durumla karşı karşıya kaldılar. Kasvâ çökmüş, her türlü çabaya rağmen bir türlü ayağa kalkıp yürümüyordu. Kasvâ’nın çökmesine ve ashâb-ı kirâmın onca gayretlerine rağmen bir türlü hareket etmemesine Allah Resûlü de bir anlam verememişti. Ashâb-ı kirâm:

– Kasvâ inat etti, dediklerinde hemen:

– Hayır! Kasvâ inat etmedi; onun böyle bir âdeti yoktur; ancak onu, vaktiyle fil ashâbını Mekke’ye girmekten alıkoyan aynı Zât alıkoydu, buyurdu. Zira kâinatta tesadüfe yer yoktu ve O’nun için her hareket, Allah tarafından kendisine bir mesaj anlamına geliyordu. Aynı zamanda bu durum, Mekke’ye yürüyüp de sonucu belli olmayan hadiseler zinciriyle karşılaşmaktan daha iyiydi. Zira iyice gerginleşen bu atmosferde, çok fazla kan dökülme ihtimali vardı; bir de o güne kadar Müslüman olduğu hâlde kendilerini Mekke’de gizleyen ve bu sebeple durumlarını, Medine’deki ashâbın da bilmediği mü’minler vardı. Bu durumda kılıçlara sarılıp da savaşla karşı karşıya kalındığında ashâb-ı kirâmın, farkına varmadan başka bir mü’mini öldürme ihtimali vardı. Aynı zamanda Mekke’de, yarın İslâm’la tanışacak potansiyel mü’minler bulunuyordu; onların ya kendileri ya da nesillerinden pek çok insan Allah Resûlü’ne sadâkatlerini bildirecek ve O’nun yolunda ölümüne mücadele edeceklerdi. Öyleyse zemin, her hâlükârda sulhun aranması gereken bir zemindi ve Allah Resûlü de:

– Muhammed’in nefsi, yed-i kudretinde olana and olsun ki bugün Benden, içinde Allah’ı tazim olan ne türlü bir plan istenirse istensin onu mutlaka kabul edeceğim, buyurdu. Sulh peygamberi, yine sulhu tercih ediyordu.

Mesajı alan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Kasvâ’nın yönünü değiştirerek onu kaldırmak istedi. Aynen tahmin edildiği gibiydi; Kasvâ kalkmış ve yürüyordu! Bu hareket, anlaşılan mesajın doğruluğunu da tasdik eder mahiyetteydi.

Artık Hudeybiye’nin en uzak noktasına kadar gelinmişti; hava oldukça sıcaktı ve insanların suya ihtiyacı vardı. Aynı zamanda gelişmeler, bir müddet burada kalınacağını gösteriyordu. Bu sebeple Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), içinde bir miktar su bulunan bir kuyunun yanına gelip burada konakladı. Zaten yakında başka bir kuyu da yoktu!

Resûlullah’ın konakladığı yer, Harem’in dışında kalıyordu; ancak Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Mekke Haremi’nin içine giren yere kadar geliyor ve namazlarını hep burada kılıyordu. O günün ikindi vakti girmiş ve Resûlullah da, bir aralık abdest almak için eline ibrik almıştı; abdest alıyordu! Ancak O abdest alırken ashâb-ı kirâm etrafında toplanmış O’na bakıyorlardı. Ortada bir gariplik vardı ve sordu:

– Size böyle ne oluyor?

– Mahvolduk yâ Resûlallah, diyorlardı. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara döndü ve:

– Ben, sizin aranızda olduğum sürece sizler mahvolmazsınız, buyurdu. Gönülde Resûlullah olduğu sürece kim mahvolurdu ki! Ancak meseleyi olduğu gibi ortaya koymak gerekiyordu; onun için:

– Yâ Resûlallah, diyorlardı. “Yanımızda, Senin elindekinden başka ne abdest alacak ne de içecek bir yudum suyumuz var!”

Susuzluk son kerteye gelmişti ve anlaşılan ashâb, Resûlullah’tan bir mucize bekliyordu. O da (sallallahu aleyhi ve sellem), önce ibrikteki suyu bir kabın içine boşaltmalarını söyledi; ardından da mübarek parmaklarını bu kabın içine sokup dua etmeye başladı. Sonra da:

– Haydi alınız; buyurun! Bismillah, dedi.

Ashâb-ı kirâm hazretleri, büyük bir dikkatle olacakları beklemeye durmuştu. Aman Allah’ım! Bir de ne görsünler; Resûlullah’ın parmaklarından su akıyordu!

Eline kırbasını alan koşuyordu! Kana kana bu sudan içmiş, abdest almış ve hayvanlarını da sulamışlardı.1 Hudeybiye’de yüzler yeniden gülmeye başlamıştı; kırbalar da dolmuş, bir süreliğine de olsa su ihtiyaçlarını gidermişlerdi. Gelişmeler karşısında tebessüm eden Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri de ellerini açmış:

– Allah’tan başka ilah olmadığına ve Benim de O’nun Resûlü olduğuma şehâdet ederim, diyor ve Rabbine hamd ediyordu.2

Yağmur Bereketi ve Bir Uyarı

– Bu, sonbahar aylarında olagelen tabii bir hadisedir; onu bize Şi’râ yıldızı indirmiştir, diyorlardı. Üst üste bu kadar ihsanla serfiraz olup dururken, her şeyi kendilerine bahşeden Yüce Kudreti görmemezlik olamazdı.

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), sabah namazını kıldırdıktan sonra ashâbına döndü ve onlara:

– Biliyor musunuz, Rabbiniz size ne söylüyor, diye sordu. Nebevî terbiyenin yoğurduğu mümtaz insanların, böyle bir soruya nasıl cevap verecekleri belliydi:

– Allah ve Resûlü en iyisini bilir!

Söz yine kendisine gelmişti ve O da, meseleyi yine genelleyecek ve kimseyi incitmeden esas maksadını anlatacaktı. Önce:

– Allah (celle celâluhû) buyurdu ki, diye başladı sözlerine. Belli ki yine Cibril-i Emîn gelmiş ve gökler ötesinden yeni haberler getirmişti. Her yeni hadise karşısında ilahî talimata göre hareket etmeyi itiyat edinen sahabe cemaati pür-dikkat Resûlullah’ı dinlemeye durmuştu. Resûlullah sözlerine şöyle devam etti:

– Kullarım arasında kimi mü’min kimi de kâfir olarak sabaha çıkmıştır; mü’min olarak sabahlayanlar, “Allah’ın fazlı ve rahmeti vesilesiyle üzerimize yağmur yağdırıldı” diyenlerdir ki Bana inanmış ve yıldızları da inkar etmişlerdir! “Şu yıldızlar sebebiyle bize yağmur yağdı” diyenler ise onlar, Beni inkar edip yıldızlara mü’min olan talihsizlerdir!

Böylelikle kimseyi rencide edip perdeyi yırtmadan bir yanlışı daha tashih ediyor ve sebeplere takılıp da Müsebbibü’l-Esbâb’ı görememe gibi bir yanlışlığa düşmemeleri için ashâbını uyarmış oluyordu.

Bu arada ashâb arasından Amr İbn Sâlim ve Büsr İbn Süfyân, Allah Resûlü’ne koyun ve deve hediye etmişlerdi. Daha sonra Hz. Amr, benzeri bir hediyeyi yakın arkadaşı olan Sa’d İbn Ubâde’ye de ulaştıracak ve o da, gelip bunu Allah Resûlü’ne takdim edecekti. Bunun üzerine Efendiler Efendisi:

– Amr, şu sürüleri de bize hediye etti; Allah Amr’ın bereketini artırsın, diye dua etti. Ardından da gelen hediyelerin kesilerek etlerinin ashâb arasında taksim edilmesini emretti; hediye edilen koyun ve develerin etinden kendisi de diğerleri kadar bir pay alıyor ve böylelikle sıkıntılı zamanlarda birlikte oldukları gibi bolluk anlarında da yüreklerinin birlikte attığının mesajını veriyordu.


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ kitabından alınmıştır.

Dipnot:

  1. Hadiseyi rivâyet eden Hz. Câbir’e, “O gün kaç kişiydiniz?” diye sorulduğunda önce, “Yüz bin dahi olsaydık o su hepimize yeterdi!” diyecek ve o günkü sayılarının bin beş yüz olduğunu söyleyecekti. Bkz. Buhârî, Sahîh, 4/1526 (3921); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/329 (14562); Dârimî, Sünen, 1/27 (27)
  2. O gün Hudeybiye’de, su ile ilgili başka mucizeler de gerçekleşecektir. Bkz. Buhârî, Sahîh, 3/1311 (3384), 4/1525 (3919); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/290; İbn Hibbân, Sahîh, 11/126 (4801); Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 5/73
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.