Hicret Yurdunda Dostluğun Değeri

1.117

Hicret yurdunda asimilasyona karşı önemli bir tedbir de salih, iyi ve dürüst insanlardan arkadaş ve dostlar edinmektir. Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm) genel bir prensip olarak “Kişi arkadaşının dini/hayat anlayışı üzeredir. Öyleyse her biriniz kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin!”1 buyurur ve arkadaşlığın/dostluğun, insanın şahsiyet ve karakteri, duygu ve düşünceleri, tavır ve davranışları üzerindeki etkisine dikkat çeker. Bu nurlu beyandan esinlenerek güzel bir özdeyişle “Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.” denilmiştir. Zira arkadaşlar birbiri üzerinde müspet ya da menfi ciddi ve kalıcı tesirlerde bulunur. Birbirlerinin iyi ya da kötü alışkanlıklar edinmesine, hidayete ermesine ya da itikadî, ahlakî ve amelî sapmalar yaşamasına sebep olabilirler. Bunun için Allah Resûlü, arkadaşlık ve daha ileri seviyede dostluk kurulacak kimselerin seçilmesi ve bu seçim yapılırken dikkatli davranılması gerektiği üzerinde özellikle tahşidat yapar: 

“İyi arkadaşla kötü arkadaşın misali, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk sahibi ya sana kokusundan verir veya sen ondan satın alırsın. Körük çekene gelince ya elbiseni yakar yahut da onun pis kokusu üzerine siner ve onu almış olursun.”2

Bilhassa inanç ve kültür farklılıklarının bulunduğu hicret diyarlarında bu konu üzerinde hassasiyetle durulması gerekir. Çocukları ve gençleri, daha neyin doğru neyin yanlış olduğunu tam olarak bilemedikleri bir dönemde tamamen kendi tercihleriyle baş başa bırakmak hatalıdır. Doğru olan, sosyal çevrelerini gözetlemek, arkadaşlarıyla tanışmak ve dost seçiminde onlarla da istişare ederek birlikte karar vermektir. Böylece bu süreçte onlara rehberlik yapmaya çalışırken onları da çözümün bir parçası haline getirmektir. Aksi taktirde sonrasında baskı, fırçalama, arkadaşlarını aşağılama vs. çözüm getirmeyeceği gibi öncesinde özgürlük düşüncesiyle onları bütünüyle serbest bırakmak da doğru değildir; rehberliğe en muhtaç oldukları bir dönemde terk etmek demektir. 

Kur’ân, “Yazıklar olsun bana! Keşke falanı dost edinmeseydim! Vallahi bana gelen öğütten beni o uzaklaştırdı!” buyurur ve yanlış kimseleri arkadaş edinenlerin ahirette yaşayacağı pişmanlık üzerinde durarak mü’minleri uyarır.  Ayetin fezlekesinde de bu son yakınmanın hiçbir faydasının olmayacağını, burada can-ciğer olan bazı dostların ötelerde birbirlerini kendi yapıp-ettikleriyle yapayalnız bırakacağını ifade eder: “Zaten insî-cinnî şeytan, insanı böyle yüzüstü, yalnız bırakır.”3Hatta dünyada birbirlerini iyiye/hayra/güzele yönlendirmeyen dostların ahirette birbirine düşman kesileceğini  haber verir: “O gün kendilerini günahlardan/kötülüklerden koruyanlardan başka bütün dostlar birbirine düşmandır.”4

Yetişkinler de Salih Dostlara Muhtaçtır!

Samimi ve iyi dost sadece çocuklar ve gençler için değil yetişkinler için de bir ihtiyaçtır. Yeni bir ülkede, farklı bir inanç ve kültür havzasında onların da salih dostlara ihtiyacı vardır. Muhacir yeni vatanında edineceği sağlam dostlar sayesinde hem kendine güzel hayırhahlar bulacak hem de yalnızlıktan kurtulacaktır. Maddî-manevî dayanışma içinde bulunduğu bu “dostluk halesinde” hem huzur ve güvene kavuşacak hem de o topluma güven verecektir. Kaldı ki hicret yurdunu muhacire, muhacirleri de o topluma sevdirecek önemli bir vesile de kurulan bu yeni ve içten dostluklardır. Bunun içindir ki Kur’ân ve Sünnet, hicret yurdunda asimilasyona ve düşmanlıklara karşı muhacirler ile Ensar’a, aralarında sağlam dostluklar kurmalarını ve birbirlerinin “velîsi/dostu” olmalarını özellikle emreder.

İnancı uğrunda hicret eden ve yeni vatanında ona sahip çıkan Ensar, Allah için kurdukları bu birlikteliği ve Rab’lerinin takdir ettiği güzel ilişkiyi bir ömür sürdürebilmeleri için bunu sağlam temellere oturtmaları gerekir. Yoksa gerek muhacirliğin beraberinde getirdiği sıkıntılar gerekse Ensar olmanın beraberinde getireceği maddî-manevî pek çok yükler, toplumsal birlikteliğe zarar verebilir. Onun için Kur’ân, onlara sıradan değil çok ileri seviyede hatta birbirlerine mirasçı olabilecek şekilde bir dostluğu/kardeşliği ders verir: “İman edip Allah yolunda hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda hizmet edenlerle onları barındıran ve onlara yardım eden Ensar var ya, işte bunlar birbirlerinin velileri/dostları/yardımcıları/koruyucuları ve tabii müttefikleridirler…” 

Muhacir ve Ensâr’ıbirbirine bağlayan bir kan bağı olmadığı gibi aralarında akrabalık ilişkisi de yoktu. Fakat inançlarını hakkıyla yaşama ve yaşatabilme adına kaynaşmaları yeni bir toplum oluşturmaları gerekiyordu. İşte onları kaynaştıracak en güçlü bağ, iman bağıydı. “İman kardeşliği” ekseninde buluşmalı ve birbirlerinin dostu/müttefiki olmalıydılar. Bunu tam olarak gerçekleştirebilmeleri için de bir arada olmaları şarttı. Bazılarının Mekke’de, bazılarının Taif’te, bazılarının farklı kabilelerin içinde dağınık bir şekilde bulunmaları hem barınmaları hem de yeni bir toplum kurabilmeleri açısından isabetli değildi. Nitekim bu ayetin devamında bütün inananların birbirlerine tam destek olabilmeleri için bir araya gelmeleri ve kâmil bir dayanışma sergilemeleri emrediliyordu. 

Aksi takdirde tam bir velayet gerçekleşmediği için Muhacir ve Ensar’ın sorumlu olmayacağı belirtilir: “Fakat iman ettiği halde hicret etmemiş kimselerin, göç edeceği ana kadar korunup gözetilmeleri hususunda size hiçbir sorumluluk düşmez. Bununla birlikte eğer dini bir baskıya maruz kalır ve sizden yardım isterlerse, bu durumda size düşen yardım etmektir; yeter ki bu kendileriyle aranızda anlaşma bulunan bir topluluğa karşı olmasın. Allah yaptıklarınızın hepsini görmektedir.”5Kaldı ki yaşamaya devam ettikleri putperest ortamda zamanla değişime uğrayıp asimile de olabilirlerdi. Çocukları ve gençleri yalnız başlarına öyle bir muhitte İslâmî bir terbiye içerisinde yetiştirmeleri de çok zordu. Dolayısıyla mü’minlerin bir arada ve birbirlerinin dostu olarak yaşamaları ve maddi-manevi dayanışma içerisinde bulunmaları gerekiyordu. 

Bu velayetin tam oluşması için de Allah Resûlü, Medine’ye hicretinin hemen akabinde, Muhacirlerle Ensar arasında kardeşleştirme (muâhât) yapmıştı. Onlar bu çerçevede dostlukta öyle bir seviye yakalamışlardı ki “… Allah’ın hükmüne göre akrabalık yönünden yakınlıkları olanlar, birbirlerine varis olmaya daha layıktırlar. Muhakkak ki Allah her şeyi hakkıyla bilir.”6 ayeti nazil oluncaya kadar birbirlerine öz kardeş gibi mirasçı da olmuşlardı. İşte zirvede yaşanan bu dostluk ve kardeşliktir ki fitne ve fesatçıların tuzaklarını boşa çıkarmış ve sağlam bir toplum inşa etme imkanını onlara sunmuştu. 

İnanmayanlar da Birbirinin Dostudur!

Kur’ân’ın, mü’minler arasında kurulmasını emrettiği velayet/dostluk/ittifak ilişkisi aslında münkirler arasında da söz konusudur. Bir sonraki ayette özellikle hatırlatılan bu husus ile mü’minler de şayet onlar kadar dost/müttefik olamazlarsa yeryüzünü ve sosyal hayatı fitne ve fesadın kasıp kavuracağı ikazı ile uyarılırlar: “Dini inkâr edenler de birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız/birbirinize yardımcı olmazsanız, dünyada bir fitne kopar, müthiş bir bozukluk, bir fesat ortaya çıkar.”7

Medine’nin içtimaî yapısında velayet ilişkileri inanç üzerine kuruluydu. Müslüman olmayan topluluklar da kendi dinlerine mensup olan kimselere her zaman öncelik verir, onlara destek olurlardı. Birbirlerini maddi-manevi korur ve yardımlaşırdı. Aslında bu hem insan tabiatına hem de sosyal realitelere uygun bir yaklaşımdı. Ayet-i kerime bu gerçekliğe göre hareket edilmediği taktirde bunun ferdî ve içtimaî sonuçlarına da dikkat çeker: 

  1. İnanmayanlar kadar yardımlaşma/dayanışma ve dostluk ilişkileri kuramazsanız yeryüzünde büyük bir fitne ve fesat çıkar. O zaman siz de o büyük fitne ve fesat dalgaları içinde isteseniz de kendinizi ve neslinizi koruyamaz; fert ve toplum olarak ayakta duramaz; dinî ve ahlakî hayatınız itibariyle dejenere olur ve değişime uğrarsınız.  
  2. Şayet bu ölçüye uymaz ve size düşmanlık besleyen ya da aktif düşmanlık yapan kimseleri dost/müttefik edinirseniz yine aynı menfi sonuçlarla karşılaşırsınız; fitne ve fesat sizi her tarafınızdan kuşatır, sosyal ve kültürel hayatınız altüst olur, emniyet ve asayişiniz bozulur, iç karışıklıklarından kurtulamazsınız. Dolayısıyla tarihin her döneminde muhacir ve Ensâr’a düşen en önemli vazifelerden birisi de birbirinin candan dostu olabilmektir. 

Bunun bir gereği de birbirleriyle bütünleşmektir. Nitekim bu hususta ciddi tahşidat yapan Allah Resûlü, inananları tek bir vücut olmaya şu teşbihle davet eder: “İnananlar birbirlerini sevmekte, birbirlerine merhamet etmekte ve birbirlerine sahip çıkmakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman diğer organlarda bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.”8Bir başka beyanlarında ise bu dayanışmayı bir binanın tuğlaları benzetmesi üzerinden yapar: “Mü’minin diğer inananlara karşı durumu, bir parçası diğer parçasını sımsıkı kenetleyip tutan binalar gibidir.”9Hatta bu dayanışmayı tam ifade etmek için iki elinin parmaklarını birbirine geçirerek kenetler.

Akrabalık İlişkinizi Yeniden Düzenleyin!

Kur’ân, Müslümanlar arasında dostluğu bir taraftan iman, hizmet, din kardeşliği ve velayet/dostluk üzerine kurarken diğer taraftan akrabalık/yakınlık ilişkilerinin de bu esaslar çerçevesinde yeniden düzenlenmesi gerektiğini de belirtir: “Ey iman edenler! Eğer kafirliği imandan üstün görüp inkârı tercih eden ediyor ve İslam’a karşı aktif bir mücadelenin içinde yer alıyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi bile dost edinmeyin; onları hakkınızda karar verme yetkisine sahip yönetici/koruyucu vs. seçmeyin! İçinizden her kim onları bu şekilde dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.”10Zira düşmanlığa odaklanmış bu kimseler her ne kadar yakınları da olsa hainlik yapabilir hem onlara hem de İslam toplumuna her fırsatta zarar verebilir ya da zarar vermek isteyenlere imkân ve zemin hazırlayabilir. 

Bunun için bir başka ayette “Allah’a ve ahiret gününe yürekten iman eden bir topluluğun, Allah’a ve Resûlüne düşmanlık edip başkaldıran kimseleri -bunlar kendi öz babaları, oğulları, kardeşleri ve akrabaları bile olsalar- sevip dost edindiğini göremezsin…”11 buyurulur; açıktan düşmanlık yapan ve bunu şiddete dönüştüren kimselere karşı müminlere, -ne kadar yakınları olurlarsa olsunlar- aralarına mesafe koymaları emredilir. Yukarıda verilen ayette ise düşmanlık yapanları asla dost/hami ya da yönetici edinmeme yasağı tekrar teyit edilir. Ayetin fezlekesinde “İşte onlar zalimlerin ta kendileridir!” buyurulur ve bunun aksine davranan kimselerin hem kendilerine hem de Müslüman topluma karşı -farkına varmadan- büyük bir suç işlemiş olacakları beyan edilir.

Bunlar ve sıla-i rahimi emreden ayetler, bütüncül bir bakış açısıyla ele alındığında onlarla her türlü ilişki ve iletişimi kesmenin kastedilmediği anlaşılır. Zira ayetler, meseleyi asıl olarak düşmanlığa bağlar. Düşmanlık yapmayan yakınlara karşı sıla-ı rahim yine en güzel şekilde gözetilmelidir. Kaldı ki mü’minlerin bu hakperest, iyi ve adil davranışları/ilişkileri onlar için etkili bir tebliğ olur; varsa içlerindeki düşmanlık duyguları zamanla onları da eritir ve belki de imana çevirir.

Dostluğun Hakkını Verenleri Allah Takdir Eder!

Mekkeli mü’minler her şeylerini, zulüm, baskı ve işkencelerin hâkim olduğu vatanlarında bırakmış ve Medine’de kendilerine sahip çıkacağına ve ne pahasına olursa olsun koruyacaklarına dair söz vermiş bir topluluğa göç etmişlerdi. Fakat müşrikler, onların hicretini de fırsat bilerek geride bıraktıkları menkul-gayr-ı menkul bütün mal varlıklarına el koymuşlardı. Buna rağmen onlar, Allah’ın lütuf ve rızasını gözetmiş ve İslam davasını desteklemeye devam etmişlerdi. Kur’ân da bu muhacirleri sağlam duruşlarıyla “… İşte onlar, imanlarında sadık ve samimi olan kimselerdir.”12 diye takdir etmiş ve sadakatte örnek göstermişti.

İkinci sadakat testine, kendilerini Medine’ye davet eden Evs ve Hazrecli mü’minler tabi tutulmuştu. Hicretten birkaç ay önce Akabe’de Allah Resûlü ile dostluk sözleşmesi yaparken Efendimiz onlara şunları şart koşmuştu: “İyi ve kötü günlerinizde de dinleyip itaat edeceğinize, bollukta da darlıkta da infakta bulunacağınıza, her zaman iyiliği emredip kötülüğü nehyedeceğinize, Allah hakkında doğruyu dile getirme hususunda kınayanın kınamasına aldırış etmeyeceğinize, Yesrib’e size geldiğimde, canınızı, kadınlarınızı ve evlatlarınızı koruduğunuz gibi bizi de koruyacağınız konusunda sizden beyat talep ediyorum.” Onlar da bütün bu istekleri kabul etmiş ve “Evet! Seni Hak ile Nebi olarak gönderene yemin ederiz ki, ailelerimizi koruduğumuz gibi sizi de mutlaka koruyacağız. Bizimle beyatlaş!”13 diyerek söz vermişlerdi. 

Allah Resûlü ve Mekkeli mü’minler, bu beyat üzerine onlara itimat etmiş ve kendilerine sığınmışlardı. Şimdi sözlerinin eri olduklarını ve Allah’a ve Resûlü’ne samimi inandıklarını ve mü’minleri Allah için karşılıksız sevdiklerini ve her şeylerini onlarla paylaşmaya hazır olduklarını ispat zamanıydı. Onlar da beyatte ifade ettikleri gibi muhacirleri ortada bırakmamış; Allah’ın sadık birer kulu ve muhacirlerin ise samimi bir dostu olduklarını ispat etmişlerdi. Öyle ki dostluklarını taşıdıkları îsâr ufkuyla ilahî takdiri de hak etmişlerdi: 

“Onlardan önce o diyarı yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan Medine’li fedekâr Müslümanlara gelince, onlar, kendi ülkelerine göç eden bu muhacirleri kendi canları gibi severler ve onlara fazladan verilen ganimetlerden ötürü içlerinde en ufak bir kıskançlık/burukluk duymazlar. Hatta kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile, daha muhtaç durumda olan mü’min kardeşlerini kendilerine tercih ederler…”14

Sözlerini yerde bırakmamış her türlü olumsuz duygulardan sıyrılarak muhacirlere kendilerinden fazla değer vermiş ve onları kimseye muhtaç etmemişlerdi. Hırslarından korunmuş; dünya ve ukba ebedi saadetini hak etmişlerdi: “Unutmayın! Her kim kendi heva ve hevesinin bencillik, kıskançlık, cimrilik gibi ihtiraslarından korursa, işte dünyada ve ahirette kurtuluşa erecek olanlar onlardır.”15

Sonuç 

Asr-ı Saadet’te zirvede yaşanmış ve hakkıyla temsil edilmiş Allah’ın methettiği ettiği bu samimi ve örnek dostluklar, yaşandığı ve yaşatıldığı sürece hicret meyvesini her coğrafyada verecektir. Aksi takdirde davanın muhacir ve Ensârları kendi aralarında kâmil manada kaynaşmaz, dost olmaz ve birbirlerinin velisi konumunu devam ettiremezlerse kendileri/nesilleri kaybedeceği gibi hicret yurduna da maddi-manevi katkıda bulunamayacaklardır. Kur’ân’ın, sadık/iyi insanlarla “sağlam dostluklar kurma” emrine imtisal eden kimseler hem hicret yurdunun, hicran yurduna dönüşmemesi için kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmış hem de bu dayanışma sayesinde yeni vatanlarını maddî-manevî daha da güzelleştirme imkanına kavuşmuş olacaklardır.

Yazar: Dr. Selim Koç

Dipnot:

  1. Ebû Dâvud, Edeb 19; Tirmizî, Zühd 45
  2. Buharî, Büyu’ 38; Zebâih 31; Müslim, Birr 146 (2628)
  3. Furkân Sûresi, 25/29
  4. Zuhruf Sûresi, 43/67
  5. Enfal Sûresi, 8/ 72
  6. Enfal Sûresi, 8/75
  7. Enfal Sûresi, 8/ 73
  8. Buharî, Edeb 27; Müslim, Birr 66
  9. Buharî, Salât 88; Mezâlim 5; Müslim, Birr 65
  10. Tevbe Sûresi, 9/23
  11. Mücadile Sûresi, 58/22
  12. Haşr Sûresi, 59/8
  13. Bkz. Beyhaki, Delâil, II/443; İbn Hişâm, II/67, 68
  14. Haşr Sûresi, 59/9
  15. Haşr Sûresi, 59/9
1 yorum
  1. Özden Bektaş diyor

    Bence bu beklentilere de girmemek gerekiyor.
    Beklentisiz olmak.
    Sadece O’nun (CC) verdiklerine ve vermedikleri ne de razı olmak.
    Başkasının eli ile gelen tüm güzellikler ondan; beklenti içinde olduğumuz halde gelmeyenler de yine ondan (hakkımızda hayırlı değilmiş demek ki)
    Farklı ülkelerde yaklaşık 20 yıl hicret tecrübesi olan biri olarak düşüncelerim.
    Saygılarımla

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.