Hey’etin Teklifi
Utbe’nin planı da bir işe yaramamıştı. Çok geçmeden Mekke ileri gelenleri, Kâbe’de bir araya gelecek ve gelişmeler konusunda yeni bir strateji üretebilme adına fikir teatisinde bulunacaktı. Zira, Muhammed ve taraftarları, başlarını almış gidiyorlardı. Her geçen gün kontrolden çıkan iman seli, böyle giderse kendilerini de önüne katacaktı ve onlar bunun karşısında tutunacak bir dal bulamayacaklardı.
Neredeyse herkes oradaydı: Utbe, Şeybe, Ebû Süfyân, Nadr İbn Hâris, Ebu’l-Bahterî, Esved İbnü’l-Muttalib, Zem’a İbnü’l-Esed, Velîd İbn Muğîre, Ebû Cehil, Abdullah İbn Ebî Ümeyye, Âs İbn Vâil, Ümeyye İbn Halef gibi kudretli isimler, güneşin batışıyla birlikte, bir araya gelmişlerdi ve Kâbe’de durum değerlendirmesi yapıyorlardı. Nihayet aralarından birisi ileri atılıp:
– Muhammed’e haber gönderin ve konuşun bakalım! Eteğinizdeki her şeyi O’nunla paylaşın ki yarın bize bir mazeret sunmasın, dedi. Bunun üzerine haber gönderip:
– Kavminin ileri gelenleri bir araya gelmiş konuşmak için Seni çağırıyorlar; hemen gel, dediler.
Efendiler Efendisi de, onların imanları adına ümitlenip bir çırpıda Kâbe’ye geldi. İman etmelerini o kadar arzu ediyordu ki! İnatlarından sıkılmıştı artık. Bu davetle yeni bir kapının aralanacağını düşünerek ümitlenmişti. Geldi ve yanlarına oturdu. Dediler ki:
– Yâ Muhammed! Biz Seni, oturup iyice konuşmak için çağırdık. Vallahi de biz, Araplar arasında Senin kadar kavmi arasında ikilik çıkaran, ataları hakkında olumsuz konuşan, onların dini inanışları ve ilahlarını kötüleyen, hiç kimse görmedik. Bütün olumsuzluklar, Sen ortaya çıktıktan sonra meydana geldi.
Daha cümlelerine başlarken gösterdikleri tavır, ümitlerin yine bir başka bahara kaldığını gösteriyordu. Üstüne üstlük, her zamanki hakaretlerini yine sıralamışlardı. Kendi yapageldiklerini yine Efendiler Efendisi’ne fatura edip bir kenara çekilivermişlerdi. Sanki, sütten çıkmış ak kaşıklardı! Bundan sonra sözü, Utbe’nin teklifine getirip benzeri şeyleri söylediler. Şöyle diyorlardı:
– Şayet Sen, bu sözlerinle aramızda mal sahibi olmak istiyorsan, aramızda el birliği yapıp mal toplayalım ve Seni, mal yönüyle en zenginimiz yapalım! Aramızda şeref sahibi bir insan olma arzun varsa, Seni başımıza reis tayin edelim! Şayet mülk peşinde isen, başına taç giydirip, Seni başımıza melik yapalım! Şayet Sana cin musallat olmuşsa veya gördüklerin üstesinden gelemediğin birer hayal ise, o zaman da mal ve mülkümüzü ortaya döküp Seni tedavi ettirelim; hiç olmazsa sonunda ya Sen iyileşip bu işten kurtulursun yahut biz, kendimize düşeni yapmış oluruz.
Bu kadarı da fazlaydı… Aslında bu, iki dünyanın arasındaki farkı ortaya koyan bir manzaraydı. Dünya ve dünyalık peşinde koşanlar, yine onunla ukbaya ait açılımların önünü alacaklarını sanmış; ama yine baltayı taşa vurmuşlardı. Söylenilenleri sabırla dinleyen Efendiler Efendisi sözü aldı:
– Söylediklerinizin hiçbiri de bende yok! Benim niyetim, ne mallarınızı almak ne de üzerinizde saltanat kurup meliklik yapmak! Allah beni, size peygamber olarak gönderdi ve bana, kendi katından bir kitap verdi; ardından da sizi, gelecek günleriniz adına uyarmamı istedi. Ben de, üzerimdeki tebliğ vazifesini yerine getiriyor ve size nasihat ediyorum. Şayet, benim size arz ettiğim hususları kabul edip benimserseniz, bu, dünya ve ukbadaki en büyük kazancınız olur. Şayet kabul etmeyip kulak ardı ederseniz, ben de Allah’ın emri gelip de sizinle benim aramdaki hükmünü verinceye kadar bana düşeni yapar ve sabrederim.
Bundan daha net bir ifade nasıl olabilirdi ki? “Sizin dünyanız sizin olsun, ben sizin ahiretinizi kurtarmak için uğraşıyorum.” demekti bu. Onlar da anlamışlardı: “Evet, ne yaparsak yapalım, Muhammed kendi yolundan taviz vermeyecek ve biz, bir gram mesafe alamayacağız.” Onun için meseleyi farklı bir boyuta çekmeye başladılar. Birisi ileri atılmış şunları söylüyordu:
– Yâ Muhammed! Şayet bir hususu Sana arz etmemize müsaade edersen, onu arz edelim. Biliyorsun ki buralarda, bizden daha fakir, daha muhtaç, mal ve mülkü daha az, velhasıl maddi mudayaka içinde olan kimse yoktur. Seni, elindeki mesajlarla gönderen Rabbinden istesen de, şu bizi sıkıştırıp duran dağları bizim için düzleyiverse ve oradan Şam ve Irak pınarları gibi su fışkırtıverse! Aynı zamanda, bugüne kadar ölüp giden atalarımızı yeniden diriltip, onlar arasından Kusayy İbn Kilâb’ı huzurumuza getirse ve biz de, dediklerinin doğru olup olmadığını ona sorsak. Çünkü biliyoruz ki o, doğru sözlü bir insandır. Şayet Senin doğru söylediğini tasdik eder ve yaptıklarını tasvip ederse biz de Seni tasdik edip kabul etmiş; Allah katındaki konumunu anlamış ve Senin de söylediğin gibi, işte o zaman O’nun, Seni peygamber olarak gönderdiğini kabul etmiş oluruz.
Fe sübhanallah! Adamlar, göz göre göre kendilerince Allah Resûlü’nü alaya alıyorlardı. Küstahlıktı bunun anlamı! Allah’ın en sevgili kuluna saygısızlıktı… Hatta bu üsluplarıyla onlar, sadece Efendiler Efendisi’ni hedef almıyorlar, kendilerince Allah’a da hakaret ediyorlardı. Hangi birisine cevap verilebilirdi ki? Hem, cevap verilse bile, Efendimiz’in karşısında bu cevaptan anlayacak kim vardı! Bunlara verilecek en güzel cevap, şüphesiz sükûttu.
Ortalık buz gibi olmuştu. Her şeye rağmen Efendiler Efendisi, onların da iman edeceklerini umuyor ve aradaki kapıyı tamamen kapatmıyordu. Zira, böyle durumlarda, zamanın çıldırtıcılığına, muhatapların hamakatine ve ortamın kasavetine rağmen sabretmek gerekiyordu. En azından, her iki cenahtaki tavrı müşahede edenler bir gün bunları değerlendirir ve Hak cihetteki yerini alırdı. Kendileri gelip teslim olmasalar da, günü gelince bu adamların ailelerinden gelip iman edenler mutlaka olabilirdi… Yine büyüğe, büyüklük düşüyordu. Onun için bir kez daha konuştu Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Beni Allah size, bunları yapayım diye göndermedi ki, dedi ve ilave etti:
– Ben, size getireceğimi getirdim ve Allah’tan almış olduğum tebliğ vazifesini de yerine getirdim. Bundan sonra şayet kabul ederseniz, sizin için bu dünya ve ahiret mutluluğu demektir. Şayet, kabul etmeyip de reddederseniz, aramızda Allah (celle celâluhû) hükmünü verinceye kadar ben de dişimi sıkar, sabreder ve beklerim.
Belli ki Efendiler Efendisi’nin ruh-u pâkleri çok sıkılmıştı. Sıkıntı duyulmayacak bir manzara değildi ki! Onun için konuyu kısa tutmaya çalışıyor ve bir an önce bu kasvet ortamından ayrılmak istiyordu.
Ancak, adamların niyeti işi daha da uzatmaktı; kendilerince eğleniyorlardı. Aralarından birisi ileri atıldı ve yine aynı üslupla şunları söylemeye başladı:
– Madem bizim için bunları yapmayacaksın; öyleyse, Rabbinden kendin için iste! Mesela, şu söyleyip durduğun şeyleri tasdik eden bir melek gönderse de, o melek Senin hakkında bize de malûmat verse! Aynı zamanda yine O’ndan istesen de Senin için cennet gibi bağ ve bahçeler, altın ve gümüşten saray ve malikâneler ihsan etse de Seni bir anda zenginler sınıfına ulaştırsa! Çünkü Sen, aynen bizim gibi çarşı-pazarda yürüyüp duruyor, biz nasıl kazanç peşinde emekliyorsak Sen de maişet peşinde koşuyorsun! Böylelikle biz, Senin Allah katındaki kıymetini anlar ve zannettiğin gibi gerçekten de Sen O’nun peygamberi isen, böylelikle biz de Senin, O’nun nezdindeki yerini görmüş oluruz!
Belli ki adamların ar damarı çatlamıştı. Onlar öylesine gönül eğlendiriyorlardı. Ortam, tam anlamıyla bir köy kahvesine dönmüştü. Önüne gelen, ileri atılıyor ve kendince bir şeyler söylüyordu. Rahmet Peygamberi Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, her şeye rağmen dişini sıkıyor ve sabrediyordu. Hisler tepki gösterse de burada mantık öne geçmeli ve sabredilmeliydi. Onun için:
– Sübhanallah, dedi Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). Ben sadece bir peygamberim! Benim gibi birinin, Rabbinden böyle bir talepte bulunması uygun olmaz ki! Ben de zaten size bunun için gönderilmedim ki! Allah beni, uyarıcı ve müjdeleyici olarak gönderdi. Kabul ederseniz; dünyayı ve ahireti, siz kazanırsınız. Şayet kabul etmezseniz, o zaman da Allah (celle celâluhû), hakkınızdaki hükmünü verinceye kadar sabrederim.
Artık her kafadan bir ses çıkıyordu:
– Şu semayı ayaklarımızın altına ser ki Sana inanalım!
– Yâ Muhammed! Rabbin de, şu anda bizim Seninle oturduğumuzu, Senden bunları istediğimizi biliyor mu? Haydi bütün bunların haberini Sana bildirse ve işin doğrusunu bize öğretse ya!
– Duyduğumuza göre, Sana bütün bunları Yemâme’deki Rahmân denilen bir adam öğretiyormuş! Halbuki, Sen de biliyorsun ki biz, Rahmân’a asla inanmayız!
– Yâ Muhammed! Sen bizi mazur gör; ama biz Seni, ya Sen bizi yok edip tüketinceye kadar ya da biz Senin hakkından gelinceye kadar öyle başıboş bırakmayız!
– Biz, meleklere kullukta bulunuyoruz; halbuki onlar Allah’ın kızlarıdır!
– Allah ve melekleri gözümüzün önüne getirip bize göstermediğin sürece Sana inanmayız!
Söyleyen söyleyene, bir gürültü kopmuştu ve konuşma bir türlü de nihayete ermiyordu. Artık meclis, meclis olmaktan çıkmıştı; dayanılacak gibi gözükmüyordu. Bu yüzden Allah Resûlü, orayı terk etmek için kalkmak istedi. O’nunla birlikte Abdullah İbn Ebî Ümeyye de ayağa kalktı ve Allah’ın en sevgili kuluna şunları söyledi:
– Yâ Muhammed! Sana kavmin, gördüğün gibi bazı şeyler sundu; ama Sen hiçbirini kabul etmedin! Sonra, Senin Allah katındaki konumunu öğrenmek, sonra Sana tâbi olmak ve Seni tasdik etmek için bazı şeyler istediler, onu da yapmadın! Hatta, kendi konumunu sağlamlaştırma adına bazı talepleri oldu, onlara da ‘evet’ demedin! Korkutup durduğun azabı çabuklaştırıp başlarına getirmeni söylediler, onu da yapmadın! Vallahi de ben, semaya merdiven dayayıp kat kat semaya yükselmedikçe ve ben de, oradan getirdiklerini çıplak gözle müşahede edip seyretmedikçe, bir de bütün bunlara dört tane melek getirip şahit tutmadıkça Sana asla inanmam. Gerçi, and olsun ki, bütün bunları yapmış olsan bile ben, Seni tasdik edeceğimi sanmıyorum!1
Bunları söyleyen, Efendimiz’in halası Âtike’nin oğluydu. En yakındakinden bile, çok uzaktakilere yakışmayan şeyler duyuyordu. Bunları söylerken de ayağa kalkmış, az sonra da meclisi terk etmişti. Resûl-ü Kibriyâ da ayağa kalkmış, hane-i saadetlerine doğru yola koyulmuştu. Ne ümitlerle gelmişti, ama şimdi kim bilir ne hicranla geri dönüyordu? Yalnız başına kalakalmıştı.
Rabbinden başka kendini müdafaa edecek kimse yoktu. Nihayet imdadına Cibril-i Emîn yetişti. Gelen ayetlerde Yüce Mevlâ şunları söylüyordu:
– Onlar, “Sen bize, yerden suyu kesilmeyen bir pınar fışkırtmadıkça Sana asla inanmayacağız.” diyorlar.
Yahut Senin hurma ve üzüm bağların olsun da aralarından gürül gürül ırmaklar akıtasın!
Yahut, iddia ettiğin gibi gökyüzünü parçalayıp üzerimize kısım kısım düşüresin ya da Allah’ı ve melekleri karşımıza getiresin de onlar, Senin söylediklerine şahitlik etsinler!
Yok, yok! Bu da yetmez; Senin, altından bir evin olmalı yahut göğe çıkmalısın!
Ama unutma! Sen bize oradan dönerken okuyacağımız bir kitap indirmedikçe, yine de Senin oraya çıktığına inanmayız ha!
De ki: “Fe sübhânallah! Ben, Resûl olan bir peygamberden başka bir şey miyim?”2
İşte, yeni bir toplum inşa ederken Kur’ân, bu kadar olayların içinde ve inayet-i ilahiye de bu denli Habîb-i Zîşân’ın yanındaydı. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), kasvet dolu bir akşam yudumlamıştı; ama şimdi Cibril gelmiş, bulunduğu yerin sağlamlığını ilanın yanında, bu türlü insanlara karşı takınması gereken tavrı da talim ediyordu.
Aslına bakılırsa Hz. Peygamber’in, ahir zaman Nebi’si olduğunu, O’nun hayatına kasteden bu can düşmanları da biliyor; O’nun beklenen Nebi olduğuna inanıyorlardı. Ancak bu bilmenin ötesinde, firavun misal kibirleri, koyu karanlık içinde bir kabile taassupları ve öyle büyük bir inatları vardı ki, bir türlü gelip teslim olamıyorlardı.
Muğîre İbn Şû’be, insafa geldiği bir sırada şunları anlatacaktı:
“Ebû Cehil’le beraber oturuyorduk. Bulunduğumuz yere yine Muhammedü’l-Emîn geldi ve bazı şeyler anlatarak tebliğde bulundu. Ebû Cehil, küstahça:
– Ya Muhammed! Eğer bunları, öbür tarafta tebliğ ettiğine dair şahit aramak için yapıyorsan, hiç yorulma ben sana şehadet ederim, şimdi beni rahatsız etme!
Yine üzüntü içinde Muhammed yanımızdan ayrıldı. Ben Ebû Cehil’e sordum:
– Hakikaten O’na inanmıyor musun?
Cevap verdi:
– Aslında biliyorum ki, O peygamberdir. Fakat, Hâşimîlerle eskiden beri aramızda bir rekâbet var. Onlar, hacılara hizmet edip Kâbe’nin örtüsüne sahip çıkma işiyle gelenlere Zemzem ikram etme işleri bizde diye övünüp duruyorlar. Bir de peygamber de bizden, derlerse işte ben buna dayanamam.”3