Hayber’in ganimetleri ve saklanan hazine

494

Gerçekten de Hayber, sayılamayacak kadar yiyecek ve içecek, kurutulmuş et, her çeşit meyve, koyun ve deve, kumaş ve elbise, silah ve askerî teçhizatla doluydu! Bunların hepsine şimdi el konulmuştu ve Hayber’de elde edilen her türlü ganimet, artık Müslümanlar arasında paylaşılmayı bekliyordu. Elde edilen mallar arasında Tevrât nüshaları da vardı; kitaplarının kendilerine geri verilmesini istiyorlardı. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de ashâbına emredecek ve Tevrât nüshaları sahiplerine iade edilecekti.

Elde edilen ganimetler arasında küpler dolusu içkiler de vardı; meseleden haberi olur olmaz Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), içki küplerinin kırılmasını emredecek ve yıllanmış içkiler sel olup Hayber sokaklarında akacaktı. Bu sırada Abdullah İbn Hammar, dayanamayıp da bu içkilerden içivermişti. Onun bu davranışı ilk değildi ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), nefsine hakim olamayıp da açıktan bir haramı irtikab eden bu sahabîye ceza verdi. Önce kendileri pabuçlarını alıp ona vurdular ve ardından da ashâb-ı kirâm, pabuçlarıyla Hz. Abdullah’a vurmaya başladı.

Bu sırada Hz. Ömer’in:

– Allah’ım! Ona lanet et; zira o, içki içmeyi de, içki içtikten sonra dayak yemeyi de alışkanlık hâline getirdi, dediği duyuldu. Onun bu sözlerini Allah Resûlü de duymuştu ve hemen:

– Ey Ömer! Öyle söyleme; şüphesiz ki o, Allah ve Resûlü’nü sever, buyurdu.

Her meseleye hassasiyetle yaklaşan ashâb, içinde içki içilen ve helal olmayan daha nice yiyecek konulan bakır ve demir kaplar konusunda ne yapmaları gerektiğini sormaya başladılar. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Onları yıkayıp yemeklerinizi öyle pişiriniz, buyurdu. O’nunla birlikte attıkları her adımlarında yeni bir şeyler öğreniyorlardı.

Ferve İbn Amr’ı ganimet memuru olarak tayin eden Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Paylaşımı yapılmadan ganimet mallarından aldığınız bir iğne veya iplik bile olsa onu geri veriniz; çünkü ganimet mallarına ihanet etmek, çok büyük vebaldir ve kıyamet gününde ateş demektir, diye ilan ettirerek taksimatı yapılmadan ganimet mallarından kimsenin almaması gerektiğini ilan ettirmişti. Sadece hayvanlarıyla ashâbın kendilerinin yiyebilecekleri kadar bir miktara cevaz verilmişti. Mesele o kadar hassastı ki, bu malların başında görevlendirilen Hz. Ferve bir aralık, güneşten korunmak için başına bir bez parçası almış ve Efendimiz’in:

– Cehennem ateşinden bir parçayı başına bağlamışsın, şeklindeki uyarısından sonra bin pişman olarak getirip onu da iade etmişti. Efendimiz’den ganimet talebinde bulunan birisine:

– Ganimet eşyası bölüşülmeden Bana, ne bir iğne ne de bir iplik helaldir! Ondan ne kendim bir şey alabilir ne de başkasına bir şey verebilirim, diye karşılık verecek, o gün devesini bağlamak için kendisinden ip isteyen birine de, ancak mallar paylaşıldıktan sonra bunu verebileceğini söyleyecekti.

Hatta o gün şehit düşen birinin haberini Allah Resûlü’ne getirmişler:

– Filan da şehit olmuş, diye müjdelemek istiyorlardı. Allah Resûlü:

– Hayır! Öyle söylemeyin, diye ikaz etti onları. “Çünkü Ben onu, ganimet malları arasından aşırdığı bir aba yüzünden Cehennem ateşinin içinde gördüm!”

Mesele çok ciddiydi ve Hz. Ömer’e dönen Allah Resûlü:

– Ey Hattâboğlu! Git de insanlara, “Cennet’e mü’minlerden başkası giremez.” diye seslen, talimatı verecekti. Ardından da şunları söyledi:

– Bir topluluk arasında, ganimet mallarına karşı hıyanet yaygınlaşınca muhakkak ki onların kalplerine korku salınır!

Sıra o şahsın namazını kılmaya gelince, şehit olan şahsın kabilesine döndü ve:

– Adamınızın namazını kendiniz kılın, buyurdu. Çok ağır bir durumdu; demek ki kamuya ait bir değerin şahıslar tarafından alınıp da kullanılması, sonuç itibariyle Allah ve Resûlullah’ın gazabını celbeden bir husustu. Arkadaşlarının şehadetinden bile endişe duymaya başlamışlardı. Çünkü Allah Resûlü:

– Adamınız, Allah yolunda bir emanete hıyanet etti, buyuruyordu. Bunun üzerine kabile mensupları, şehit olan şahsın eşyalarını aramaya başladılar; buldukları, iki dirhem ağırlığında bile olmayan bir kısım boncuklardı!

Oturup düşünmeye başladılar; bu kadarcıktan bir şey olmaz deyip aynı boncuklardan alan başkaları da vardı ve her biri teker teker Efendimiz’in yanına gelerek onları teslim etmeye başladı. Ashâbının hassasiyeti Allah Resûlü’nü memnun etmiş görünüyordu; onlara döndü ve bir kez daha sordu:

– Hepiniz, aldığınız her şeyi teslim ettiğiniz konusunda Allah’a yemin edebilir misiniz?

– Evet, diyorlardı ve hiçbir şey unutmadan aldıklarının hepsini de getirdiklerine dair yemin etmeye başladılar. Bunun üzerine Efendiler Efendisi, şehit olan şahıs için bir sedir getirtti; onu bir örtüye sardırdı ve arkasından da namazını kıldırdı.

Öte yandan ashâb arasında, dağıtılan ganimetten kendisine pay düştüğü için üzülenler de vardı. Allah yolunda döktükleri terden dolayı ganimetten pay almayı onurlarına yediremiyorlar, bunu utanılacak bir iş olarak görüyorlardı. Daha Hayber başlamadan önce Ebû Dayyâh adında birisi, bâdiyeden gelip huzurun şerefiyle serfiraz olmuştu; kelime-i tevhidi söylemiş ve Efendimiz’e:

– Senin yanına hicret edeceğim, diyerek bundan sonra birlikte yaşamayı arzu ettiğini belirtmişti. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de bunu kabul etmiş ve ilgilenmeleri için onu, ashâbından bazılarına emanet etmişti. Hayber’e gelenler arasında Ebû Dayyâh da bulunuyordu.

İlk kaleler fethedilip de elde edilen ganimetlerden bir miktarı paylaşılınca, bu şahsa da pay ayrılmış ve kendisine verilmek istenmişti:

– Bunlar da ne, diye sordu.

– Resûlullah’ın senin için ganimetten ayırdığı hissedir, diye cevap verdiler. Kendisine verilen bu maldan dolayı bir hayli üzülen sahabî, soluğu Efendimiz’in huzurunda aldı:

– Yâ Resûlallah! Bu da ne?

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Bu, bölüştürdüğüm ganimetten sonra sana düşen hissedir, diye cevapladı. Bunun üzerine Ebû Dayyâh, işaret parmağıyla boğazını göstererek:

– Ben Sana, bunun için gelip de iman ve ittiba etmedim; şuramdan bir ok yiyip de Cennet’e gireyim diye geldim ve iman edip Sana tâbi oldum, dedi.

İçinden gelenleri seslendiriyordu ve onun bu onurlu çıkışı karşısında Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Şâyet sen sözünde doğru isen, Allah da seni doğrular, diye mukabelede bulundu.

Anlaşılan bu şahsın dünya malında hiç gözü yoktu ve kılıcını kaptığı gibi yine devam etmekte olan kuşatmanın arasına katıldı. Nihâyet, boğazına ok isabet edip de şehit olan biri Allah Resûlü’nün huzuruna getirilince:

– Bu, o mu, diye sordu. Sahabîyi şehit eden ok, Ebû Dayyâh’ın sözünü ettiği ve eliyle gösterdiği yere saplanmıştı. Meseleye daha önceden muttali olanlar:

– Evet, diye cevapladılar. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Bu doğruyu söylüyordu. Allah da onun söylediklerini doğruladı, buyurdu. Daha sonra da onu, kendi cübbesine sararak cenaze namazının kılınması için insanların önüne yerleştirdi ve namazını da kendisi kıldırdı. Namaz sonrasında, onun için şöyle niyazda bulunduğu duyuluyordu:

– Allah’ım! Bu Senin kulun ve Senin başka bir kulunun oğluydu. Senin yoluna muhâcir olarak çıkmıştı ve şehit olarak son nefesini verdi! Onun şahidi Benim!

Saklanan Hazine

Aynı zamanda burada, Huyeyy İbn Ahtab’ın dillere destan hazinesinin olduğu da biliniyordu; hâlbuki ele geçirilen ganimetler arasında ne altın ne de gümüş cinsinden benzeri bir hazineye rastlanmıştı. Hâlbuki Benî Nadîr Yahudileri, yurtlarını terk edip de Hayber’e doğru giderlerken Ebû Râfi Sellâm İbn Ebi’l-Hukayk, içinde altın, gümüş ve diğer kıymetli madenlerden mamul değişik ziynet eşyalarının saklandığı deve tulumunu göstererek:

– Bu, bizim dünyayı alçaltıp yükseltmek için hazırladığımız şeydir, demiş ve bunlar sayesinde bir gün yeniden eski kazanımlarına döneceklerine dair umut taşıdığını ifade etmişti. Zira bu hazine, sadece Ebû Râfi’e ait bir değer değil, ataları Ebu’l-Hukayk hanedanından bu yana birikmiş bir emeğin neticesiydi. İlk zamanlarda koyun postuna sığabilen bu değerler, zamanla gelişmiş ve önce inek, ardından da deve postuna bile girmez hâle gelmişti.

Düğün zamanları geldiğinde Mekke eşrafı, bu hazineye müracaat eder ve rehin karşılığında bir aylığına buradan dilediği kadar mücevherat alır, işini bitirdikten sonra da yine gelip onları teslim ederlerdi. Bir defasında bu eşyalardan bir kısmı kaybedilmiş ve onu kaybeden şahıs bunun bedelini, on bin altın olarak ödemek zorunda kalmıştı. Kısaca dillere destan bir hazineydi.

Şimdi ise Hayberliler, bununla ilgili olarak anlaşma metninde ağır müeyyideler yer almasına ve bunu kabul etmelerine rağmen bu hazineyi ortaya çıkarmak istemiyorlardı. Bunun üzerine, o gün için Ebu’l-Hukayk hanedanını temsil eden Kinâne İbn Rebî ve kardeşiyle amcasının oğlu Efendimiz’in huzuruna getirildi; ortada açık bir söz ihlali vardı ve Allah Resûlü onlara:

– Ey Ebu’l-Hukayk oğulları, diye seslendi. “Ben sizin, Allah ve Resûlü’ne karşı duyduğunuz düşmanlığı biliyorum; bununla birlikte sizin bu düşmanlığınız, adamlarınıza verdiğim emân ve himayeyi size de vermeme engel olmamış, ganimet mallarından herhangi bir şeyi Benden gizlememek ve kaçırmamak şartıyla bu emânı sizlere de vermişimdir! Sizler de bilirsiniz ki, Benden bir şey gizleyecek olursanız, bizim için kanlarınızı dökmek helal olur, Allah ve Resûlü’nün emân ve himaye taahhüdünden uzak kalırsınız!

Şimdi söyleyin bakalım; sizi Medine’den sürüp çıkardığımız zaman yanınızda getirdiğiniz, zaman zaman Mekkelilere emanet olarak veregeldiğiniz ziynet eşyası ile nakit paralarınızı içinde sakladığınız tulumlarınız nerede?”

Mesele, altın ve gümüşlere ulaşmak değil; her şeye rağmen adamların iki yüzlülüğünü ortaya çıkarıp daha sonraki şirretliklerine engel olmak, yeniden güç oluşturarak Müslümanlara zarar vermelerinin önüne geçmekti. Ancak adamlar, yalancılıkta da mahir idiler ve:

– Ey Eba’l-Kâsım, diyorlardı. “Biz onları, savaşlarımızda harcadık; vallahi de onlardan elimizde hiçbir şey kalmadı! Bizi Medine’den sürüp çıkardığın zamandan beri hep onlarla geçindik; savaşlar ve maişet ihtiyacı, onların hepsini eritip tüketti; onlardan geriye hiçbir şey kalmadı!”

Göz göre göre yalan söylüyorlardı ve Allah Resûlü de, bu yalanlarının üzerine gidecek ve bu tercihlerinin kendilerine çok pahalıya mâl olabileceğini hatırlatacaktı. Bunun için önce:

– Söylediklerinize dikkat ediniz, buyurdu. “O günden bu yana geçen zaman az, ancak gizlenen mal ise ondan daha fazla; az zamanda bu kadar mal nasıl tükenir! Ne dersiniz; bu hazineyi sizin yanınızda bulursam, o zaman Allah ve Resûlü’nün size verdiği himaye ve emân sözü ortadan kalksın mı?”

– Evet, ortadan kalksın!

Kinâne bunları söylerken aralarından bir Yahudi ona yaklaşacak ve şunları söyleyecekti:

– Muhammed’in senden istediği şey şâyet sende bulunuyorsa veya sen onun hakkında bir şeyler biliyorsan onu bildir de canını da kanını da kurtar! Aksi takdirde O, vallahi de bunu elde etmeye muvaffak olacaktır; çünkü Allah, O’nu bundan başka bizim bilmediğimiz şeylere de muttali kılmaktadır!

Daha cümlelerini bile bitirmeden adam, Kinâne’nin şiddetli te’dibiyle karşılaşacak ve geri çekilip de bir köşeye sıkışıp kalacaktı. Kinâne’nin otoritesi karşısında diğerleri de sesini kısmış, bildiklerini de söyleyemez hâle gelmişlerdi.

Derken Allah Resûlü’nün yanına, Sa’lebe adında aklı kıt bir Yahudi getirildi; adam, Kinâne’yi her sabah mezbelelik bir mekanda dolaşırken gördüğünü söylüyordu. Bunun üzerine Efendiler Efendisi yeniden Kinâne’ye döndü ve:

– Ne diyorsun; şâyet burada hazineyi bulursak seni öldürmek zorunda kalacağız, dedi. Yine o:

– Öldürün, diyor ve sır vermiyordu.

Ashâbından birisini yanına çağırdı Allah Resûlü ve Sa’lebe’nin tarif ettiği yeri kazmasını, çıkan eşyayı da alıp huzura getirmesini emretti.

Adamın aklı kıttı ama dedikleri doğruydu; zira işaret edilen yere giden sahabî, çok geçmeden hazinenin bir bölümünü çıkarıp Allah Resûlü’nün huzuruna getiriyordu. Ancak bu, sözü edilen hazinenin tamamı değildi; anlaşılan iki parçaya ayırmış ve her ikisini de farklı yerlere gömmüşlerdi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bir kez daha Kinâne’ye dönüp sordu; ancak adamda hâlâ ses yoktu. Kinâne’yi konuşturmak için devreye Zübeyr İbn Avvâm da girmişti ama yine netice yoktu. Adamın malı canından kıymetliydi ve bütün uğraşlara rağmen canını vermeye razıydı, malı konusunda tek bir kelime bile etmiyordu.

Hazinenin kalan kısmıyla ilgili mesele kilitlenmiş gibi gözüküyordu; ortada bir hazinenin olduğu biliniyordu ama kimse onun yerini söylemeye yanaşmıyordu. İşte tam bu sırada Allah Resûlü’nün yanına Cibril-i Emîn geldi ve Efendimiz’e hazinenin yerini haber verdi. Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Ensâr’dan bir sahabîyi yanına çağırarak Cibril’in tarif ettiği yeri gösterip orasını kazmasını ve bulduklarını da alıp getirmesini talep etti. Bu arada Kinâne’ye dönen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Sen artık semalar ötesinden tescilli bir dolandırıcısın, diyordu.

Bir adım daha attı Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve önce bu işe ashâbından Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali ve Hz. Zübeyr gibi önde gelenlerle Yahudilerden de on kişiyi şahit tuttu. Nelerle karşı karşıya olduğunun farkındaydı ve belli ki kararın ittifakla alınmasını arzuluyordu.

Bu arada tarif edilen yere gidip de çıkardığı deve postunu getiren Ensâr’ın elinde şimdi, on bin dinar değerinde bir hazine duruyordu. Ağzı açılıp da ortaya döküldüğünde meydana, çil çil altınlar, bilezik ve halhallar, küpe ve gerdanlıklar, pazubent ve yüzüklerle inci, mercan ve zümrüt gibi değerli taşlardan yapılmış envai çeşit mücevherat saçılıvermişti.

Her şey ortaya çıkmıştı; şimdi insanlar, Kinâne’nin ne zaman öldürüleceğini merak ediyordu. Çünkü Kinâne, kullanamayacağı malına bedel, ihlâl ettiği anlaşma gereği göz göre göre ve iradî olarak ölümü tercih etmişti. Daha önce şehit ettikleri kardeşi Mahmûd’a bedel Muhammed İbn Mesleme’ye teslim etti Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) onu ve kardeşi Rebî’i.


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.