Gurûba Doğru

184

Bir tarafta bu aksiyon devam ediyor olsa da Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbıyla vedalaşmaya çoktan başlamış ve yönünü ‘Refîk-ı A’lâ’ya tevcih etmişti! Bir yıldır bu vedanın işaretlerini veriyordu; Hz. Muâz’ı Yemen’e gönderirken söyledikleriyle veda haccında ashâbıyla helalleşmesi hep bu ayrılığın sinyalleriydi.

Önceki senelerden farklı olarak, bu yılın Ramazan ayında yirmi gün itikâfa çekilmişti. Hâlbuki, önceki yıllarda, on günlük itikâfı itiyâd edinmişti. Aynı zamanda Cibrîl-i Emîn gelmiş ve bu yıl, iki defa karşılıklı olarak Kur’ân’ı mukabele ederek hatmetmişlerdi.

Ashâbını emanet ettiği Uhud’u ziyaret etmişti. O sırada etrafında bulunanlarla vedalaştığı gibi onlarla da konuşup selamlaşıyor ve teker teker vedalaşıyordu. Onlarla vedalaştıktan sonra minbere çıkacak ve ashâbına şöyle seslenecekti:

– Şüphe yok ki Ben, size ulaşmak için arzuluyum. Sizin şahidiniz Benim. Allah’a yemin olsun ki, şu anda Ben, havzımı temâşâ ediyorum. Yeryüzü hazinelerinin anahtarlarının Bana teslim edildiğini görüyor gibiyim. Vallahi de Ben, Benden sonra sizin şirke gireceğinizden değil de, şirk etrafında birbirinizle atışmanızdan korkup endişe ediyorum.1

Safer ayının son pazartesi günüydü. Ashâbından biri hakkında son vazifeyi eda için yine Cennütü’l-Bakî’ye gelmişti. Kendisinden önce buraya emanet ettiği ashâbını da unutmamıştı; onların yanına da uğruyor, âdeta her biriyle konuşarak helalleşiyordu. Bu helalleşme sonrasında, yanında bulunan azatlısı Ebû Müveyhibe’ye şöyle seslenmişti:

– Ey Ebâ Müveyhibe! Şu anda Bana, dünya hayatının hazinelerine ulaştıracak anahtarlarla burada ebedî kalma imkânı, ardından da Cennet vadedildi ve Ben, Rabbime kavuşmak ve Cennet’le bunlar arasında muhayyer bırakıldım!

Böyle bir tercihten memnuniyeti dile getirmek isteyen azatlı Ebû Müveyhibe:

– Anam-babam Sana feda olsun yâ Resûlallah, diyecekti. “Önce dünya hayatının hazinelerine ulaştıracak anahtarları ve burada ebedî kalmayı, ardından da Cennet’i tercih et!”

O (sallallahu aleyhi ve sellem), tercihini çoktan yapmıştı:

– Vallahi de ey Ebâ Müveyhibe! Ben, Rabbimle buluşmayı ve Cennet’i tercih ettim!

Dönüşte, şiddetli bir baş ağrısı başladı. Harareti de yükselmiş ve ateşler içinde kalmıştı. O kadar ki, vücud-u mübareklerinin harareti, mübarek başlarına sardıkları sarığın dışından hissediliyordu!

Belli ki bu, hemen geçecek bir hastalık değildi ve devam eden on bir gün boyunca, ashâbıyla birlikte bu hâliyle namazlarını kıldı.

Her hâliyle edep ve hayâ dersi veriyordu. Hastalığının şiddetlendiği bu dönemde, etrafında toplanan Ezvâc-ı Tâhirât’a yönelecek ve:

– Yarın Ben, neredeyim?, diye soracaktı. Hâlden anlayan insanlardı ve hepsi birden, kendi haklarından feragât ettiklerini ve bundan böyle Efendilerinin, Hz. Âişe Validemizin hücresinde kalmasını istediklerini söylediler.

Ayakları üzerinde durmakta zorlanıyor ve çoğu zaman ayakları yerde sürüyerek gidebiliyordu. Onun için bir koluna Fadl İbn Abbâs, diğerine de Hz. Ali girmiş ve Efendiler Efendisi’ni, Hz. Âişe Validemizin hücresine taşımışlardı. Son günlerini burada geçirecekti!

Çarşamba günü hastalık daha da şiddetlenmiş, harareti de artınca kendinden geçerek bayılmıştı. Bu hâldeyken bile, ashâbından ayrı kalmak istemiyordu; birazcık kendine gelir gelmez:

– Değişik kuyulardan alınmış sudan, üzerime yedi kez dökün ki Ben, insanların arasına çıkıp onlarla ahitleşmek istiyorum, diyecekti. Denilenler yapılıp da bir miktar kendine gelince:

– Artık yeter! Artık yeter, dedi ve güçlükle ayağa kalkarak mescide yöneldi ve burada:

– Ey insanlar! Bana yaklaşın, diye seslendi. Ashâbını yanına çağırıyordu; belli ki, önemli bir mesajı vardı ve dikkatlerini bir konuya çekmek istiyordu. Önce, diğer ümmetlerin yanlışlıklarından bahsetti onlara. Ardından da:

– Sakın, Benim mezarımı, ibadet edilen bir puthaneye çevirmeyin, uyarısında bulundu. Üzerinde, yakında ayrılacak olmanın heyecanı seziliyordu ve bunun için âdeta herkesle helalleşmeye başlamıştı:

– Sizden kimi incitmişsem, işte sırtım; gelsin ve sopasıyla sırtıma vurarak hakkını alsın! Her kime de ağır söz söylemiş ve gönlünü kırmışsam, gelsin ve içindekini Bana söyleyerek hakkını alsın, diyordu. Diyordu ama kimseden ses çıkıyordu. Ancak O (sallallahu aleyhi ve sellem), ısrarlıydı; öğle namazını kıldıktan sonra aynı talebini yeniden tekrarlayacaktı. Bu sefer, birisi ayağa kalktı ve kendisinden üç dirhem alacağı olduğunu söyledi.

Bunun üzerine amca oğluna seslenip:

– Ona bunu ver, ey Fadl!, buyurdu. Ardından da, Ensâr hakkında şunları söyledi:

– Size, Ensâr’ın kıymetini bilmenizi vasiyet ediyorum. Çünkü onlar, benim gözümün nuru, göz bebeklerimdir; onlar, kendilerine düşeni hakkıyla yerine getirmişlerdir ve yaptıklarının mükâfatını da alacaklardır. Artık insanlar çoğalmış, Ensâr ise azınlıkta kalmıştır; onlar, yemekteki tuz gibidirler! Sizden her kim, onlar üzerine emir olur da, onlardan bir fayda veya zarar görürse, iyi ve faydalı olanları kabul etsin ve hoşuna gitmeyen bir muameleye maruz kaldığında da affedici olsun!

Ardından da şunları söyledi:

– Şüphe yok ki Allah (celle celâluhû), dünya hayatının güzelliklerinden dilediğini vermek ve katındakilere nâil kılmak arasında kulunu muhayyer bıraktı; kul, Allah katında olanı tercih etti.

Daha cümlelerini tamamlamamıştı ki, ilk günden beri yanındaki sadık yâri Ebû Bekir’in olduğu yerden bir çığlık duyuldu:

– Anamız-babamız Sana feda olsun yâ Resûlallah, diyordu.

Şaşkınlıkla bakıyorlardı sesin geldiği tarafa! Zira onun anladığını anlamamışlardı. Zira o, muhayyer bırakılanın Resûlullah’ın kendisi olduğunu anlamıştı ve onun için böyle bir tepki veriyordu.

– Adama bak, diyorlardı. “Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bir adamın dünya ile huzur-u ilahide olan konusunda muhayyer bırakıldığını ve onun da Allah katındakini tercih ettiğini haber veriyor; Ebû Bekir ise, tutmuş, ‘Analarımız-babalarımız Sana feda olsun yâ Resûlallah!’ deyip ağlıyor!”

Anlayan anlamıştı! İlk günlerden beri yanından hiç ayrılmayan sadık yârinin bu duyarlılığını gören Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri, ashâbı için Hz. Ebû Bekir’i nazara verecek ve onun ashâb içindeki konumu yerleştirmek isteyecekti; elinden tutmuş şöyle sesleniyordu:

– Benim için Ebû Bekir, maddi manevi fedakârlığı açısından insanların en eminidir; şâyet, Rabbimden başka bir dost edinecek olsaydım, mutlaka Ebû Bekir’i dost edinirdim. Ancak, bundan böyle sadece İslâm kardeşliği ve bu kardeşlik merkezli muhabbet vardır. Mescide açılan bütün kapılar kapatılsın; ancak, Ebû Bekir’in kapısı açık bırakılsın!

Hastalığının ağırlaştığını duyan, mescide koşuyordu; dışarıda büyük bir kalabalık birikmiş, gelişmeleri merakla takip ediyordu; Resûlullah’ın vefatından endişe duyuyorlardı! Önce, amca oğlu Fadl, ardından sırasıyla Hz. Ali ve Hz. Abbâs girdi huzura; her biri, dışarıda bekleşen topluluktan bahsediyordu. O gün, iki kişinin yardımıyla huzurlarına çıkmış ve şunları söylemişti cemaatine:

– Ey insanlar! Bana ulaştığına göre sizler, nebinizin vefatından endişe ediyormuşsunuz; Benden önce hangi peygamber ebedî yaşadı ki Ben, burada ebedî kalayım! Dikkat edin! Ben de Rabbime kavuşacağım, sizler de!
Sonra da şu hakikati aktardı onlara:

– Şüphe yok ki sizin için, Benim hayatım da hayırlıdır, ölümüm de!

Zihinlerdeki hatıralar tazelenmeye çalışılıyordu; açıkça bir vedalaşmaydı sanki bu sözler! Daha önceki beyanlarını hatırlamaya çalışıyorlardı. Zira bir gün aralarına çıkmış ve onlara şunları söylemişti:

– Sizler Beni, aranızda en son vefat edecek olan kişi sanıyorsunuz!

– Evet, demişlerdi o gün. Hâlbuki, o gün O (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Şüphesiz ki Ben, aranızda en önce vefat edeniniz olacağım, buyurmuştu.

– Şüphe yok ki Ben, yolculuk için davet aldım ve bu davete icabet sözü verdim, demişti başka bir gün.
Yaklaşık bir ay önce de, yakın akrabalarını bir araya toplamış ve ruhu pervâz edip vuslata erince, bedeni konusunda kimin ne yapacağını anlatmıştı onlara bir bir…

Amcası Hz. Abbas bir gün, rüyasını anlatmış ve semaya doğru sağlam bir halatın yükseldiğini söylemişti O’na. O zaman da:

– O gördüğün, senin kardeşinin oğlunun vefatıdır, demiş ve bunu, yüce dostluğa pervâz edişi olarak yorumlamıştı.

Artık Allah Resûlü’nün her günü bir veda gibiydi. Perşembe günü olduğunda ashâbına seslenecek ve:

– Haydi! Yanıma yaklaşın, diye onları huzuruna çağıracaktı. “Size bir şeyler yazdırayım ki bu vesileyle Benden sonra bir daha dalâlete dûçâr olmayasınız!”

Ancak hastalığı her hâline aksetmiş, kendini zorlayarak ayakta durmaya çalışıyordu. Onun için huzurunda bulunan Hz. Ömer gibi önde gelenler:

– Görmüyor musunuz, Resûlullah’ın ağrıları bir hayli arttı ve ıstırap çekiyor! Nasıl olsa aramızda Kur’ân var ve Allah’ın kitabı her şeye yeter, diyor ve O’nu daha fazla yormak istemiyorlardı. Buna mukabil diğer bir kısım ashâb da, Efendiler Efendisi’nin bu talebine karşılık verilmesi ve ıstırap çekse de, söyleyeceklerinin kayda geçirilmesi yönünde fikir beyan ediyorlardı. Bu, aralarında ihtilaf konusu olmuştu; konuşmaların uzayıp gittiğini gören Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), bu durumdan rahatsız olduğunu bildirecek ve başından dağılmalarını isteyecekti.

Bugüne kadar, ağrısının şiddetine ve ateşinin yüksekliğine rağmen, ashâbının arasına çıkmış ve namazlarını kıldırmıştı.

Namazdan sonra hastalığı, daha da arttı ve yatsı namazının vakti girmiş olmasına rağmen mescide gelemedi. Zaten son kıldırdığı namaz da, Perşembe günkü akşam namazıydı ve bu namazda, Mürselât suresini okumuştu.

Yatsı namazı için Hz. Bilâl ezan okumuş, mescide koşan cemaat de imamını beklemeye durmuştu.

Hücre-i saadetlerinde olanlardan habersizlerdi; zira, hastalığı şiddetlenen Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), orada kendinden geçmiş ve bayılmıştı. Ayılır ayılmaz:

– Namaz kılındı mı, diye sordu Âişe Validemize.

– Hayır yâ Resûlallah! Sizi bekliyorlar, cevabını aldı.

– Abdest alabilmem için su hazırlayın, buyurdu. Belli ki, gözü de gönlü de mescidindeydi! Denilen yapılmıştı.

Kalktı ve güçlükle abdest aldı. Tam, namaza çıkmak için niyetlenmişti ki olduğu yerde yeniden bayılıverdi. Telaşla yanına koştular. Bir müddet sonra, kendine gelir gibi oldu. Tekrar sordu:

– İnsanlar namaz kıldılar mı?

Namaza çıkmak istiyordu ama bunun için takati yoktu; zira, tekrar tekrar bayılıyordu. Nihâyet, namazı Hz. Ebû Bekir’in kıldırmasını isteyecek ve daha sonra da kendisi, ancak iki kişinin yardımıyla namaza çıkabilecekti.2

Gelişini bekleyenlerin üzerine dolunay misali doğuverince o gün, mescide bir heyecan dalgası yayılıvermişti. Feraset insanı Hz. Ebû Bekir, işi sahibine bırakmak için geri çekilmek istiyordu. Resûlullah ise, elleriyle işaret ediyor ve “yerinde kal!” diyordu. Açılan safların arasından, imamın yanına kadar geldi. Ayakta duracak takati yoktu ve o gün, ancak oraya oturarak namazını tamamlayabildi.

Artık Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), “Gözümün nuru” dediği namazını cemaatinin arasına gelip de kıldıramaz olmuştu! Bundan böyle namazları, yerine tayin ettiği imam Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh) kıldıracaktı.


 

Dipnot:

  1. Buhârî, Sahîh, 1/451 (1279), 3/1317 (3401); Müslim, Sahîh, 4/1795 (2296)
  2. Hatta bu sırada, namazı Hz. Ebû Bekir’den başka birinin kıldırması konusunda ısrar eden Âişe Validemize dönecek ve bu tavırlarını, Hz. Yûsuf karşısında tavır alan kadınların hâline benzetecekti. Bkz. Buhârî, Sahîh, 1/236 (633), 1/240 (646-647); Müslim, Sahîh, 1/313 (418), 1/316 (420)
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.