Genişleyen Tebliğ Halkası

446

Bu arada her geçen gün yeni yeni ayetler geliyor ve mü’minleri, iman adına sürekli besleyip onların dirençlerini artırıyordu. Çok geçmeden: “Emrolunduğun şeyleri, başları çatlatırcasına bir gayretle tebliğ et ve müşriklerden de yüz çevir.”[1] mealindeki ayet gelmişti. Anlaşılan bu sefer hüküm daha geneldi ve ilk planda bütün Mekke’yi, ardından da bütün insanlığı hedefliyordu. Böyle bir emri yerine getirmemek olur muydu hiç?

Hemen Safa tepesinin üzerine çıktı ve:

– Yâ sabâhâh! Yâ sabâhâh, diye bütün Mekke ahalisine seslendi. Normal şartlarda bu sesleniş, büyük bir düşman tehlikesi karşısında insanları uyarıp toparlanmalarını temin için yapılırdı. Böyle bir ses duyulur duyulmaz herkes, kendince tedbirini alır ve düşmana karşı hazır hale gelerek beklemeye başlardı. İşte bugün Allah Resûlü de, yarın başlarına geleceklerden onları korumak için bir de bu yolu deniyordu. Onun için hiç kimse bu sese seyirci kalamazdı. Gelebilen kendisi geliyor, gelemeyenler ise kendisinin yerine mutlaka birisini gönderiyordu. Artık Safa tepesinde büyük bir kalabalık toplanmıştı. Önce kabile kabile dikkatlerini çekti Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Ey Fihroğulları! Ey Adiyyoğulları! Ey Abdimenâfoğulları ve ey Abdulmuttalib oğulları!..

Herkes dikkat kesilmiş, arkasından gelecek haberi intizar ediyordu. Bu arada kendi aralarında:

– İnsanları buraya çağırıp duran adam da kim, diyenler vardı ve cevabını yine kendileri vereceklerdi:

– Muhammed!

Ebû Leheb, bizzat gelenler arasındaydı. Söyleyeceklerini büyük bir merakla bekleyen yüzlere önce şunu sordu Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Şayet ben size desem ki, şu dağın ardında üstünüze doğru gelen bir düşman var; beni yalanla itham eder misiniz?

– Hayır, vallahi de biz Seni, hiç yalan söylerken görmedik; bugüne kadar Senden, doğrudan başka bir şeye şahit olmadık, diyorlardı. Zaten O’nun beklediği de buydu. Zira bu cevaba bir hüküm bina edecekti:

– Ey Kureyş topluluğu, diye seslendi yeniden ve ilave etti:

– Sizin için ben, hızla yaklaşan elim bir azap öncesinde âşikâr bir uyarıcıyım. Gelin de, kendinizi cehennem ateşinden koruyun! Aksi halde ben, sizin için Allah katında hiçbir şey yapamam. Benimle sizin misaliniz şu adama benzer ki o, düşmanı görmüş ve kendi ehline koşarak gelip haber vermiştir. Çünkü o, ansızın düşmanın gelip de ehline zarar vereceği görmüş, bunun için de yakınlarını uyarmıştır.
Bunun için yüksek bir yere çıkmış ve:

– Yâ sabâhâh! Yâ sabâhâh, diye bağırmaya başlamıştır.[2]

Daha ne yapabilirdi ki! Ellerinden tutmak için her türlü yolu deniyordu; ama bir türlü istediği sonucu alamıyordu. Ama ne önemi vardı ki! O (sallallahu aleyhi ve sellem), bütün bunları yaparken gayretlerini, sonunda elde edeceği semereye asla bağlamamış ve her seferinde, emr-i ilahiyi yerine getirmek suretiyle rıza-yı ilahiyi kazanmayı hedeflemişti.

Resûl-ü Ekrem Efendimiz’in bu kadar ısrarının temelinde, elbette vazifesinin hakkını verme şuuru yatıyordu. Aynı zamanda O, bir insanın bile göz göre göre cehenneme gitmesine razı değildi. Muhataplarından her ne kadar hakaret ve tezyif görse de O, bir gün gelip de gönüllerinin yumuşayacağına inanıyordu. Bizzat kendileri olmasa da, en azından bu insanların neslinden gelenler, bir gün İslâm’ın kıymetini anlayacak ve gelip ona teslim olacaklardı. Bir de yarınki hesap gününde Allah (celle celâluhû), herkese yaptığının hesabını soracaktı; hesap gününde, “Bizim haberimiz yoktu.” gibi, bir mazerete sığınmak isteyenlere karşı şimdiden o kapının kapanması gerekiyordu. İşte, işin burasında Habîb-i Zîşân Hazretleri, topluluk içinde bulunan her bir akrabasını özel olarak hedefleyip şunları söylemeye başladı:

– Ey Kureyş topluluğu! Nefsinizi ipotek olmaktan kurtarıp Allah’tan satın alın ve cehennemden koruyun; çünkü yarın sizin hakkınızda ne bir zarar, ne de bir faydaya mâlik olabilirim. Yoksa yarın, Allah katında size hiçbir yararım olamaz!

Genelden başladığı hitabını daraltarak özele, daha da özele doğru getirecek ve orada bulunanlara, isim isim zikrederek benzeri şekilde hitap edecekti:

– Ey Ka’b İbn Lüeyyoğulları!

Ey Mürre İbn Ka’boğulları!

Ey Kusayyoğulları!

Ey Abdimenâfoğulları!

Ey Abdişemsoğulları!

Ey Hâşimoğulları!

Ey Abdulmuttaliboğulları cemaati! Cehennem ateşinden kendinizi kurtarmaya bakın! Çünkü, aksi halde ben, sizin için ne bir zarara muktedir olabilir ne de bir faydaya malik bulunabilirim; benim size hiçbir faydam dokunamaz! Şu anda benden ve elimdeki imkândan, istediğinizi talep edin vereyim; ama yarın Allah katında sizin için hiçbir şey yapamam!

Ey Abbas İbn Abdulmuttalib! Aksi halde yarın Allah katında, senin için de hiçbir şey yapamam!

Ey Resûlullah’ın halası Safiyye Binti Abdulmuttalib! Aksi halde aynı şekilde senin için de elimden bir şey gelmez!

Ey Resûlullah’ın kızı Fâtıma Binti Muhammed! Benden ve elimdeki imkânlardan ne isteyeceksen şimdi iste! Ve sen de kendini cehennem ateşinden korumaya bak! Aksi halde senin için de o gün, Allah katında herhangi bir zarar veya faydaya malik olamam; Allah huzurunda senin için de bir şey yapamam!

Sizin için tek yapabileceğim şey bugün, aramızdaki akrabalık bağı hatırına ziyaretlerinize gelip gönlünüzü hoş tutmaktır!

Bunların hepsi de doğruydu ve kimseden aksi istikametinde ses çıkmadı. Efendiler Efendisi, üzerine düşeni yapmış, bütün benliğiyle kendini ortaya koyarak akrabalarına karşı olan vazifesini yerine getiriyordu. O’ndan bu nasihatleri alanlar, teker teker evlerinin yolunu tutmuş, herhangi bir tepki vermeden geri gidiyorlardı. Aralarından yine bildik bir yüz ileri atılıp Efendimiz’e yaklaştı.
Duydukları karşısında sinirden küplere bindiği ve gelecek günlerin hatırlatılmasından hiç hoşlanmadığı her halinden belliydi.

– Yazıklar olsun Sana! Bizi bunun için mi çağırdın; ellerin kurusun Senin, diyor ve yeğenine hakaret ediyordu. Çok geçmedi; yine Cibril imdada yetişmiş; Habîb-i Zîşân’ı şu ifadelerle teskin ediyordu:

– Kurusun Ebû Leheb’in elleri! Zaten kurudu da! Ona, ne malı ne de yapageldiği işler fayda verdi! Yarın da o, alev alev yükselen cehenneme girecek! Eşi de, boynunda bükülmüş urgan olarak o cehenneme odun taşıyacak![3]

Aynı zamanda bu, en yakında bile olsa bir insanın, Allah ve Resûlü’nün davetine icabet etmemişse kurtuluş imkânı bulamayacağının bir tesciliydi. Bu ayetlerden haberdar olan Mekke, bu sefer gerçekten sarsılacak, hele açıktan gideceği adres kendilerine gösterilen Ebû Leheb ailesi, dışa vurmamak için kendilerini tutmaya çalışsa da, içten içe büyük bir yıkım yaşayacaktı: Ya denilenler gerçekten doğruysa!.. Ya gerçekten cehennem varsa!.. Ya Muhammed, beklenilen o Nebi ise!.. Ancak bir kere hayır demişti ya, bu sözünün arkasında duracaktı ve günü gelince, Ebû Leheb’in ölümü Kur’ân’ın ve Resûlullah’ın kendisi hakkındaki hükmünü tasdik eder bir şekilde gerçekleşecekti.

Allah düşmanı Ebû Leheb’in hanımı Ümmü Cemil de, Resû­lullah’a düşmanlık konusunda kocasından geri kalmıyor ve insanlığın bekleyip durduğu Son Nebi’nin geçeceği yollara diken döşüyor, geceleri gelip kapısının önüne pislik döküyordu. Zaten dili uzun ve ağzı bozuk bir kadın olan Ümmü Cemil, başkalarını da tahrik ederek insanları, Allah Resûlü’ne karşı örgütlüyor ve düşmanlığı kitlesel bir tepkiye dönüştürmeye çalışıyordu. Onun için ondan bahsederken Kur’ân, ‘odun taşıyıcısı’ tabirini kullanacak ve cehennemdeki acınası halini ibretle sonrakilere arz edecekti.

Bu olayın ardından, kocasının aleyhindeki konuşmalardan rahatsızlık duyup çılgına dönen Ümmü Cemîl, büyük bir gürültü koparmış ve avuçladığı taşlarla Efendiler Efendisi’nin bulunduğu yere yönelmişti. Sinir krizleri geçiriyordu; nasıl olur da Muhammed, kendilerini konu edinir ve gelecek dünyalarını böylesine kötü ve çirkin bir manzara ile tasvir edebilirdi!..

O sırada Efendimiz’in yanında yine sadık yâr Ebû Bekir vardı. Ümmü Cemîl’in hiddetle geldiğini görünce:

– Yâ Resûlallah! Bu kadının ağzı bozuktur; şayet Seni burada bulursa kötü şeyler söyleyip Size eziyet eder, demek istedi. Ancak Resûl-ü Kibriyâ aynı kanaatte değildi:

– O beni hiç görmeyecek ki, buyurdu. Ebû Bekir, bu cümleden başta pek bir şey anlamamıştı; ancak bunu, Resûlullah söylemişse mutlaka bir hikmeti vardı. Öyleyse bekleyip görecekti.

Bu arada Ümmü Cemîl de hışımla gelmiş, hiddetle:

– Ey Ebû Bekir! O şiir söyleyen arkadaşın da nerede, diyordu. Ebû Bekir hemen cevapladı:

– Şu beytin Rabbine yemin olsun ki, benim Sâhibim asla şair değildir ve O, şiirin de ne olduğunu bilmez! Bunu sen de bilip duruyorsun!

Belli ki; onun esas konusu şiir değildi ve boşuna konuşarak vakit geçirmek istemiyordu. “Senin gözlerin görmüyor mu?” mânâsına gelecek bir cevap verdi Hz. Ebû Bekir:

– Sen hiç benim yanımda birisini görüyor musun?

– Benimle dalga mı geçiyorsun? Vallahi de yanında kimseyi göremiyorum, dedi başından savarcasına. Zaten kaybedecek zamanı yok gibiydi ve oradan ayrılıp giderken de:

– Kureyş de bilir ki ben, onların efendisinin kızıyım. Babası Abdimenâf olanın aleyhinde konuşacak adam ise, cesaret edip de asla onun aleyhinde olamaz, diye söyleniyordu. Kendince bu, bir nevi meydan okumaydı. Gelmişti; esasında ise, geldiği gibi de gidiyordu.

Meraklı bakışlar arasında gelişmelere şahit olan Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh), Efendiler Efendisi’ne döndü:

– Yâ Resûlallah! O kadın Seni niye göremedi?

– Burada beni, kanatlarıyla ondan koruyan bir melek var idi, buyurdu.[4]


Dipnotlar:
[1] Bkz. Hicr, 15/94
[2] Bkz. Buhâri, Sahîh, 4/1804 (4523); Taberî, Tarih, 1/541
[3] Bkz. Tebbet, 111/1-5. Ebû Leheb’in karısı, Ebû Süfyân’ın kız kardeşi olan Ümmü Cemîl idi.
[4] Halebî, Sîre, 1/466

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.