Farklı Kimliklere Bakışta Genelleme Yapmama: “Ehl-i Kitap” Örneği (2)

991

Kur’ân’ın indiği, İslam Ahlakı’nın, Hukuku’nun ve Medeniyeti’nin şekillendiği süreçte Allah Resûlü’nün muhatap olduğu farklı kimlikler arasında Yahudi ve Hristiyanlar da vardı. Kur’ân, bu iki kimliği bazen ayrı bazen de “Ehl-i Kitap” üst kimliği ile bir arada ele alır ve anlatır. Zaman zaman da “Benî İsrail” şeklinde milli kimlikleriyle hitap eder ve açıklamalarda bulunur. Onların, Kur’ân mesajı ve Allah Resûlü’nün daveti karşısında tavırları, Müslümanlara muameleleri, tarihte yapıp ettikleri, mevcut hal ve hareketleri, gizli açık hedefleri hakkında bilgi verir ve onları da Müslümanları da uyarır. 

Fakat bunu yaparken genelleme yapmaz; “onlardan bir grup, bir güruh, onların bir kısmı, pek azı ya da pek çoğu…” gibi sadece olayın/olayların, failini/faillerini içine alan ifadeler kullanır. Ne iyiliği hepsine mal eder ne de kötülüğü. Böylece hem onları tanıtır hem de mü’minlerin gönül ve zihinlerinde, birlikte yaşadıkları Ehl-i Kitab’a bakışta bir denge kurar. Müslümanların, herhangi bir yanlışı, kötülüğü, zulüm ve haksızlığı, bütün Ehl-i Kitab’a isnat edip düşman bellemelerinin önüne geçer. Hukukî muameleler, insanî ilişkiler, İslam’a davet ve ortak problemlerin birlikte çözümü adına diyalog kanallarını açık bırakır.

Ehl-i Kitab’ın tarihindeki herkes kötü değildir!

Kur’ân, Firavun’un zulmü altında ezilen ve zillet içerisinde yaşayan, erkek çocukları öldürülüp kızları istismar edilen İsrailoğullarına, Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ve inayetlerinden bahseder: Hz. Musa’nın rehberliğinde onları kölelikten, denizi yarıp katledilmekten kurtarması ve Tevrat’ı indirmesi gibi. Buna karşılık onların, Hz. Harun’un uyarılarına kulak asmayıp onu hırpaladıklarını, tevhidi terk edip buzağıyı tanrı edindiklerini ve şirke girip imanlarına zulüm karıştırdıklarını haber verir.1 Tam burada insanın aklına hepsinin aynı hataya düştüğü, aynı ihaneti yaptığı gelir ki Kur’ân, böyle bir genellemeden zihinleri kurtarmak için Evet! Mûsâ’nın kavminden bir topluluk da vardır ki hak dinle insanları doğru yola götürür ve onunla halk içinde adaleti tatbik ederler.”2 buyurur. Hz. Mûsâ’nın kavminin hepsinin, şirke düşmediğini, haksız ve zalim olmadığını, onların farklı topluluklara ayrıldığını bildirir.

Sonra Kur’ân, ilerleyen dönemlerde İsrailoğullarına verilen nimetlere dikkat çeker: Allah, onları, on iki kabileye ayırır, hepsine ayrı bir su kaynağı ihsan eder, bulutla gölgeler ve gökten indirdiği temiz rızıklarla destekler. Buna rağmen isyan ederler. Bunun üzerine Allah, onlardan tevazu ile Kudüs’e girmelerini, oraya yerleşmelerini ve orada yetişen ürünlerden istifade etmelerini ve o güne kadar yapıp ettiklerinden dolayı af dilemelerini ister. Böyle yaparlarsa suçlarının bağışlanacağını, iyilik ve güzellik peşinde koşanların ise ayrıca mükafatlandırılacağını haber verir. Fakat aralarındaki zalimler, ilahi beyanı tahrif eder ve zulmü adet haline getirir. Onlardan deniz kıyısına yerleşen bir grup da sebt (cumartesi) gününün hükmünü ihlal eder.3

Tam burada Kur’ân, aralarında bir cemaatin olduğunu ve bu cemaatin, insanlarla ilgilenip onlara, hak ve hakikati tavsiye ettiğini, batıldan ve kötülüklerden uzak durmalarını salıkladığını beyan eder ve genelleme yapmamıza mâni olur.  Fakat yukarda bahsedilen zalimler ve asiler, bu cemaatin karşısına dikilir ve “Allah’ın yerle bir edeceği veya şiddetli bir felaket göndereceği bu kimselere ne diye boşuna öğüt verip duruyorsunuz?”4 diyerek onları, iyiliği emir ve kötülüğü nehiy vazifesini yapmaktan alıkoymaya çalışırlar. Bunun üzerine o salih kişiler, “Rabbinize mazeret arz edebilmek için! Bir de ne bilirsiniz, olur ki Allah’a karşı gelmekten nihayet sakınırlar ümidiyle öğüt veriyoruz.”5 cevabını verirler. 

Neticeyi ise Kur’ân şöyle açıklar: “Kendilerine verilen öğütleri ve uyarıları kulak ardı edip onları bir tarafa bırakınca, içlerinden kötülükleri önlemeye çalışanları kurtarıp o zalimleri fâsıklıkları yüzünden şiddetli bir azaba uğrattık. Şöyle ki: Onlar serkeşlik edip yasakları çiğnemekte ısrar edince onlara: “Hor ve hakir maymunlar haline gelin!” diye emrettik.”6,  “Onları parça parça topluluklar halinde dünyanın her yerine dağıttık. Aralarında iyi kimseler de vardıiyi olmayanlar da. Kötülüklerden dönüş yaparlar diye onları gâh nimetler, gâh musîbetlerle imtihan ettik.”7

Hatta Kur’ân bir başka ayette, “Biz de ona (İbrahim’e), salih kişilerden, üstelik peygamber olacak bir evladı, İshak’ı müjdeledik. Kendisine de İshak’a da feyiz ve bereketler verdik. Onların neslinden gelenler arasında iyi davranan da var, kendi nefsine açıkça zulmeden de!8 buyurur ve Benî İsrail hakkında genelleme yapmanın doğru olmadığını daha açık ve net bir şekilde de ifade eder.

Kur’ân karşısında hepsi aynı tavrı sergilememiştir!

Ehl-i Kitab’ın, Kur’ân ve Allah Resûlü’nün peygamberliği karşısındaki söz, tavır ve davranışları, ayetlerde sık sık dile getirilir, eleştirilir ve uyarılır. Fakat bu ayetlerde de genelleme yapılmaz. Mesela İsra Sûresi’nde, “De ki: ‘İster inanın ona ister inanmayın! Şu bir gerçektir ki daha önce kendilerine ilim verilenlere Kur’ân okununca derhal yüzüstü secdeye kapanırlar.9 Ulu Rabbimizin şanı yücedir! Ne vaad ederse mutlaka gerçekleşir.’ derler. Yine ağlayarak yüzüstü secdeye kapanırlar. İşte Kur’ân, onların saygısını böyle artırır.”10 buyurulur. Müspet tavır sergileyenlerin duruşu, açık bir şekilde ifade edilerek müminlere dengeli bir bakış açısı kazandırılır. 

Hak müdafaa edilirken usulde genelleme yapılmamalıdır!

Medine’ye hicret sonrası Ehl-i Kitab’a mensup bazı kimseler, İslam’a düşmanlık yapmaya başlarlar. Özellikle ileri gelenlerin içlerinde ki haset ve hazımsızlık, kullandıkları nefret ve şiddet dili zamanla farklı sıkıntıları da beraberinde getirir. Bunun üzerine Kur’ân, Ehl-i Kitap ile mücadele adına Müslümanlara, şu tavsiye de bulunur: “Haksızlığa sapıp zulmedenleri hariç, Ehl-i kitab ile en güzel olan şeklin dışında bir tarzda mücadele etmeyin ve onlara şöyle deyin: “Biz hem bize indirilen kitaba hem size indirilen kitaba iman ettik. Bizim İlahımız da sizin İlahınız da bir ve aynı İlahtır ve Biz O’na gönülden teslim olduk.”11

Buna rağmen onlardan bazısı, hoş olmayan söz, tavır ve davranışta bulunursa Müslümanların, onları, af ve hoşgörü karşılamalarını tavsiye eder: “Sırf nefislerinden ileri gelen bir kıskançlık sebebiyle, Ehl-i kitaptan birçok kimse, gerçek kendilerine ayan beyan belli olduktan sonra, sizi imanınızdan uzaklaştırıp kâfir haline çevirmek isterler. Yine de Allah bu husustaki emrini bildirinceye kadar affedin ve hoşgörün! Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.”12 Bu konuda bir başka ayette de sabır ve takva adres gösterilir: “… Sizden önce kendilerine kitap verilen Yahudi ve Hıristiyanların bazısından ve bir de müşriklerin bir kısmından sizi inciten birçok söz işiteceksiniz. Ama siz sabreder ve günahlardan korunursanız, muhakkak ki bu davranış, yapılacak işlerin en değerlisidir.”13

Allah Resûlü’nün verdiği hükme, razı olmayanlar, hepsi değil!

Allah Resûlü, Medine nüfusunun yüzde kırkını teşkil eden Yahudilerle Medine Vesikası’nı imzalar; birlikte huzur ve emniyet içerisinde yaşamanın anayasal zeminini oluşturur. Onlar, kendilerini ilgilendiren meselelerde şeriatlerine göre hareket ederler. Fakat buna rağmen bazı davaları getirip farklı niyetlerle Efendimiz’e sorarlar. Kur’ân, Resûlüllah’tan aldıkları cevap karşısında takındıkları tavrı şöyle açıklar: “Baksana o kendilerine kitaptan bir pay verilenlere! Aralarında hakem olması için Allah’ın kitabına dâvet ediliyorlar da, sonra onlardan bir grup yüz çevirerek dönüp gidiyorlar.”14 Görüldüğü üzere Kur’ân, bu konuda da genelleme yapmaz ve “onlardan bir grup” diyerek hepsinin değil bazılarının verilen hükümden rahatsızlık duyduğunu haber verir.

Ehl-i Kitab’ın tamamı, Müslümanları dinlerinden döndürmeye çalışmaz!

Allah Resûlü, evrensel Kur’ân mesajını tüm insanlığa ulaştırmaya çalışırken muhatapları da boş durmaz hem O’nu engellemeye hem de O’na inananları İslam dininden döndürmeye gayret ederler. Böyle yapanlar arasında Ehl-i Kitab’a mensup kimseler de vardır. Kur’ân onların bu art niyetini ve faaliyetlerini şöyle haber verir: “Ehl-i kitaptan bir kısmı, sizi inancınızdan saptırmak isterler. Halbuki onlar sadece kendilerini saptırırlar da bunun farkına bile varmazlar.”15 “Ehl-i kitaptan bir güruh birbirlerine, şöyle dediler: “Şu Müslümanlara indirilen kitaba günün başlangıcında (zahiren) iman edin, sonunda da inkâr edin, olur ki onlar da şüpheye düşüp dinlerinden dönerler. Ve bir de kendi dininize tâbi olandan başkasına sakın ha güvenmeyin!”16 Sonra da Müslümanları şöyle uyarır: “Ey iman edenler! Eğer Ehl-i kitaptan bir kısmına uyacak olursanız, iyi bilin ki onlar sizi imanınızdan sonra küfre çevirmek isterler.”17

Görüldüğü üzere Kur’ân, Ehl-i Kitab’a mensup insanların Müslümanlar üzerinde yürüttüğü yıkıcı bir faaliyeti haber verirken, “Ehl-i kitaptan bir kısmı, bir güruh” tabirini kullanmakta ve bütün Ehl-i Kitab’ı işin içerisine katmamaktadır. Böylece Müslümanların, onlardan bir kısmının yaptığı kötülüğü, hepsine mal etmeme dersini vermektedir. Bir de bu faaliyetleri yapanlar bazı Yahudiler olmasına rağmen Hristiyanları da içine alan Ehl-i Kitap tabirini kullanıp aynı şeyin onlar için de geçerli olduğu gerçeğine işaret etmektedir.

Ehl-i Kitab’ın hepsi güvenilmez değildir!

Müslümanlar, Medine’de Ehl-i Kitab ile birlikte yaşıyorlardı. Onlar ile münasebete geçmeleri, insanî, ictimaî ya da iktisadî muameleler içerisinde olmaları tabii bir durumdu. Peki onlara güvenebilirler miydi? Kur’ân, bu konuda müminleri bilgilendirirken şöyle buyurur: “Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki kendisine yüklerle altın emanet bıraksan onları sana öder. Ama öylesi de vardır ki, bir altın bile versen başında dikilip durmadıkça onu sana geri vermez…”18

Kur’ân, genelleme yapıp bütün “Ehl-i Kitab, güvenilirdir ya da güvenilmezdir.” demez.  Hatta hemen peşinden gelen ayetlerde “Hakikat öyle değil, kim ahdini yerine getirir ve haramlardan sakınırsa, bilsin ki Allah da o sakınanları sever. Önemsiz bir menfaat karşılığında, Allah’a verdikleri ahdi ve yeminlerini bozanların âhirette hiçbir nasipleri yoktur. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak. Onların yüzlerine bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onların hakkı çok acı bir azaptır.”19 buyurur ve güvenilir olanların yaptıklarının karşılığını mükafat olarak alacağını; güvenilir olmayanların da cezasını göreceklerini haber verir.

Bir başka ayette Yahudilerle alakalı: “İşte o Yahudilerden, verdikleri kesin sözü bozanları, lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimeleri yerlerinden oynatarak tahrif ederler. Kendilerine tebliğ edilen hususlardan pek çoğunu unuttular. Onların pek azı hariç olmak üzere, onlar tarafından devamlı olarak hainlik görürsün. Yine de sen onları affet, aldırma! Çünkü Allah iyilik edenleri sever.”20 buyurur. Burada da genelleme yapıp bütün Yahudileri aynı kategoride değerlendirmez. Daha da ilginci Allah Resûlü’ne, onların kötülerinin yaptıkları karşısında, affı, müsamaha ve hatta iyilik yapmayı tavsiye eder.

Peki onların kendi kaynaklarıyla alakalı verdikleri bilgiler ne kadar güvenilirdir? Kur’ân, “Ehl-i kitaptan bir kısmı da, aslında kitaptan olmadığı halde, Sizin kitaptan zannetmeniz için, Okurken ağızlarını dillerini eğip büker (bazı kelimelerin telâffuzunu değiştirirler). Bir şeyler söyleyip, “Bu Allah tarafındandır.” derler. Halbuki o, Allah tarafından değildir. Bile bile Allah adına yalan uydururlar.”21 buyurur ve benzeri bir üslup kullanır; genelleme yapmaz.

Ehl-i Kitab’ın hepsi, Müslümanlara düşmanlık beslemediği gibi sevgi de hissetmez!

Kur’ân genelleme yapmanın doğru olmadığı bir hususu da sevgi ve düşmanlık noktasında dile getirir ve şöyle buyurur: “Sen, iman edenlere, düşmanlık besleme bakımından onların en şiddetlilerinin Yahudiler ile müşrikler olduğunu görürsün. Müminlere sevgi bakımından en çok yakınlık duyanların ise “Biz Nasâra’yız (Hıristiyan’ız)” diyenler olduğunu görürsün. Bunun sebebi, onlar arasında bilgin keşişlerin ve dünyayı terk etmiş rahiplerin bulunması ve onların kibirlenmemeleridir. Peygambere indirilen Kur’ân’ı dinledikleri vakit, onda âşina oldukları gerçeği bulmaları sebebiyle gözlerinin yaşla dolup taştığını görür ve şöyle dediklerini işitirsin: “İman ettik Rabbena! Bizi de hakka şahitlik edenlerle beraber yaz! Bütün isteğimiz ve umudumuz, Rabbimizin bizi hayırlı insanlar arasına dahil etmesi iken, ne diye Allah’a ve bize gelen bu hakikate iman etmeyelim ki?”22 

Bu ayetinde zahirine bakıp sanki bütün Yahudi ve Müşriklerin, Müslümanlara düşman olduğu kanaatine varılabilir. Fakat buraya kadar zikrettiğimiz ayetlerle bu ayet bir bütün olarak değerlendirildiğinde keza tarihi tecrübeler de dikkate alındığında onların tamamının, düşmanlık beslemediği hemen anlaşılacaktır. Aynı durum Müslümanları seven Hristiyanlar için de geçerlidir. Aynı şekilde yukarda zikredilen ayetler ve tarihi realiteler, Hristiyanların tamamının Müslümanlara sevgi duyduğu genellemesinin önüne geçer. Öyleyse “Bütün Yahudi ve müşrikler, bize düşmandır!” demek de, “Bütün Hristiyanlar, bizi sever!” demek de hatalıdır. 

Kanaatime göre bu ayette dikkatimizi çekmesi gereken nokta, bir kısım Yahudi ve Müşriklerin düşmanlığı meselesi değildir. Zira onların bir kısmının bu düşmanlığı açık ve fiilidir.  Ayette asıl dikkatimizi çekmesi gereken nokta ise bazı Hristiyanların özellikle de din adamlarının da etkisiyle Müslümanları sevmesi meselesidir. Ki devam eden ayette de onların bu duruşlarının karşılıksız kalmayacağı şöyle ifade edilir: “Böyle demelerine mukabil, Allah onları, içinden ırmaklar akan ve ebedî kalacakları cennetlerle ödüllendirdi. İşte iyi hareket edenlerin mükâfatı böyle olur!”23 

Ehl-i Kitab’ın hepsi bir değildir! 

Kur’ân bazı ayet-i kerimeler de ise açık ve net bir şekilde Ehl-i Kitab’ın hepsinin bir olmadığını dile getirir. Üstelik bunu yaparken de Yahudî ve Hristiyan kimliğini içeni alan çatı bir kimliği “Ehl-i Kitab”ı kullanır: “Ehl-i kitabın hepsi bir değildir. Onların içinde öyle dosdoğru bir cemaat vardır ki, Gece saatlerinde Allah’ın âyetlerini okuyarak secdelere kapanırlar. Bunlar Allah’ı ve âhireti tasdik eder, iyilikleri yayar, kötülükleri önler ve hayırlı işlere yarışırcasına koşarlar. İşte onlar salihlerdendirler. Yaptıkları hayır ve iyiliklerden, mükâfatsız kalan bir tek iyilik bile bulunmayacaktır. Allah günahlardan korunan takvâ ehlini pek iyi bilir.”24 

Şu iki ayet de Ehl-i Kitab’ın hepsinin bir olmadığı açıkça ifade etmektedir: “Ehl-i kitap içinde, Allah’a iman ettikleri gibi, Hakkı tazim ederek hem size hem de kendilerine indirilen kitaba inananlar da vardır. Onlar Allah’ın âyetlerini, değersiz bir menfaat karşılığında satmazlar. İşte Rab’leri nezdinde mükâfatları olanlar onlardır. Muhakkak ki Allah hesabı pek çabuk görür.”25, “Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rab’leri tarafından kendilerine indirilen Kur’ân’ın hükümlerini hakkıyla yerine getirselerdi, muhakkak ki yukarıdan yağmur gibi yağan ve yerden biten nimetler içinde kalır, onlardan yerlerdi. Onlardan (Ehl-i kitap’dan) mûtedil bir zümre de vardır, ama onların çoğu pek çirkin işler yapmaktadırlar.”26

Sonuç

Kur’ân ve Sünnet’teki birçok gerçek, tarihte yaşanan olumsuz hadiselere, savaşlara ve nesilden nesile miras bırakılan düşmanlıklara kurban gitmiştir. “Şunlar, düşmandır!” “Bunlar, kötüdür!” ya da “Onların hepsi sakıncalı kimselerdir! Asla dost edinmeyin!” şeklinde kalıp cümleler, genelleme alışkanlığıyla buluşunca aradaki diyalog köprülerini yıkmış ve düşmanlıktan beslenen kesimlere, alan açmıştır. Bu genellemeler, tarihî, edebî ve dinî eserlere konu olmuş; sanat ve sinema dünyasına da yansımıştır. Hal böyle olunca düşmanlık duyguları, farklı kimlikler arasında iyi, mutedil ve makul kimseler de olduğu gerçeğini perdelemiş, bu kimselerle kurulabilecek insanî ilişkilere ve ortak değerler etrafında buluşup insanlığı tehdit eden kötülüklere karşı birlikte mücadele etmeye engel olmuştur. Hatta başkalarına kin ve nefret besleme, dinî ve ahlakî değerleri yaşamanın önüne geçmiştir. 

Eğer kendilerine bakan tarafıyla Müslümanlar, Kur’ân’ı örnek alıp bu genelleme kıskacından kurtulamazlarsa içerde ve dışarda meydana gelen gelişmeler karşısında doğru bir duruş sergileyemezler. Evrensel İslam dinini, farklı kimliklere sunacak kanallar ve yollar bulamazlar. İslam’ın aydınlık yüzüne bulaştırılmaya çalışılan kiri temizleyemezler. İnsanlığın problemlerinin çözümü adına da başkalarıyla aynı masaya oturup katkı sağlayamazlar. Enerjilerini hep genellemenin sebebiyet verdiği, gereksiz tartışmaların peşinde ve boşuna harcarlar. Görüldüğü üzere Kur’ân, Ehl-i Kitab’ı anlatırken genelleme yapmaz. Onların kendi içerisinde iyi olanlarını ayrı tutarak hatta takdir ederek hem onları İslam üzerinde düşünmeye ve hakperestçe davranmaya sevkeder hem de Müslümanlara, bu salih ve mutedil gruplarla irtibata geçmeyi, birlikte hareket etmeyi ders verir.

Not: Kur’ân’ın Ehl-i Kitab’a mensup bazı kimselerle alakalı niçin sert ifadeler kullandığı ve Ehl-i Kitab’a bakışta Allah Resûlü’nün söz ve fiillerinde nasıl bir yol takip ettiği konusu ayrıca ele alınacaktır.

Dipnot:

  1. Bkz. A’râf Sûresi 137-154
  2. A’râf Sûresi 7/159
  3. Bkz. A’râf Sûresi 7/160-163
  4. A’râf Sûresi 7/164
  5. A’râf Sûresi 7/164
  6. A’râf Sûresi 7/165, 166
  7. Ar’âf Sûresi 7/168
  8. Sâffât Sûresi 37/112, 113
  9. Bu âyeti okuyanın veya dinleyenin tilavet secdesi yapması vaciptir.
  10. İsra Sûresi 17/107-109
  11. Ankebut Sûresi 29/46
  12. Bakara Sûresi 2/109
  13. Âl-i İmrân 3/186
  14. Âl-i İmrân Sûresi 3/23
  15. Âl-i İmrân Sûresi 3/69
  16. Âl-i İmrân Sûresi 3/72
  17. Âl-i İmrân Sûresi 3/100
  18. Âl-i İmrân Sûresi 3/75
  19. Âl-i İmrân Sûresi 3/76, 77
  20. Mâide Sûresi 5/13
  21. Âl-i İmrân Sûresi 3/78
  22. Mâide Sûresi 5/82-84
  23. Mâide Sûresi 5/85
  24. Âl-i İmrân Sûresi 113-115
  25. Âl-i İmrân Sûresi 3/199
  26. Mâide Sûresi 5/66
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.