Efendimiz’in (sas) Uhud’da yaşadıkları ve kavmine merhameti

472
Her Şeye Rağmen Merhamet

Bu arada Allah Resûlü’nün miğferi de parçalanmış ve miğferin halkalarından iki tanesi yanaklarına saplanmıştı. Bununla da kalmamış ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Medine’den gidip de Mekke ordusuna katılan Ebû Âmir’in tuzak kurmak için kazdığı kuyulardan birisine düşmüş ve bayılacak gibi olmuştu.

Ashâb-ı kirâm hazretlerini çileden çıkaran manzaralardı bunlar. Hemen Hz. Ali koştu ve mübarek ellerinden tuttu. Bu arada Talha İbn Ubeydullah da çukura inmiş, elindeki mızrağıyla yere dayanıp ondan güç alıyor ve omzuyla destek vererek üzerindeki iki zırhın ağırlığıyla toparlanmakta zorlanan Resûlullah’ın çıkmasına yardım ediyordu. Çok geçmeden iltifat dolu bir söz gelmişti kulağına:

– Bugün Talha, her şeyi hak etti.

O’nun için artık, Uhud’un bütün yorgunluğu gitmiş ve yaşadığı sıkıntıları da unutmuştu. Sürûrundan uçacak gibi olan Hz. Talha, bütün hayatı boyunca yaşamadığı kadar huzurlu bir an yaşıyordu.

Her şeye rağmen Kâinatın İftihar Vesilesi çok mahzun olmuştu; ellerinden tutup onları da sahil-i selamete ulaştırabilmek için hayatını ortaya koyan bir Nebi’ye böyle davranılır mıydı hiç? Bir taraftan yüzünden akıp sakal-ı şeriflerini ıslatan kanları siliyor diğer yandan da:

– Kendilerini sadece Allah’a davet ettiği hâlde peygamberlerinin dişini kırıp başını yaran bir topluluk nasıl iflah olabilir ki, diyordu. Hâlbuki O, onları Allah’a imana davet ediyor, onlarsa O’nu şeytanî yola çağırıyorlardı… O, onları hidâyete davet ediyor, onlar ise O’nu dalâlete davet ediyorlar… O, onları Cennet’e, onlarsa O’nu Cehennem’e çağırıyorlardı.

Ashâb-ı kirâm açısından dayanılmayacak manzaraydı bu; yoluna başlarını koydukları Allah Resûlü’nün yüzünden kanlar süzülüyordu. Yanına yaklaşıp da acısını paylaşanlar, ellerini açıp da O’na bunu reva görenlere beddua etmesini isteyenler vardı:

– Ellerini kaldır da onlar için beddua et yâ Resûlallah, diyorlardı. Rahmet ve şefkat peygamberi Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bu durumda bile ellerini açıp da kendisinden beddua isteyenlere iltifat etmeyecekti. Bir taraftan sakal-ı şerifine doğru süzülen kanları mübarek elleriyle siliyor, diğer yandan da:

– Ben, insanlara lanet etmek için değil, onları rahmete davet için gönderildim, diyordu.

Bu arada, her önemli dönemeçte imdada yetişen Cibril-i Emîn yine gelmiş, insanları iman nimetiyle serfiraz kılıp günahlarını bağışlama veya onlara azabıyla mukabelede bulunma işinin Allah’a ait olduğunun haberini getirmişti.1 Aynı zamanda bu, bugün karşı cephede bile olsalar yarın birçoğunun imanla tanışacaklarının müjdesi anlamına geliyordu. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de zaten bunu istiyordu ve hemen ellerini açtı, başını yarıp dişini kıranlara şöyle dua etmeye başladı:

– Allah’ım! Sen kavmimi bağışla; çünkü onlar bilmiyorlar!

Bu kadar âlicenaplık karşısında Hz. Ömer gibi celaliyle tecelli edenler:

– Anam babam Sana feda olsun yâ Resûlallah, diyeceklerdi. Nûh (aleyhisselâm), “Rabbim! Yeryüzünde kâfirlere rahat yaşama hakkı verme ve onların kökünü kurut!” diye kavmi için beddua etmişken Sen, belin iki büklüm, yüzünden kanlar akıyor ve dişin de kırılmışken yine de onlara hayır duada bulunuyor ve “Allah’ım! Sen kavmimi bağışla; çünkü onlar bilmiyorlar.” buyuruyorsun! Hâlbuki Sen, elini açıp da bir dua ediversen, hiç şüphem yok ki hepimizin kökü kurur ve bir daha da asla iflah olmayız!

Resûlullah farkıydı bu! İnsanlığın elinden tutup onları evc-i kemâlâta ulaştırmak için gelen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), hislerin zirve yaptığı böylesine zorlu dönemeçlerde bile taviz vermiyor, her şeye rağmen sulh ve sükunun yanında yerini alıyordu.

Resûlullah’ın tavrı bu olsa da, ashâb yine kendi üzerine düşeni yerine getirecek ve Allah Resûlü’nün kanını yerde koymayacaktı. O’nu bu hâlde gören ve küplere binen ashâbdan Hâtıb İbn Ebî Beltea:

– Sana bunu kim yaptı yâ Resûlallah, diye soruyordu ısrarla. Yüzünü yarıp dişini kıran kişinin ismini söyledi Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) sessizce:

– Utbe İbn Ebî Vakkâs!

Hâtıb İbn Ebî Beltea kararlıydı ve:

– Peki şimdi o ne tarafa gitti, diye ikinci kez döndü Habîb-i Ekrem’e. O da, Utbe’nin gittiği yeri işaret etti ona. Bunun üzerine, kılıcını kaptığı gibi Utbe’nin peşine düşen Hâtıb İbn Ebî Beltea, çok geçmeden Utbe’nin işini bitirecek ve atıyla birlikte huzura gelecekti. Belki de bu, Resûlullah’a el kaldıran bir şakiden toplumun temizlenmesi ve muhtemel bir felaketten masun kalması anlamına geliyordu. Onun için Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), memnuniyetini ifade sadedinde iki kez ona:

– Allah senden razı olsun, diyecek ve ardından da hayır duada bulunacaktı.

Her Halkaya Bir Diş Feda

Mübarek yüzlerinden sakal-ı şeriflerine doğru süzülen kanları görünce Hz. Ebû Bekir ileri atılmak istedi. Zira onun için, Resûlul­lah’ın vücudundaki bir tele zarar gelmesindense binlerce Ebû Bekir feda edilmeliydi. Ancak aynı fedakârlığı yapacak olan, sadece o değildi. Hz. Ebû Ubeyde ileri atıldı ve:

– Allah için o işi bana bırak, ben çıkarayım, dedi ve ısrar etti. Yaklaştıkça daha çok duygulanıyorlardı; zira Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), yanağına batan halkaların acısıyla kıvranıyordu.

Ebû Ubeyde, büyük bir titizlikle Allah Resûlü’ne yaklaştı. Önce eliyle tutup onları çıkarmak istedi; ancak bunun, Resûlullah’a acı vereceği muhakkaktı ve o da, Efendimiz’in yüzüne yaklaşıp yanağına batan halkaları dişleriyle kavrayıp çıkarmayı denedi. Önce birisini ısırdı ve bütün gücünü toplayarak bir hamlede kendine doğru çekti. Halkalardan birisi çıkmıştı; ancak, onunla birlikte çıkan başka bir şey daha vardı. Ebû Ubeyde’nin dişi de halkayla beraber düşüvermişti!

Onun bu hâlini gören Hz. Ebû Bekir, en azından diğer halkayı da ben çıkarayım diye yeltenecek ve ileri atılacaktı. Ancak Ebû Ubeyde, buna da müsaade etme niyetinde değildi ve Allah’a yemin vererek bu işi de kendisine bırakmasını istedi. Yine önceki gibi dişleriyle halkayı ısırdı ve hızla çekti; halkayla birlikte bir dişi daha düşmüştü.2

Artık Efendimiz’in yüzündeki halkalar çıkarılmıştı. Bu arada Mâlik İbn Sinân, halkaların çıktığı yerden sökün eden kanların yere düşmemesi için dudaklarını Efendimiz’in yüzüne götürdü ve kırbadan su içercesine akan kanı emmeye başladı. Bunu gören Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), taaccüb içinde Hz. Mâlik’e sordu:

– Yoksa sen, kan mı içiyorsun?

– Evet, yâ Resûlallah, dedi. Bunun üzerine:

– Kanı kanımla temas eden kimseye Cehennem ateşi dokunmaz, buyurdu.


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz

Dipnot:

  1. Gelen ayette, “Bu hususta sana ait bir iş yoktur: Allah ister onlara tövbe nasip edip bağışlar, ister nefislerine zulmettikleri için onları cezalandırır.” (Âl-i İmrân, 3/128), deniliyor ve Allah Resûlü’nün dişini kırıp da yüzünü yaralayanların da tevbe edeceklerinin müjdesi veriliyordu. Bkz. Taberî, el-Câmiu’l-Beyân, 7/194; İbn Kesir, Tefsir, 2/114
  2. Hz. Ebû Bekir , ön dişleri olmayan insanlar arasında en sevimli olan kişinin, Ebû Ubeyde olduğunu söylemektedir. Bkz. Tayâlisî, Müsned, 1/3 (6); İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye,  4/34, Sîre, 3/59
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.