Efendimiz’in (sas) elçileri ve karşılıklı sulh arayışları

251
Efendimiz’in Elçileri

Hz. Hırâş gelir gelmez İkrime İbn Ebî Cehil, kılıcını çektiği gibi devenin ayaklarına indiriverdi; o kadar kin ve nefretle doluydu ki neredeyse Hz. Hırâş’ı da öldürecekti. Onun bu kadar öfkeli olduğunu gören Ahâbîş kabileleri hemen müdahale ederek Allah Resûlü’nün elçisini öldürmesine müsaade etmediler ve Hz. Hırâş’ı serbest bırakarak geri gönderdiler. Bunun üzerine Hz. Hırâş da, hemen Allah Resûlü’nün yanına gelerek onlardan gördüğü muameleyi anlattı.

Hadisenin nezaketi her geçen gün daha da artıyordu ve böyle bir zeminde atılacak her adım çok önemliydi. Kureyş çok tedirgindi, düşünmeden hareket ediyor ve fevrî hareketleriyle önü alınmaz sıkıntılara sebep oluyordu.

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, Kureyş’in ileri gelenlerine mesajının net bir şekilde ulaştırılması konusunda kararlıydı; akıl ve vicdanlarına hitap edecek ve Allah rızasından başka hedefi olmayan bu insanlarla Beytullah’ın arasından çekilmelerini söyleyecekti. Bu sefer yanına, Kureyş’e elçi olarak göndermek üzere Hz. Ömer’i çağırdı. Huzura gelip de Efendimiz’in niyetini öğrenen Hz. Ömer:

– Yâ Resûlallah, diyecekti. “Kureyşlilerin canıma kastedeceklerinden endişe ederim; çünkü onlar, benim onlara olan düşmanlığımı iyi bilirler. Hem aralarında beni koruyacak Adiyy oğullarından da kimse yoktur! Ancak buna rağmen, yâ Resûlallah, onlara benim gitmemi istiyorsan, tereddütsüz giderim!”

Elbette ki Hz. Ömer’in endişesi, sadece kendi canıyla ilgili değildi; o gün orada Hz. Ömer gibi bir elçinin öldürülmesi, tereddütsüz savaş sebebiydi ve şartların olgunlaşmadığı bir yerde böyle bir savaşın ne getireceğini kestirmenin de imkânı yoktu. Hz. Ömer’i dinlerken Allah Resûlü de düşünmeye dalmıştı:

– Yâ Resûlallah, diye devam etti Hz. Ömer. “Fakat ben Sana, Kureyş nezdinde benden daha kıymetli ve hatırı sayılır, koruyup kollayacak insanları açısından daha avantajlı ve bağlantıları daha sağlam birisini tavsiye ederim: Osman İbn Afvân.”

Mü’minin feraseti çok önemliydi ve Hz. Ömer’in bu ifadeleri de, serâpâ feraset ve basîret doluydu. Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Osman’ı huzuruna çağırdı:

– Kureyş’e git ve bizim, onlarla savaşmak için değil, sadece umre yapmak için geldiğimizi haber ver! Aynı zamanda onları İslâm’a davet et, diyordu. Hz. Osman’a yüklenen misyon sadece bunlardan ibaret de değildi; yanına yaklaşan Hz. Osman’a, o güne kadar iman edip de bir türlü hicret edemeyen veya hicret sonrasında Mekke’de Müslüman olanların yanına da gitmesini ve onlara, çok yakın bir zamanda yaşanacak fethin haberini vermesini, Allah’ın pek yakında Mekke’de de dinini hakim kılacağını ve bundan böyle kendilerini saklayıp da imanlarını gizleme ihtiyacı hissetmeden ve açıktan dinlerinin gereğini yaşayabileceklerinin müjdesini vermesini söyleyecekti.

Derken Hz. Osman yola çıktı; Beldah’a geldiğinde Kureyşliler karşısına çıktı ve:

– Nereye gidiyorsun, diye sordular. Temkinliydi ve:

– Beni size Resûlullah gönderdi, diye başladı sözlerine. “Sizi İslâm’a ve Allah’a iman etmeye davet ediyorum; ya hepiniz toptan O’nun dinine girersiniz –ki Allah (celle celâluhû), mutlaka dinini üstün kılıp peygamberini de galip getirecektir– ya da O’nun yolundan çekilirsiniz ki, bu durumda O’na karşı koyanlar, siz değil de başkaları olur! Buna göre şâyet Resûlullah mağlup olursa, zaten sizin istediğiniz de budur! Galip gelmesi durumunda ise, tercih size kalmış; ya sizler de diğer insanlar gibi gelir ve İslâm’ı tercih edersiniz, ya da O’na karşı koyarak hep birlikte savaşırsınız! Savaşın sizi ne hâle getirdiğini çok iyi biliyorsunuz; iyice bitkin ve yorgun düştünüz ve önde gelen adamlarınızı da kaybettiniz! Ayrıca Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), savaşmak için değil, yanında işaretlenmiş kurbanlıklarla birlikte sadece umre niyetiyle geldiğini ve onları kurban edince de geri dönüp gideceğini size haber vermemi istedi!”

– Söylediklerini duyduk, diyorlardı. “Ancak bu, asla olmayacak bir husustur; O böyle ansızın üzerimize gelemez! Git ve arkadaşına söyle; asla üzerimize gelemeyecek!”

Kureyş’in kapısını aralamak mümkün gözükmüyordu; daha Kureyş’in ileri gelenlerinden kimseyle görüşemeden ayak takımının tepkileriyle karşılaşmış ve kendisinden beklenilen vazifeyi icra edememişti. Adamları aşmanın imkânı yok gibi görünüyordu ve neredeyse Hz. Osman da geri dönmek üzereydi. Tam bu sırada karşısına Ebân İbn Saîd çıkıverdi; onu görünce önce yanına geldi ve bir müddet hâl hatır sorduktan sonra Hz. Osman’a:

– Ne ihtiyacın varsa çekinmeden söyle, diyordu. Hatta kendi atından inmiş ve onun üzerine Hz. Osman’ın binmesini istiyor, kendisi de onun arkasına biniyordu. Hz. Ömer haklı çıkmıştı; yolların kapanıp da kapıların sürgülendiği yerde eski dostluklar işe yarıyor ve açılmaz gibi duran nice kapılar birden açılıveriyordu! Zira bir taraftan Ebân:

– Sağ ve sola istediğin tarafa git ve sakın kimseden korkma!

Çünkü Saîdoğulları Harem’in en aziz ve şereflileridir, diyor ve Hz. Osman’a emân verdiğini şiirinin diliyle herkese ilan ediyordu.

Öylece Kâbe’ye kadar geldiler ve Hz. Osman, hemen Kureyş’in ileri gelenlerini ziyarete başladı. Teker teker her birine gidiyor ve Resûlullah’ın mesajını ulaştırıyordu. Hepsi de:

– Muhammed, asla üzerimize böyle gelemez, diyor ve kapıları bütünüyle kapatıyorlardı.

Ancak Hz. Osman’ı da dışlayamıyorlardı; ona:

– İstersen sen, gel ve Beytullah’ı tavaf et, diyorlardı. Ancak o:

– Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) tavaf etmedikçe ben de Beytullah’ı tavaf etmem, diyecek ve bu teklifi geri çevirecekti.

Kureyş’in niyeti anlaşılmıştı ve vakit kaybetmeden Hz. Osman, diğer vazifesini de yerine getirmek için, o güne kadar sıkıntıların cenderesinde inim inim inleyip duran mü’min erkek ve kadınların kapısını çalmaya başladı:

– Resûlullah buyuruyor ki, diye başlıyordu sözlerine. Kapılarında Hz. Osman gibi bir sahabîyi görenlerin ve kendilerine Allah Resûlü’nden haber geldiğini duyanların sevincine diyecek yoktu. Bunun için altı yıldır bekleyenler vardı; zira O’nu bulduktan sonra bu kadar ayrılığın hicranı dayanılır gibi değildi! Ancak Hz. Osman, onlara selam getirip kapılarına sadece mücerred ziyaret için gelmemişti. O:

– Sizleri pek yakında kanatlarımın altına alıp koruyacağım ve artık bundan sonra Mekke’de kimse imanını gizleme lüzumu hissetmeyecek, şeklinde Resûlullah’ın müjdesini getirmişti. Zemherîr içinde bahar meltemleri gibi bir müjdeydi bu! Açıktan kendilerini ifade edebilmeyi o kadar arzuluyorlardı ki! Bugün kapılarına Hz. Osman gibi bir elçi geldiğine göre elbette pek yakında bu müjde de gerçekleşirdi; ayrılırken kapılarından:

– Resûlullah’a bizden de selam söyle, diye el sallıyor ve arkasından gözyaşı döküyorlardı.

Hz. Osman’ın bu gayretleri tam üç gün sürecekti.

Karşılıklı Sulh Arıyaşları

Beri tarafta ashâb-ı kirâm hazretleri, elçi olarak giden Hz. Osman’ı merak etmeye başlamışlardı; aralarından bazıları:

– Aramızdan Osman gitti ve Beytullah’a varıp tavafını da yapmıştır, deyince Resûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem), onlara dönmüş ve:

– Bizler burada bekleyip dururken Ben, onun Beytullah’ı tavaf edeceğini sanmıyorum, buyurmuştu. Ashâb:

– Oraya kadar varmışken buna engel olan ne ki, diye sormaya devam ediyordu. Arkadaşını iyi tanıyan Allah Resûlü onlara döndü ve:

– Bu, benim onun hakkındaki zannım; bu durumda bir sene bile orada kalacak olsa yine de biz tavaf etmeden o Kâbe’yi tavaf etmez, dedi.

Ortamın gerginliği sabebiyle Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), geceleri ashâbının nöbet tutmasını istemiş ve Evs İbn Havlî, Abbâd İbn Bişr ile Muhammed İbn Mesleme aralarında münavebeli olarak bu vazifeyi deruhte etmeye başlamışlardı. Efendiler Efendi­si’ne ait bir hassasiyetti bu ve çok geçmeden bunun ne kadar isabetli olduğunu herkes görecekti. Zira Muhammed İbn Mesleme’nin nöbette olduğu sırada, başlarında Mikrez İbn Hafs olduğu hâlde Kureyş’ten elli kadar adam gelmişti ve ashâb-ı kirâmın olduğu yerde tur atıyordu. Zira Kureyş onları, mü’minlerin üzerinde baskı kurmak ve fırsat buldukları takdirde ani bir baskınla onlara büyük bir zarar vermek için göndermişti.

Durumu fark eden Muhammed İbn Mesleme, hemen harekete geçmiş ve Kureyş’in adamlarını esir almıştı; yalnız Mikrez kaçmıştı! Adamları alıp Allah Resûlü’nün yanına getirirken Mikrez de koşar adımlarla Mekke’ye gidip durumdan Kureyş’i haberdar etmişti.

Diğer yandan Kürz İbn Câbir, Abdullah İbn Süheyl, Abdullah İbn Hüzâfe, Umeyr İbn Vehb, Ebu’-Rum İbn Umeyr, Hişâm İbn Âs, Ebû Hâtıb İbn Amr, Abdullah İbn Ebî Ümeyye, Ayyâş İbn Ebî Rebîa ve Hâtıb İbn Ebî Beltea gibi ashâbdan bazıları Allah Resûlü’ne gelerek gizlice Kâbe’ye gitmek istediklerini bildirmiş ve Resûlullah da, ısrarlı talepler karşısında onlara izin vermişti. Ancak Kureyş, onların aralarına geldiğini görünce bundan ciddi rahatsızlık duymuş ve adı geçen ashâb-ı kirâmı esir almıştı.

Muhammed İbn Mesleme’nin kendi adamlarını da esir aldığını öğrenince ortam daha da gerginleşiverdi. Hemen bir grup Kureyşli Hudeybiye’ye koşarak Allah Resûlü ve ashâb-ı kirâmın üzerine taş ve ok yağdırmaya başladı. Ashâb-ı kirâm sürekli tetikte bekliyordu. Bu kargaşa sırasında Kureyş’ten on iki atlı daha esir alınmış, yüksek bir yere çıktığı sırada kendisine ok isabet eden İbn Zenîm de şehit olmuştu.

İki tarafın da savaşmak gibi bir niyeti olmadığı hâlde yeniden savaş kapıya dayanmış görünüyordu; bu durumda çok küçük bir kıvılcım bile büyük yangınları körükleyebilir ve önü alınmaz sonuçlar doğurabilirdi. Onun için Kureyş, oturup aralarında yeni bir durum değerlendirmesi daha yapmaya başladı. Sonuç itibariyle Süheyl İbn Amr, Huveytıb İbn Abdiluzzâ ve Mikrez İbn Hafs’ı Allah Resûlü’ne elçi olarak gönderme kararı aldılar; gelecek ve tansiyonu aşağıya düşürmeye çalışacaklardı.

Süheyl’in uzaktan gelişini gören Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbına döndü ve:

– İşiniz kolaylaştı, buyurdu. İsminden tefe’ül etmişti; zira kelime olarak süheyl, ‘kolaycık’ anlamına geliyordu.

Bu sırada Kureyş’in elçileri de gelmişti, Allah Resûlü’ne yaklaşan Süheyl İbn Amr:

– Yâ Muhammed, diye sesleniyordu. Sesindeki tereddüt, Kureyş’in ruh hâletini yansıtır mahiyetteydi. Anlaşılan Kureyş de anlaşmaktan yanaydı. Üstten bakan hâkim tavır son bulmuştu. Şimdi daha makul seviyede bir görüşme zemini aranıyordu. Şöyle devam etti Süheyl:

– Gerek arkadaşlarının hapsedilmesi, gerekse Seninle savaşa girişenlerin yaptıkları taşkınlık bizim görüşümüzün bir sonucu değil; zaten böyle bir şeyin olacağını bilmiyorduk ve öğrenince de bunları hoş karşılamayıp yapılanların doğru olmadığını söyledik. Onlar, içimizdeki beyinsizlerin ve bir kısım ayak takımının yaptıkları şeyler! Öncelikle Sen, daha önce esir aldığın arkadaşlarımızla sonradan esir alınan yandaşlarımızı serbest bırakıp bize teslim et!

Süheyl’i dinleyen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Sizler Benim ashâbımı bırakmadıkça Ben de, sizin adamlarınızı size teslim edecek değilim, buyurdu. Zira bundan daha tabii bir şey olamazdı; üstelik, Kâbe’ye gidip de Kureyş’in esir aldığı ashâb-ı kirâm, onların adamları gibi taşkınlık da yapmamıştı! Onun için:

– Gerçekten de insaflı davrandın, diyorlardı. Bunun üzerine Süheyl İbn Amr ve yanındakiler, Şüyeym İbn Abdimenâf’ı Ku­reyş’e gönderip on kişilik ashâb-ı kirâmın serbest bırakılarak geri gönderilmesini istediler. Sulh için yeni bir umut daha doğmuştu; Allah Resûlü de ashâbına haber salmış, Kureyş’in adamlarını serbest bırakmalarını istemişti.

Denilenler yapılmış ve Kureyş’in adamları da serbest kalmıştı. Ancak, yola çıkıp da gelirken on sahabeyle birlikte Hz. Osman’ın da şehit edildiği şeklinde gelen son haber, her şeyi bir anda değiştiriverdi; şimdi ortada yeni bir durum vardı ve bütün hesaplar ona göre yapılmalıydı!


Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.