Efendimiz’in (sas) Ehl-i Kitapla Münasebeti

1.211

Hoşgörü, din mensupları arası diyalog, herkese saygı, herkesi kendi konumunda kabul etme düşüncesi ve bunun hayata intikali, bu asırda ortaya çıkmış bir şey değildir. Sadece Medine Vesikası bu gözle incelense; insanın hangi din, hangi ırk, hangi milletten olursa olsun din, hayat, seyahat, teşebbüs ve mülk edinme hakkının olduğunu İnsanlığın İftihar Tablosunun (sallallâhu aleyhi ve sellem) o mübarek sesini yükselterek aleme duyurduğu görülecektir. Bu hakların dokunulmaz ve aynı zamanda mukaddes olduğu Medine Vesikası’nda vardır. Aynı hakikatler başka bir dille, başka bir anlatma üslûbu ve edası ile Veda Hutbesi’nde tekrar edilmiştir.

Medine Vesikası ile Veda Hutbesi arasında yaklaşık on yıl vardır. Demek bu on yılda bir çizgi değişikliği yok; aksine tahşidat ve tahkim vardır. Bu kabuller ne Medine Vesikası’nda, ne de Veda Hutbesi’nde zikredilmekle kalmamış, ağızdan çıkan bu hakikatler aynı zamanda hayat olmuştur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunları bizzat yaşadığı gibi takip eden dönemlerde Raşit Halifeler yaşamış, tabiîn yaşamış, tebe-i tabiîn yaşamıştır. Fetih dönemlerinde, Müslümanlar kilise ve havraları yıkmamış, azınlıkların haklarına dokunmamışlardır ve vicdan hürriyetini kısıtlamamışlardır. Tarihte Müslümanların vesayeti altında yaşayan azınlıklar, kendilerine tanınan bu haklar başka işgal güçleri tarafından ellerinden alındıkları zaman ancak anlamışlardır, Müslümanların kendilerine neler bahşettiklerini.

Fakat şunu da kabullenmek gerekir ki bu hakikatler, 15 asırlık İslam tarihinde her zaman Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Raşid Halifeler’in gözettiği hassasiyet içinde uygulanmamıştır. Uygulanmamış, çünkü işin özünü hazmedemeyen, içine sindiremeyen insanlar üst makamları tutmuş. İslam ile bağdaştıramayacağımız dünyevi düşünceler ön plana çıkmış. Makam sevdası, menfaat duygusu, kabile taassubu ve benzeri nice menfilikler ortaya çıkmış. Buna bağlı olarak gün gelmiş nasslar farklı yorumlamalara konu olmuş. Gün gelmiş bu farklı yorumlar pratiğe yansımış. Dolayısıyla halk tabiriyle ifade edelim İslam adına nice kabalıklar yapılmış. Ama bunlar esasında İslam’ın değil, Müslümanlığı hazmedememiş insanların tavırlarına ait kabalıklardır.

İslâm dini, hoşgörü, diğer din mensuplarıyla diyalog, herkese saygı, herkesi kendi konumunda kabul etme düşüncesi ve bunun hayata intikalini, müntesiplerinin omuzlarına bir vazife ve vecibe olarak yüklüyorsa, bunu ve bu süreci hiç kimse kendine mal edemez. Evet,  o hiç kimsenin şefkatinin ve merhametinin ürünü değildir. Aksine İslam’ın şefkati ve merhametidir.

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) müminler için her hususta rehber olduğu gibi, diğer dinler ve mensuplarıyla diyalogda da rehberdir. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatı, baştan sona hep af ve müsamaha yörüngelidir. Diğer din mensuplarına karşı da, bir insan olmaları itibariyle hep sevgi ve hoşgörü ile muamelede bulunmuştur.

Müsamaha, hoşgörü ve dinler arası diyaloğun kaynağı, dinimizin de kaynağı olan Kur’ân’dır ve bu düşünce coşkun bir ırmak halinde Kur’ân’ın Tebliğcisi Efendimiz’den akıp bize gelmektedir. Bu açıdan müsamaha, hoşgörü ve diyalog, kaynakları itibariyle Kur’ân ve Sünnet’e dayandığından Müslüman’ın tabiî ahlâkıdır.

Engin müsamaha insanı Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Medine’de Ehl-i Kitap‘la iç içe yaşamış, hatta “Müslümanım” dedikleri halde sürekli nifak çıkaran, hemen her yerde temiz vicdanları birbiriyle vuruşturmaya çalışan müfsit ruhlarla bile anlaşma noktaları bulmuş ve onları nazar-ı müsamaha ile bağrına basmıştır. Abdullah b. Übey b. Selûl gibi ömür boyu kendisine düşmanlık içinde bulunan birine bile öldüğünde gömleğini kefen olarak vermiş ve yapılan teklif üzerine cenâze namazını kıldırmayı kabul etmiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer (Radiyallâhu anh), İbn Selûl’ün münâfık olduğunu ve hayatı boyunca Peygamberimize yaptığı kötülükleri birer birer sayarak namazı kıldırmasının ve ona dua etmesinin uygun olmadığını hatırlatmıştır. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Tevbe sûresinin 80. (Onlar için sen ister Allah’tan af dile, ister dileme. Yetmiş kere bile istiğfar etsen, Allah onları asla affetmeyecektir!) âyetine işarette bulunarak: “Rabbim bu hususta beni muhayyer kıldı. Onun için gerekirse 70’ten fazla istiğfarda bulunurum.”1 diyerek cevap verince, Tevbe sûresi 84’cü âyet inerek kesin hükmü verdi: “Onlardan ölen hiçbir kimsenin cenaze namazını kılma ve kabri başında dua etmek üzere durma!” Bu bakımdan, ne O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), ne de O’nun insanlığa sunduğu mesajın eşi ve menendi yoktur. Dolayısıyla ‘Üsve-i Hasene’ (En Güzel Örnek) olan O Kurtuluş Rehberi’ne uymaya çalışanların, O’ndan farklı düşünmeleri de mümkün değildir.

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), Rabb’inden aldığı terbiye ile Müslüman, Hıristiyan veya Yahudi demeden hemen her insana değer vermiştir.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir gün yoldan bir Yahudi cenazesi geçerken ayağa kalkar. O esnada yanında bulunan bir Sahâbî, “Ya Resûlallah, o Yahudi’dir” der. Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiç tavrını bozmadan ve yüz çizgilerini değiştirmeden, zamana “dur ve beni dinle” dedirtecek şu cevabı verir: “Ama bir insan!”2 O’nu bu ölçüler içinde tanımayan müntesiplerinin de, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanlık adına getirdiği evrensel mesajlardan habersiz yaşayan insan hakları savunucularının da kulakları çınlasın! Bu söze ilave edilecek hiç bir şey yoktur ve eğer biz, bu sözün sahibi o şanlı Peygamberin ümmeti isek, O’ndan farklı düşünmemiz de mümkün değildir.

Şimdi de, Peygamber Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke ve özellikle Medine döneminde Hıristiyan ve Yahudilerle olan ilişkilerini ve onlara karşı tutumlarını misalleriyle zikredelim:

a.Peygamber Efendimizin Hristiyanlarla İlişkileri

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah Resûlü sıfatıyla tebliğe başladığı zaman, ilk defa Mekke’de bazı Hıristiyanlarla karşılaşmıştı. Hatta Kendisine vahiy gelmeye başladığı ilk günlerinde Hz. Hatice’yi ve Peygamber Efendimizi teselli eden Varaka b. Nevfel de İncil’in el yazmalarına sahip olan bir Hıristiyan’dı.4

İslâmiyet’in beşiği olan Mekke’de daha başlangıçtan itibaren Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hristiyanlarla ilişkileri, dostane hudutlar içinde başlamıştı. Henüz risâletten üç yıl gibi kısa bir zaman sonra, Bizans’ın İran’a mağlubiyeti, Mekke’de Müslümanları üzmüştü. Çünkü Ehl-i Kitap olan Bizans, Mecûsî İran’a mağlup olmamalıydı. Nitekim Yüce Allah kitap ehli Rumların galip geleceği tesellisini bildiren vahyini göndermişti.5

Peygamberimizin Hicret’ten önce ilk ilgi duyduğu ve Müslümanların hicret etmelerini arzu ettiği Hıristiyan ülke, Habeşistan olmuştur. Allah Resûlü, Mekke müşriklerinin amansız işkenceleri ve tazyikleri karşısında Mekkeli Müslümanların Habeşistan’a hicretlerini arzu etmiş ve bu hislerini şu ifadelerle belirtmiştir. “İsterseniz ve elinizden gelirse, Habeşistan’a iltica ediniz. Zira orada hüküm süren kralın topraklarında kimseye zulüm edilmez. Orası doğru ve emin bir yerdir, Allah Allah (celle celâluhu) âsân edinceye kadar orada kalın.”6

Allah Resûlü’nün bu isteğine, sahabelerinden bir kısmı hemen uymuştu. Bunların içinde Peygamberimizin amcazadesi Hz. Cafer (r.a.) de vardı. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Necâşî (Eshame)’ye hitaben bir tavsiye mektubu yazmıştır. Bu mektupta Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), önce İslâm’ın tevhid inancını, Allah telakkisini ortaya koymuş, sonra İslâm’ın Hz. İsa’ya bakışını belirtmek üzere “Ve tasdik ederim ki, Meryem oğlu İsa, Allah’ın Rûhü’l- Kudüs’ü ve bakire, faziletli, kendisine dokunulmamış Meryem’e bıraktığı kelimesidir. Allah, Âdem’i (a.s.) kendi eliyle yarattığı gibi onu da rûhu ve üflemesiyle yaratmıştır.” demiştir. Ayrıca Necâşî’ye hitaben yazılan mektupta, Necâşî, İslâm’a davet edilmiş, amcazadesi ve beraberindekilere misafirperverlik yapması istenmiştir.7

Necâşî’nin, kendisine gelen heyete söylediği sözler ve yaptığı muâmele ile Peygamber Efendimize yazdığı mektuptan dolayı Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), onun Müslüman olduğu neticesine varmış, Necâşî’nin vefatında Medine’de gıyabî olarak cenaze namazını kıldırmıştır.8

Müslüman-Hıristiyan münasebetleri açısından Mekke devri -yukarıda anlattığımız gibi- çok fazla hareketlilik göstermezken, Medine devrinde Hıristiyan münasebetlerinde bir artış görülmektedir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’de İslâm devletinin temellerini attıktan ve Medine halkını bu devlet yapısı içinde teşkilâtlandırdıktan sonra; komşu kabilelerle birtakım temaslar kurmayı hedef almıştı. Komşu kabilelerle yaptığı anlaşmalar ve savaşlar neticesinde İslâm devletinin güvenliğini iyice sağlamlaştırınca, giriştiği temasları daha da ileri götürmüş ve birtakım devlet ve kabile reislerini İslâm’a davette bulunmuştur. Peygamberimizin, komşu hükümdarlara mektuplarla yaptığı bu İslâm daveti, Bizans’ın Ninova’da İranlıları mutlak bir hezimete uğratışlarından sonraya rastlamaktadır.9

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hıristiyan reislerinden Mısır Mukavkısı’na bir mektup göndermiştir.10 Bu mektupta Allah’ın elçisi, Mukavkıs’ı ve tebaasını İslâm’a davet etmekte ve Âl-i İmrân 64. âyetin muhtevası içinde, Allah’tan başkasına tapmamaya, O’na hiçbir ortak koşmamaya, Allah’ın dışında birbirlerini Rabbler edinmemeye çağırmaktadır.11

Necran Hristiyanları ile İlişkileri

Allah Resûlü’nün hayatında Müslüman-Hristiyan münasebetleri açısından en çok dikkat çeken konu, Necranlı Hristiyanlarla giriştiği birtakım temaslardır. Bilindiği gibi, Arap Yarımadası’nda en çok Hristiyan topluluğunun bulunduğu bölge; Yemen’in Necran’ındaki Mezhiç kabilesinin halkından olan Belharis kabilesinin yaşadığı bölge idi.12

Peygamberimiz, Necran Hristiyanları ile ilgilenmiş, İslâm’ı tebliğ etmek üzere onlara Muğire b. Şu’be’yi göndermişti.

Necran Hristiyanları, Medine’ye altmış kişilik bir heyet gönderdiler. Heyetin başında kendi Midras’larının (Mektep veya Mahkeme) papazı ve reisi olan Ebû Harise b. Alkame, onun âkibi Abdu’l-Mesih ve kervana reislik eden el-Eyhem vardı. Medine’ye ulaşan Necran heyeti, Mescid’de Peygamberimizin huzuruna çıkmışlardı, ibâdet vakitleri geldiği zaman Mescid’de ibâdet etmek istemişler, Ashâb buna itiraz etmekle beraber, Allah Resulü onlara Mescid’i bırakmıştı. Onlar da Şark’a dönerek ibâdetlerini yaptılar.13

Ertesi gün, Allah Resûlü, Necran heyeti adına konuşan dinî liderleri Ebû Hârise ile başkanları Abdu’l-Mesih’i İslâmiyet’i kabule çağırdı. Arada tartışmalar çıktı. Peygamber Efendimiz, nihayet dâvasında haklı olduğunu daha kesin göstermek için emr-i ilâhî gereğince, Necranlıları Mubâhaleye (Lânetleşmeye) davet etmişti. Çünkü yapılan tartışmaların sonu gelmiyordu. Böylece dâvasında haksız olanın üzerine Allah’ın laneti istenecekti. Aslında böyle bir lânetleşme olayına Allah Resûlü’nü davet eden bizzat Cenâb-ı Hak’tı ve bu konuda şöyle buyuruyordu.

“Artık sana ilim geldikten sonra kim seninle onun hakkında çekişirse de ki: Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım. Sonra Allah’a dua ve niyaz edelim de O’nun lânetini yalancıların üstüne okuyalım. Eğer, yine yüz çevirirlerse muhakkak Allah, o fesatçıları hakkıyla bilendir..”14

Allah Resûlü’nün bu Mubâhale teklifi karşısında Necran heyeti, özel müşavere için çekilmişler ve bu müşaverede akib Abdu’l-Mesih: “Ey Hristiyan Cemaati! Hepiniz çok iyi biliyorsunuz ki, Muhammed gönderilmiş bir peygamberdir ve yine biliyorsunuz ki, peygamberlerle lânetleşen bir kavmin zürriyeti kesilir. O’nunla lânetleşmeyi kabul etmeyiniz ve kendisi ile bir antlaşma yaparak dininizde kalınız.” demiştir. Bu görüşe iştirak eden heyet mensupları Peygamberimize gelerek “Ey Ebu’l-Kâsım, seninle lânetleşmemeye karar verdik. Seni kendi dininle baş başa bırakacağız. Biz de kendi dinimize döneceğiz. Bizim hakkımızda istediğin gibi hükmet. Biz sana istediğin şeyi verelim ve seninle antlaşma yapalım. Yalnız bize, ihtilâflarımızı halletmesi için bir Müslüman hâkim gönder.”15 demişlerdir.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), İslâm’ın “Genel Dinî Müsamahasının” bir gereği olarak, Necranlıların tekliflerini kabul etmiş, cizye karşılığında onların can, mal ve din hürriyetlerini garanti ettiği gibi, mabetlerine ve din adamlarına da tam bir dokunulmazlık tanımıştır. Ayrıca ihtilâf konularını halletmek üzere de Ebû Ubeyde’yi vazifelendirmiştir.16

Görülüyor ki Peygamber Efendimiz devrinde Müslüman-Hristiyan ilişkilerinde hâkim olan ruh, yine İslâm’ın genel dinî tutumu içindeki müsamaha ruhudur. Peygamberimizin yazdığı mektuplarda veya Necranlılarla bizzat karşılaşmada Hıristiyanlığa karşı tavrı, onların yanlış itikatlarını bizzat kendilerine duyurmak ve Hak olan inancın tebliğini yapmaktır. Peygamberimizin mubâhale ile hedefi, doğru olduğunu iddia ettikleri yanlış inançları tashih etmek ve onları İslâm’ın açık ve seçik itikat esaslarına çağırmaktır. Ama her şeye rağmen zorlama yoktur. O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), Necranlıları, Mescid-i Nebevî’ye alması, onlara ibadet izni vermesi, kendi dinlerinde kalmak üzere antlaşma isteklerini kabul etmesi, sadece İslâm’ın genel dinî tutumu içindeki müsamaha ruhu ile izah edilebilir.

b.Peygamber Efendimizin Yahudilerle İlişkileri

Ehl-i Kitabın diğer kolunu teşkil eden Yahudiler ile ilk doğrudan ilişkiler Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) 622’de Medine’ye gelişiyle başlamış bulunmaktadır. Müteakiben İslâm devletinin ilk merkezi olacak olan bu şehirde, Arap ve Yahudi kabileleri yaşıyordu ve şehir devleti denebilecek bir idare henüz mevcut değildi.

Peygamber Efendimiz, Muhacir Mekkeli Müslümanlarla yerli Arap ve Yahudiler arasında, karşılıklı hak ve vazifeleri tanzim edecek teşebbüslerde bulunma ihtiyacını duydu. Adliye, eğitim, maliye, askerlik gibi sahâlârda toplumu teşkilatlandırmak gerekiyordu. İşte bu zaruretledir ki, Peygamberimiz, Medine ileri gelenlerini toplayıp şehir devleti nizamnamesi vücuda getirmiştir. Zamanımıza kadar ulaşan bu yazılı metin, aynı zamanda, dünyada bir devletin ortaya koyduğu ilk anayasa olarak kabul edilir.

Elli civarında maddeden oluşan bu yazılı vesikanın pek çok yerinde Yahudiler ele alınmakta, Medineli ve Muhacir Müslümanların onlarla oluşturdukları birliğe, işbu yazılı metnin 2. ve 25. maddelerinde ümmet ismi verilmekte; mesela, 25. maddesinde, Yahudilere ve bunların müttefiklerine tam bir din hürriyeti tanınmış olduğu ifade edilmektedir. Çeşitli ırk ve inançta kimselerin bir idare altında birleşebileceklerinin en güzel örneklerinden birisini işbu Medine şehir devleti teşkil ediyor olsa gerektir.

Allah Resûlü, (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu yeni merkezde idari faaliyetle yetinmedi. Ehl-i Kitapla manevi açıdan da bütünleşme safhasına geçmek istedi. Son üç semavi dinin, esasta bir oldukları gerçeğinden hareketle, kendisine, müşrik hemşehrilerinden daha yakın gördüğü Yahudi ve Hıristiyanları inanç birliğine davet etti, onları İslâm adı altında birleşmeye çağırdı. Zira kendisi, sadece Arapların değil, bütün beşeriyetin Peygamberiydi. Onun risâletine bu bakımdan Ehl-i Kitap da muhatap idi.17 Onları Kur’ân-ı Kerim’in şu ayetiyle davet etti:

“De ki: Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aramızda birleşeceğimiz, müşterek ve âdil şu sözde karar kılalım: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’na hiç bir şeyi şerik koşmayalım, kimimiz kimimizi Allah’ın yanında rab edinmesin. Eğer bu dâveti reddederlerse: Bizim, Allah’ın emirlerine itaat eden müminler olduğumuza şahit olun. deyin.”18

Bu dâvet, Kur’ân’ın, Hristiyanlar başta olarak bütün dinlere yönelttiği evrensel bir çağrıdır. Bunda muhtelif milletlerin, farklı dinlerin, hak bir sözde nasıl birleşebilecekleri ve İslâm’ın insanlık âlemine ne kadar geniş, ne kadar açık bir hidâyet yolu, bir hürriyet kanunu öğrettiği görülmektedir.

Aynı zamanda bu ifadelerde de açıkça görüleceği üzere, Allah Resûlü’nün davetinde asla zorlayıcı bir din telkini söz konusu değildir. Onun vazifesi, Allah’ın hidayetini herkese eşit olarak bildirmek ve doğru yola girmelerini istemektir. Nitekim aynı sûrenin yirminci ayetinde; “O Ehl-i kitapla, kitap ehli olmayan ümmîlere (müşriklere) de ki: “Siz de teslim olup Müslüman olmaya var mısınız?” Eğer hakka teslim olup İslâm’a girerlerse doğru yolu bulmuş olurlar. Yok, eğer yüz çevirirlerse, sana düşen görev, sadece hakkı tebliğdir.” buyurulmaktadır. Bu anlayış içinde Peygamber Efendimiz, Yahudilerin Medine’deki ilim ve adliye merkezi durumunda olan Beytü’l- Midrâs’larına kadar gitmiş onlara: “Ey Yahudi toplumu! İslâm olun, selamet bulursunuz.” demiştir.19 Yahudiler bu teklife kulaklarını tıkadılar ama hiçbir zorlamayla da karşılaşmadılar.

Tarihî bir gerçektir ki, Ehl-i Kitapla tevhitte bütünleşme arzusu her ne kadar bütünüyle gerçekleşmemiş olsa da, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), onlarla hür bir ortamda hoşgörü anlayışı içinde bir arada yaşayabilmenin çarelerini aramak ve bulmaktan katiyen ayrılmamıştır. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kur’ân-ı Kerim’den aldığı emirle, herkesle diyalog kurmaya açık bir Peygamber’di. Bu, Allah kelamının, O’na ve bütün Müslümanlara bu konuda koyduğu bu düstur, daha Mekke devrinde, Ankebût Suresi’nin 46. ayetiyle çizilmiş bulunuyordu:

“Zâlimleri müstesna, Ehl-i Kitapla ancak güzel şekilde mücadele edin ve deyin ki: Bize ve size gönderilen kitaplara bizler inandık. Sizin de, bizim de ilahımız tektir. Bizler O’na teslim olmuş Müslümanlarız.”.

Bu ilahî emre tâbi olarak, başta Allah Resûlü olmak üzere her Müslüman, herkese, inanç farkı gözetmeksizin, saygılı davranmış, hak ve hukuktan ayrılmamıştır. İlk Müslümanların hayatlarında bu zihniyetin sayısız tezahürleri vardır.

Bazı misaller verelim:

Din seçme hürriyetinin ifadesi olan “La ikrâhe fı’d-dîn”  “Dinde zorlama yoktur.” âyetini20 uygulamakta olan Peygamberimiz, 630 senesinde, Müslüman olduklarını bildirmek üzere Medine’ye gelen Hımyer hükümdarının elçilerine şu talimatı vermiştir:

“Bir Yahudi veya bir Hıristiyan, Müslüman oldukları takdirde, müminlerden olurlar (onlarla hukuken eşittirler). Kim Yahudiliğinde veya Hıristiyanlığında kalmak istiyorsa, ona müdahale edilemez.”.21

Bu inanç hürriyeti, sadece manevî sahada kalmadı, hukukî sahada da geçerli oldu. İslâm idaresinde yaşayan, Yahudi, Hıristiyan vs. çeşitli toplumların kendi hukuklarını uygulama hürriyetleri Kur’ân-ı Kerim’in garantisi altında idi. Gayrimüslim cemaatler bazen bunun dışına çıkıyor, kendi aralarındaki ihtilafın çözülmesi için Peygamberimize (sallallâhu aleyhi ve sellem), müracaat ediyorlardı. Bu durumda hâkimlik yapıp yapmaması, Kur’ân-ı Kerim’de Peygamberimizin arzusuna bırakılmış, şayet hüküm vermek isterse, adaletten ayrılmaması, Allah’ın kendisine inzal ettiği ile hükümde bulunması emredilmiştir.22

İlk İslâm devletinin vatandaşları arasında bulunan “zimmîler” denen Ehl-i Kitaba karşı devletin gösterdiği davranışa günümüzde bile gıpta ile bakılabileceği görülmektedir. Gayrimüslimler kendilerinden kaldırılmış vazifelere mukabil, cizye denen vergi ile mükellef tutulmuşlardı. Hz. Ömer’in bu noktada koyduğu hükümlerin ahlakî seviyesi her türlü takdirin üzerindedir.

Cizye, kadınlardan ve çocuklardan, yaşlılardan, fakirlerden, işsizlerden, özürlülerden, ticarî geliri olmayan Kilise mensuplarından alınmıyordu.

İdarî sahanın dışında, Ehl-i Kitabın ibadetine ve mabetlerine gösterilen hoşgörülü davranış, ileriki asırların İslâmî devletlerinde de yaşatılmaya çalışılmıştır. Bugün İslâm ülkelerinde hâlen vazife görmekte olan sayısız Ehl-i Kitap mabedinin bulunuşunu başka sebeplere bağlama imkânı yoktur.

İslâmî kaynaklarla ünsiyeti olanlarca bilindiği üzere, Müslümanların Ehl-i Kitapla ilişkileri, seneler geçtikçe, sosyal hayatın hemen hemen her alanında görünür olmuştur. Bizzat Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), gayrimüslimlerden memur, öğretmen, teknisyen, inşaatçı ve asker olarak istifade etmiştir.

Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanlarla ilişkilerinde temel aldığı değerlerden birisi dürüstlüktür. Bu meziyeti gördüğü kimsenin başka dinden olması, onunla ticarî ilişkilere girmesine engel teşkil etmemiştir. Bizzat kendisi Medineli Yahudi tüccarlardan gıda maddeleri ve borç almıştır. Bir ayette şöyle buyurulmaktadır:

“Ehl-i Kitaptan öylesi vardır ki kendisine yüklerle altın emanet bıraksan onları sana öder. Ama öylesi de vardır ki, bir altın bile versen başında dikilip durmadıkça onu sana geri vermez. Bunun sebebi, onların: ‘Ümmîler hakkında ne yaparsak mubahtır, ondan dolayı sorumlu olmayız.’ demeleridir. Onlar bile bile, Allah hakkında yalan uydururlar.”23

cahiliyedoenemi

Kur’ân-ı Kerim, Ehl-i Kitaba, “kitap ehli olmayanlar” karşısında daima ayrıcalık tanımıştır. Putperestler için yasak kılınan, mesela evlenme ve yemek meselelerinde Ehl-i Kitap imtiyaz sahibi idi. Müslümanlar, Yahudi ve Hıristiyan hanımlarla evlenebiliyorlardı ve bu hanımlar, kendi dinlerini muhafaza etmek ve onun gereğini yapmak hakkına sahiptiler.

Müşriklerden farklı olarak, Ehl-i Kitabın kestiği hayvanların etleri, pişirdikleri yemekler Müslümanlara helaldir.

Kur’ân-ı Kerim’in ışığında Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve arkadaşlarının temellerini attıkları bu yakınlık, hoşgörü ve saygı ortamı tek taraflı kalmamıştır. Ehl-i Kitapla Müslümanlar arasında sevince ve üzüntüye ortak olunduğunu gösteren sayısız davranışlar vardır.

157/774 senesinde, Evzâî isimli büyük İslâm âlimi öldüğü zaman, tarihçi Zehebî’nin kaydettiği üzere cenazesine Müslümanlar, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Kıptiler iştirak etmişlerdir.

İslâm’ın ilk asırlarından aldığımız bu birkaç misal bile, son Peygamberin tebliğ ettiği dinin, bütün insanları kuşatıcı bir rahmet ve adalet kaynağı olduğunu göstermekte yeterlidir. O’nun prensiplerine hakkıyla riayet edildiği devirlerde ulaşılan mutlu hayatın devam edememiş olduğu bir gerçek olmakla beraber, kültürlü ve yüksek ahlaklı nesiller yetiştirilebildiği takdirde, böyle bir geleceğe kavuşmanın hayal olmaktan çıkacağı da şüphesizdir.24


Yazar: Yeni Ümit Dergisi’nden alınmıştır.

Dipnot:

  1. Buhari, Cenâiz 85; Tefsîru Berâe 12; Müslim, Fezâilü’s- Sahâbe 25.
  2. Müslim, Cenâiz 78, 81.
  3. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke’de, vahiy almadığı konularda Mekkeli müşriklere muhalefet ederek, Ehl-i Kitab‘ın davranışlarına uygun hareket etmiştir.3Buhârî, Libâs 70; Müslim, Fedâil 90.

  4. Rûm, 1-5
  5. M. Hamîdullah, İslam Peygamberi, (trcm. Sâlih Tuğ,) Ankara 2003 I,109.
  6. Hamîdullah, el-Vesâikü’s- Siyâsiye, (trcm.Vecdi Akyüz), Kitabevi, İstanbul 1997, s.115; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I,297.
  7. Müslim, Cenâiz 62-67; Tirmizi, Cenâiz 48.
  8. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 308-629.
  9. Hamîdullah, el-Vesâik, s. 94; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I,313-324.
  10. Hamîdullah, el-Vesâik, s. 51.
  11. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 411; M. Fayda, “Hz. Muhammed’in Necranlı Hristiyanlarla Görüşmesi ve Mubâhele”, İlahiyat Fakültesi, İslâm İlimleri dergisi II, Ankara 1975.
  12. İbn Hişam, es-Sire, Beyrut ts., I,573-574; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I,619-620.
  13. Âl-i İmrân, 61
  14. Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut 1985, IV, 103; Vâhidî, Esbâbu’n- Nüzûl, ed-Demâm 1991, s.104; İbn Hişam, es-Sire, I, 583-584; M. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 621.
  15. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I,622.
  16. Bakara, 40-43; Mâide, 19
  17. Âl-i İmrân, 64
  18. Buhari, İ’tisâm 18.
  19. Bakara, 256
  20. İbn Hişâm, es-Sîre, II, 586.
  21. Mâide Süresi; 42,48,49
  22. Âl-i İmrân süresi, 75
  23. Mehmet S. Hatipoğlu Mehmet S. Hatipoğlu, Hoşgörü Açısından Müslümanlar Ve Ehl-i Kitap, yayınlanmamış makale.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.