Edep, Hayatı O’nun (sas) Gibi Yaşamak

478

Edep, dine ait prensipler sayesinde ruhta kazanılan ikinci bir fıtrat veya daha geniş mânâsıyla ruhun dinle bütünleşerek istikrar kazanmasıdır. Ne var ki her din, insanı edepli kılmaz, İslâm edepli kılar. Aslında biz din deyince hemen İslâm dinini kastederiz.

Edep, aynı zamanda ihsan mertebesine ermenin de adıdır. Yani bütün iş ve mükellefiyetlerimizi Allah (celle celâluhu) görüyor ölçüsü altında yapmak ve davranışlarımızda Allah’ı görüyor gibi davranmak; bu da edepte bir ihsan şuurudur.

Daha hususî mânâda edep, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), farz ve vacibin dışındaki davranış ve hareketlerine aynen ittiba ve yaşantıyı O’nun hayatına göre ayarlama ameliyesidir.

Eskiler, bütün bu mânâları kastederek edep hakkında nice cevher gibi sözler söylemişlerdir:

Edepdir kişinin daim libası

Edepsiz insan üryana benzer.

“Edep insan için bir urba, bir elbisedir. Edepli olmayan ise, çıplak demektir.”

Edeb bir tâc imiş Nur-i Hudâ’dan

Giy ol tâcı emin ol her belâdan.

Edep, bir taçtır. O tacı giyen her belâdan kurtulur. Sen de belâlardan emin olmak, kurtulmak istiyorsan daima edepli olmaya çalışmalısın.

Edeb ehl-i ilimden hâlî olmaz

Edebsiz ilim okuyan âlim olmaz.

Edep varsa ilim de var demektir. Fakat edepsiz bir insan kütüphaneler yutsa yine âlim sayılamaz.” Çünkü Yunus’un dediği gibi:

İlim ilim bilmektir

İlim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsin

Ya nice okumaktır.

Kendini keşfedip tanıyamamışsan, okuduğun ilimlerden sana ne fayda!”

Edebi son şekliyle temsil eden Allah Resûlü’dür (sallallâhu aleyhi ve sellem); ister meseleyi terbiye mânâsına ele alalım, isterse söz söyleme gücü ve iktidarı mânâsına; netice değişmez ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hep zirvededir.

Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh) Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) sorar:

-Ey Allah’ın Resûlü! Seni böyle kim edeplendirdi? Cevab verir:

-Beni Rabb’im edeplendirdi ve ne de güzel terbiye etti!..1

Hazreti Ebû Bekir’in kızı ve Efendimiz’in zevcesi, hepimizin de kıyamete ve oradan da ebede kadar anası Hazreti Âişe Validemiz’e (radıyallâhu anhâ) sorulur:

Allah Resûlü’nün ahlâkı nasıldı?

Siz hiç Kur’ân okumadınız mı?Okuduk.” derler. Cevap verir:

O’nun ahlâkı Kur’ân’dı.2

İşte mürebbisi Allah olan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), böyle edebin ufuk noktasındadır. Demek ki edep öğrenmek isteyen O’na bakmalı ve O endam aynasında edebi kendi kametine uygun şekilde seyretmelidir.

Cenâb-ı Hak, O’nu bütün insanlara örnek olacak bir edeple yaratmış, öylece edeplendirmiş ve terbiyeli kılmıştır. Yoksa peygamberlik gibi bir yükün altından nasıl kalkabilirdi… Eğer bu terbiye olmasaydı ve muhalfarz O’ndan da, bizim gibi hatalar meydana gelseydi.. bunlar O’na münhasır kalmayacak; O’nun en küçük hatası milyarlarca insana aksedecekti. Onun içindir ki, Rabbi, O’nu hususî bir terbiye ile terbiye etmiş ve bizler için misal kılmıştı.

Peygamber olmadan önceydi. Kâbe tamir ediliyor ve Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bu işte fiilen çalışıyordu. Zaten O bütün ömrü boyunca hep hayrın ve hayırlı işlerin yanında olmuştu. Amcası Hazreti Abbas (radıyallâhu anh), eteğini omuzuna atmış ve taşın omuzunu zedelemesine mâni olmaya çalışmıştı. Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) omuzu ise iyice zedelenmişti. Hazreti Abbas (radıyallâhu anh) kendi yaptığını Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) de tavsiye etti. Hâlbuki mahrem yerlerinden bir kısmı, böyle yapılınca açılacaktı. Bu tavsiyeye uyan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) eteğini kaldırır kaldırmaz, birden gözüne melek göründü. Dehşetinden yere düştü. Bir daha da görülmesi uygun olmayan yerlerini hayatı boyunca açmadı.3 İşte O, ta işin başında böyle bir teminat altındaydı…

Hayatımda” diyor Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “İki defa düğüne gitmeye niyetlendim. İkisinde de üzerime öyle bir uyku çöktü ki, uyudum kaldım. Her ikisinde de uyandığımda düğünün çoktan bitmiş olduğunu gördüm.4

Bunlar peygamberliğinden önce olan hâdiselerdir. Cenâb-ı Hak O’na hayatının hiçbir devresinde günah işleme fırsatı vermemiştir. Ve bu tamamen Allah Resûlü’ne ait istisnaî bir keyfiyettir.

Nasıl olmasın ki, O’nun daha çocukluğunda (O’na çocuk demekten de utanıyorum. O her zaman kâmildi.) sadrı açılmış ve melekler O’ndaki lümme-i şeytaniyeyi çıkarıp atmışlardı.5

Her insanda var olan ve şeytanın çeşitli oklarına hedef bulunan bu siyah nokta, Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) alınmış ve atılmıştı. Bize vesvese veren, kan damarlarımızda dolaşan şeytan,6 Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) semtine dahi yaklaşamıyordu. Evet O, müstesna bir insandı…

Cenâb-ı Hak O’na peygamberlik öncesi günah işletmediği gibi, daha sonra da günah işletmedi. Ve O, doğduğu gün kadar temiz ve berrak bir hayat yaşayıp öyle gitti. O, edebin tecessüm etmiş şekliydi…

O’nun edebi bütün bir hayatı kucaklamıştı. Nerede ve nasıl hareket ederse işte O, o hususla alâkalı edepti. Meselâ bazen Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) celâllenir, öfkelenir, dalgaları göğe yükselen bir deniz hâline gelirdi. Çünkü orada öyle davranması edepti. Zira ortada bir haksızlık vardır; Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise haksızlığın en amansız düşmanıdır. O, hakkı yerine getirinceye kadar dinme bilmeyen bir öfkeyle kükrerdi. O anda âdeta ormanları velveleye veren aslanlara benzerdi. Fakat, hiçbir zaman kendisine yapılan en büyük haksızlık karşısında dahi yüzünü ekşittiği görülmemişti. Çünkü orada da edep, O’nun öyle davranmasını gerektiriyordu.

Sahabe safları arasında bulunmasına rağmen, henüz bedeviyeti üzerinden atamamış birisi gelmiş, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yakasından tutmuş ve hakkını talep etmişti. Öyle ki, bu şiddetli hırpalamada Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) sert yakalığı, mübarek boyun köklerinde iz meydana getirmişti. Sahabeyi galeyana getiren bu davranışa, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadece buruk bir tebessümle mukabele ediyor ve “Bu adama istediğini verin!”7 demekle yetiniyordu. O’nun müsamahası bu kadar engindi…

Çok seçkin insanların dahi öfkeleneceği ve öfkelenmelerinde de mazur sayılacakları nice yerler vardır ki, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) oralarda dahi müstesna edebini güneş gibi ortaya koymuştu. İşte bunun en çarpıcı misallerinden biri:

Uhud’a gitmeden evvel gördüğü rüya üzerine, Medine’de kalıp müdafaa harbi yapmanın daha uygun olacağına kanaat getirmişti. “O’nun rüyası ki bu vahiy demektir.” O rüyalarında her şeyi apaçık görürdü. Nübüvvetinin ilk altı ayında hep böyle rüyalar görmüştü. Gördüğü rüyalar, o kadar hayatın kendisiyle ayniyet içindeydi ki, akşam gördüklerinin hepsi gündüz bir bir çıkıyordu.8 Uhud’dan evvel de bir rüya görmüş, hatta en yakınlarından birinin orada şehit düşeceğini istinbat etmiş ve rüyanın tevilinde ifade buyurmuşlardı. Ayrıca dışarıya çıkmak ashab arasında bir gedik açacaktı ki, bunu da O, rüyada müşâhede etmişti.

Önce ısrar etti: Medine’den çıkmayalım. Ancak, ashab o kadar coşkun idi ki, sıdk ile İslâm’a hizmet etme düşüncesi emre itaatteki inceliği kavramalarına engel oldu… Evet, onların bu davranışı başka türlü ifadelenemez. Bir yola koyulmuşlardı. O yolda koşarak ölümün üzerine yürümek istiyorlardı. Ve bilhassa Enes İbn-i Nadr gibi, Bedir’de bulunamayışın ızdırabını bir sene sinelerinde hem de yanan bir ocak gibi taşıyanlar, kınından sıyrılmış kılıç gibiydiler. Yalvarıp yakarıyor ve çıkmakta ısrar ediyorlardı.

Burada da Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait ayrı bir içtimaî edebi görüyoruz. O, ashabıyla oturmuş meşveret ediyordu. Meşverette ağır basan görüşe karşı ısrarda bulunmuyordu. Bu da idareciye ait bir edepti. Ayrıca, ısrar etseydi, sahabe mutlaka O’nu dinlerdi, fakat, binde bir dahi olsa muhalefet ihtimali onların mahvına sebebiyet verebilirdi. İşte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ince noktaya da böylece riayet etmiş oluyordu. Çünkü aynı zamanda O, bir şefkat âbidesiydi. Ashabının böyle bir durumda, Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) muhalefet gibi bir hüsrana düşmelerini elbette istemezdi. Bir müddet sonra sahabe de razı oldu. Ancak Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir kere zırhını giymişti. Artık onu çıkaramazdı.

Uhud’a gidildi. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ordunun tanzimini bizzat kendileri yaptılar. O bir erkân-ı harpti. Orduyu en güzel şekilde tanzim etmişti. Nitekim düşman ilk müsademeyle darmaduman olmuş ve kaçışmaya başlamışlardı. Ancak, buradaki stratejiye de muhalefet edilmişti. Yani sahabe yine emir dinlemedeki inceliği tam mânâsıyla yerine getirmedi. Meselâ okçulara, yerleştirdiği yerden ne olursa olsun ayrılmamalarını söylemiş ve şöyle tahşidatta bulunmuştu: “Kartalların, cenazelerimizi kaldırdığını görseniz yine yerinizden ayrılmayın. Bizi ganimet taksim ederken görseniz yine yerinizden ayrılmayın…” Buradaki inceliği de kavrayamadılar ve kendilerince; ihtimal ki bu düşman mukavemetini devam ettirdiği süreceydi, hâlbuki şimdi düşman kaçacak yer arıyor, bizim burada beklememiz beyhude, gidip arkadaşlarımıza yardım edelim… vs. diye düşündüler.

Ve netice herkesin malumu, 69 insan kütükte doğranır gibi doğrandı ve şehit oldu. İçlerinde Hazreti Hamza (radıyallâhu anh) da vardı. Zaten yara almayan kalmamıştı. Bunlardan bir kısmı aldıkları yaranın ızdırabını bütün ömür boyu çektiler. Daha mühimi de İslâm’ın onurunun kırılmış olmasıydı. Bu, Müslümanlar adına alınan en büyük bir yaraydı.

Bütün bu olanlar, aslında, cemaatin lideri durumundaki insanı öfkelendirebilirdi. Normalde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu olanlara canı sıkılır ve hiddetlenebilirdi. Fakat derhal, Allah (celle celâluhu) O’nun geleceğe ait, böyle ihtimal dahilinde işleyebileceği bir hiddet emaresine dahi meydan vermeden, O’nu koruyor, muhafaza ediyor ve O’na şöyle diyordu:

O vakit Allah’tan bir rahmet olarak onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için dua et; (umuma ait) işlerde onlarla istişare et. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah tevekkül sahiplerini sever.9

O öyle saygılı bir insandır ki, Cenâb-ı Hak da O’na böyle ifadelerle hitap etmektedir. Meselâ O’na: “Sen kaba ve öfkeli olma!” demiyor; “Eğer öfkeli ve katı kalbli olsaydın…” ki böyle değilsin, diyor.

Farzımuhal öyle olsaydın onlar senin etrafından dağılır giderlerdi. Onun için sen, onlara o muallâ edebine göre davran; haşin ve sert olma!..

Böylece Cenâb-ı Hak geleceğe ait bir günahın önüne geçiyor ve Habibi’ne günah işletmiyor. Bunu kim için yapıyor? Bir cemaati ilelebet temsil edecek Zât için yapıyor!. O da Kur’ân’ın emrine uymada öyle hassas davranıyor ki, ileride dahi olsa içine gelebilecek şeyler birden gönlünden zail olup gidiyor.

İş bununla da bitmiyor. Cenâb-ı Hak: “Onları affet ve onlar için istiğfar et!” buyuruyor. Çünkü onların da kendi ulviyetlerine gölge düşürecek hareketlerden kaçınmaları gerekir. Onun için onlar namına Allah’tan mağfiret dile.

Bir de, sana muhalefet ettiklerinden ötürü, suçluluk ruh hâletine girdiler. Bu hâl devam ettiği müddetçe kendilerini hep suçlu kabul edecekler. Öyleyse, onları çağır ve hiçbir şey olmamış gibi onlarla yeniden meşveret et…

Cenâb-ı Hak, en kritik anda, bağırıp çağırmanın beklendiği safhada, Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) öyle bir davranışa zorluyor ki, bir taraftan O’nun geleceğe ait günah işlemesine set çekiyor, diğer taraftan da O’na edebin en mükemmelini öğretiyor. İşte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de böyle bir edeple edepleniyor..!

Hazreti Enes anlatıyor: On sene Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) hizmet ettim. -Zaten Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hizmetine girdiğinde de on yaşlarındaydı.- Bir defa dahi, yaptığım bir iş için “Neden yaptın?”, yapmadığım bir iş için de “Neden yapmadın?” dediğini duymadım.10 Hatta bir defasında beni bir işe göndermişti. Sokakta oyuna daldım. Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. Bir ara arkadan birinin kulağımı tuttuğunu hissettim.. döndüm baktım ki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem). Yüzünde yine aynı tebessüm. “Hemen gidiyorum, yâ Resûlallah!” dedim ve koşarak bana verdiği işe gittim.

O, Allah (celle celâluhu) ahlâkıyla ahlâklanmış ve ümmetinin de aynı ahlâkla ahlâklanmasını emir buyurmuştu.11

Bunu öğreneceğimiz iki ana kaynak vardır; onlar da Kur’ân ve edeb-i Resûlullah diyeceğimiz Sünnet.

Edep, eğer farzıyla, vacibiyle, sünnet ve müstehabıyla Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyeleri ve bize bıraktıkları en önemli miras da kendi nurlu yaşayışlarıysa, bizim de o edeple edeplenmemiz bir zaruret ve bir mecburiyettir. Tabiî ki, farzıyla edeplenmek farz; vacibiyle edeplenmek vacip; sünneti ile edeplenmek sünnet ve müstehabıyla edeplenmek de müstehaptır. Çünkü Allah (celle celâluhu) O’nu, bize hayatı öğretmesi için göndermiştir. Biz, yemenin, içmenin, yatmanın ve bütün fıtrî ihtiyaçlarımızı gidermenin edebini hep O’ndan öğrendik. Hekimlik açısından O’nun dediklerinin hikmet yönleri araştırılabilir ve bu tamamen ayrı ve müstakil bir konudur. Biz mevzuu dağıtmamak için, meselenin o yönüne hiç girmeyeceğiz. Burada üzerinde durduğumuz husus, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizlere her şeyin edebini talim ettiği hususudur.

Biz, bu edebe tam riayette bulunur, ferdî, ailevî ve cemiyet hayatımızı hep o edebe göre tanzim edersek, Kur’ân’ı hayatımıza hayat yapmış oluruz. Böylece de sorudaki “Kimlere ve nasıl edepli davranılır?” kısmı kendiliğinden cevaplanmış olur.

Sahabe, Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı çok saygılı ve çok edepliydi. O’nu dinlerlerken sanki başlarında kuş varmış da onu kaçırmak istemiyorlarmış gibi, bir hassasiyet ve titizlik içinde dinlerlerdi.12 O’nu tanıdıkça bu sevgiden kaynaklanan saygıları kökleşiyor ve bilme çapına göre de, saygıları derinlik kazanıyordu.

Ekseriyet itibarıyla O’na soru sormaya cesaret edemezlerdi. Dışarıdan bir yabancının gelip soru sormasını ve verilen cevabı doya doya dinleme fırsatını bulmayı çok arzu ederler ve böyle bir fırsatı dört gözle beklerlerdi. Efendimiz’le (sallallâhu aleyhi ve sellem), şöyle rahat bir iki kelime konuşan sahabi çok azdı. Bu, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlar üzerindeki baskısından ileri gelmiyordu. Belki O’nun mübarek şahsiyetine ait mehâbet, ciddiyet ve vakardan kaynaklanıyordu…

Hudeybiye musalahasında, murahhas, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı ashabın tavrını görünce, başı dönmüş, şaşırmış ve Mekke’ye dönüp şöyle demişti:

“Ben Kisra saraylarında bulundum. Bizans saraylarında misafir oldum ve nice hükümdarlar gördüm. Bunların içinde, zalim ve müstebitler de vardı. Fakat yüreğinden gele gele hiç kimsenin, ümmetinin Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) saygılı olduğu kadar saygılı olduğunu görmedim. Abdest alırken, ağzının suyunu alıyor, tükürürken o suyun tek damlası dahi yere düşmüyor ve bu mübarek damlacıkları kim alıyorsa, kim kapıyorsa yüzüne gözüne sürüyor. -Ah, keşke bulsaydık ve biz de sürseydik. Bilmem ki o pâye bizlere nasip olur mu?- Yüzünden sular aşağıya doğru akarken tek katresini yere damlatmıyorlardı.”13

Dünyayı dirayet ve kiyasetleriyle idare eden bu insanlar arasında öylelerini görüyoruz ki, O’na saygıyla dopdolu ve âdeta kapısında kapıkulu.

Amr İbn-i Âs, dünyanın belli başlı ve en çaplı siyasilerinden biriydi. Vefat edeceği an, telaş içinde bir şey çıkardı ve “Bunu dilimin altına koyun.” dedi. Sordular bu nedir? Cevap verdi: “Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait mûy-i mübarektir.” (Efendimiz’in mübarek kıllarıdır.) O’nunla hesabı rahat vereceğine inanıyordu.

Hayatında hiç mağlubiyet görmemiş ve İslâm’ın hep yüzünü güldürmüş büyük kumandan Halid İbn-i Velid, Akkad’ın tabiriyle “Eşi bulunmaz büyük deha”, bir muharebede başındaki sarık yuvarlanınca sarığına doğru koşar. Askerler arkasından bağırırlar: “Kumandan, düşman saflarına giriyorsun, dikkat et!” O, arkasına dahi bakmadan ve gelecek kılıç darbelerine hiç aldırmadan seslenir: “Hayatın da sözü mü olur? O sarığın içinde Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek kılı var!.”

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onların ruhlarına bu derece işlemişti.

O geldiğinde edeple ayağa kalkar ve O oturmadan da kimse yerine oturmazdı. O, kat’iyen onlardan böyle bir hareket talep etmezdi. Talep şöyle dursun daima ikaz eder ve “Acemlerin ayağa kalktığı gibi siz de ayağa kalkmayın!14 buyururlardı. Ancak her defasında sahabe, içinden gele gele O’na ayağa kalkar ve bunu da sadece bir vazife telakki ederlerdi.

Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh) ile bir Yahudi arasında münakaşa çıkar. Her ikisi de kendi peygamberinin daha üstün olduğunu söyler. Bir ara Yahudi, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında uygunsuz bir laf söyleyince, Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh) sıddîkiyetinin gereği, Yahudiye bir tokat aşkeder. Yahudi, yemez içmez derhal Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna gelerek durumu haber verir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hâdise vesilesiyle ashabına şöyle ferman eder: “Beni, Musa’dan (aleyhisselâm) üstün tutmayınız. Çünkü haşir için sûr üflenince, ilk kalkan ben olacağım. Kalktığımda Hazreti Musa’yı (aleyhisselâm) Arş’ın kaideleri altında yalvarırken bulacağım.. bilemeyeceğim, bu, benden evvel bir haşr u neşir midir, yoksa Tur sâikası bedeli midir?”15

Ve yine Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak O’na hitaben: “Sen hut sahibi Yunus gibi olma!”16 deyince, hemen ashabının aklına bir peygamber hakkında uygunsuz bir düşünce gelmemesi için “Beni, Yunus İbn-i Metta’ya tercih etmeyin!” buyurmuşlardır.

Bu da O’nun, peygamberlere karşı edep ve saygısıydı. Cevher kadrini cevherfüruşân olmayan bilmez. Bizler Hazreti Musa’yı, Hazreti İsa’yı ve diğer bütün peygamberleri nasıl bilip nasıl tanıyacağız! Onları, Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) sormalıdır ki, hakikî cevap alınmış olsun. Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) de onlara sormalı… Onun içindir ki, Hazreti İsa (aleyhisselâm), O’nun geleceğini müjdelemeye beş yüz sene evvel başlamış ve “Geliyor, geliyor; bütün âlemlerin reisi geliyor.”17 diyerek tebşiratta bulunmuştur. Çünkü onlar O’nun büyüklüğünü biliyorlardı. Fakat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de tevazu kanatlarını yerlere kadar seriyor ve biraz evvel naklettiğimiz sözleri söylüyordu…

Evet, bütün bunlar Aleyhissalâtü vesselâm’ın edebiydi. O bu derece mütevazi idi. Tevazu izhar buyurdukça da Cenâb-ı Hak O’nun derecesini yükseltiyordu.18 Yüksele yüksele makam-ı Mahmud’a ulaştı. O makam ki, bir insanın, başkalarına el uzatma makamının doruğudur. Bir hususa dikkat çekmek isterim. Makam-ı Mahmud, en geniş mânâda muhtaçlara el uzatma makamının en zirvesidir. Zaten ta baştan O’na “Muhammed” ve “Ahmed” demişler.. evet O’nun bu makamın sahibi olacağı ta baştan bellidir. İşin başında Cenâb-ı Hak, O’nun bu makamı elde edeceğini bilmiş ve istikbaline bakarak O’na bu isimleri verdirmiştir.

Zaten hiçbir peygambere nasip olmayan pâye yine O’na aittir. Her peygamber Cenâb-ı Hak’la vasıtalı veya vasıtasız konuşmuştur. Ama, hiçbir peygamber, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) serfiraz kılındığı miraçla şereflendirilmemiştir.

Evet, bütün Arş’ı-ferşi velveleye verme, kader kalemlerinin yazışına şahit olma, Cennet ve Cehennem’i gezip görme gibi faziletleri kendinde toplayan tek peygamber, Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz’dir. Ve işte biz de böyle miraçla şereflendirilmiş O peygamberin ümmetiyiz. O, miraç seyahatinden, Rabbimiz’in bir hediyesi olarak bize turfanda bir hediye getirmiştir. Bu hediye namazdır. Namaz da mü’minin miracıdır. Bunu da Cenâb-ı Hak bize en kâmil ve mükemmel mânâda ihsan etmiştir.

Burada edebin müşahhasından yani, Efendimiz’in edebinden bahsediyoruz. Sözün akışını bu noktaya getiren sebep ise, sorudaki “Nasıl”a cevap teşkil etmesidir. Aslında bu meselenin nasılını düşünmeye, hiç gerek bile yoktur. Cevap gayet kısa ve nettir: “Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) kime nasıl davranmış ve nasıl davranılmasını istemişse, işte öyle…” demek yeterlidir.

Durum böyle olunca, insan büyüğüne, mürşidine, muallimine, kumandanına, başındaki âmirine, onlara, kendi hudutları dışında bir pâye vermemek kaydıyla ve onlar da daima hak ölçüsü içinde kaldıkları müddetçe, itaat etmeli, saygı göstermelidir ki, bu da bir edeptir. Ancak edebi tek taraflı düşünmek bir hatadır. Büyüklerin küçüklere ve üsttekilerin de alttakilere karşı bir edep tavrı vardır. Ve zaten hakikî edep bu iki kanadın kendilerine düşen edep vazifesini tam yerine getirmeleriyle mümkündür.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), arkadaşlarıyla beraber yapılması gereken işlerde bizzat aktif olarak çalışırdı. Ev işlerinde de hanımlarına yardım ederdi. Kimseye emr-i vâki yapıp şahsî işlerini gördürmezdi. Belki arkadaşları, O’na ait bir işi yapmak için âdeta birbirleriyle yarışırlardı. Fakat her defasında iş yapmaya ilk teşebbüs O’ndan gelirdi.

Meselâ, bir yolculukta yemek yapılacaktı. Sahabeden biri, “Koyunu kesmek bana ait.” dedi. Diğeri “Yüzmek de bana ait.” deyince, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hemen ayağa kalkıp “Odun toplamak da bana ait.” buyurdular ve odun toplamaya koyuldular.19 Hendek kazımında bizzat bulunduğu, mescit yapımında herkesle beraber kerpiç taşıdığı hepimizin malumudur. O, böyle davrandı ve arkadaşlarını da böyle yetiştirdi. Onun içindir ki, Ebû Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler (radıyallâhu anhüm), müstesna bir titizlikle, kılı kırk yararak, adalet ölçüsünde yaşayabildiler. Bunu onlara, muallim ve mürşitleri olan Allah Resûlü öğretmişti.

Amr İbn-i Âs’ın (radıyallâhu anh) bu mevzuda hassas davranamadığını duyan Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) ona hitaben şiddetli bir dil kullanıyor ve mektubunda şöyle diyordu: “İnsanlar analarından hür olarak doğdular. Ne zamandan beri onları köle olarak kullanıyorsunuz?!..”

Bu ölçüyü bulabilme de onların, Efendimiz’den öğrendikleri edeple mümkün oluyordu.

Demek oluyor ki, günümüzün ve yarının insanının da önünde bir Edep Rehberi vardır. O edebe riayet, ferdin ve cemiyetin kurtuluş beratı olacaktır. Ancak biz, böyle bir sütunda O’nu tafsilatıyla sunamadığımızdan ötürü üzgünüz. Sunmamız da mümkün değildir. İmkân elverirse, bu mevzuu, müstakil bir eserde ele alıp incelemeyi düşünürüz. Burada sadece mevzuun felsefesine küçük bir işarette bulunmuş olduk.

Bunun ötesinde, O’nun giyim, kuşam, yeme-içme, yatma-kalkma gibi günlük yaşantısı, yüzlerce ciltlik eserlerle anlatılmış ve bize kadar da nakledilip gelmiştir. Mevzuun bu kısmını böyle mümtaz eserlere havale ile beraber, son olarak şunu da arz etmek istiyoruz: Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatı, fıtratın ayrılmaz bir parçasıydı. O, hayatı en tabiî hâliyle yaşamıştı. Zaten, her insanın benimseyeceği ideal hayat da işte bu fıtrî ve tabiî hayattır. İnsanlık böyle bir hayatla kurtulacaktır. Sözün başında da dediğimiz gibi, hayatı bütünüyle kuşatan, nizam, intizam ve âhenk bir edeptir. Bu edebin en güzel örneğini de Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) vermiştir…


Yazar: M. Fethullah Gülen/Asrın Getirdiği Tereddütler

Dipnot:

  1. Münâvî, Feyzü’l-Kadir, 1/225; Ali el-Müttakî, Kenzu’l-ummâl, 11/406, 431.
  2. Müslim, müsâfirîn 139.
  3. Buhârî, hac 42; Müslim, hayız 76; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 2/266-267, 283.
  4. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 2/267.
  5. Bkz.: Müslim, iman 261, İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 2/256-257.
  6. Buhârî, ahkâm 21; bed’ü’l-halk 11; itikaf 11,12; Ebû Dâvûd, savm 78; sünnet 17;edeb 81; İbn Mâce, sıyam 65.
  7. Buhârî, farzu’l-humus 19; edeb 68; Müslim, zekât 128.
  8. Bkz.: Buhârî, bed’ü’l-vahy 3; tefsir (96) 1-3; tabir 1; Müslim, iman 252-254.
  9. Âl-i İmrân sûresi, 3/159.
  10. Buhârî, vesâyâ 25; edeb 39; diyât 27; Ebû Dâvûd, edeb 1; Tirmizî, birr 69.
  11. Bkz.: Cürcânî, et-Târifât 1/564; İbn Kayyım el-Cevziyye, Medaricü’s-sâlikîn, 3/241; Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn, 4/306; Gazzâlî, el-Maksadü’l-esnâ, s. 150; el-Bikâî, Masrau’t-tasavvuf, s. 240.
  12. Buhârî, cihad 37; Ebû Dâvûd, tıb 1; Nesâî, cenâiz 81; İbn Mâce, cenâiz 37; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/278.
  13. İbn Hibban, es-Sahih, 11/221; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 7/388.
  14. Ebû Dâvûd, edeb 152; salât 68; İbn Mâce, dua 2; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/252, 256.
  15. Buhârî, husûmât 1; enbiyâ 31; rikâk 43; tefsir (7) 2; diyât 32; tevhid 31; İbn Mâce, zühd 33.
  16. Kalem sûresi, 68/48.
  17. Bkz.: Kitab-ı Mukaddes, Yuhanna, Bâb: 14, 15, 16, 26, 30.
  18. Bkz.: Müslim, birr 69; Tirmizî, birr 82.
  19. Muhammed b. Salih ed-Dımeşkî, Sübülü’l-hüdâ ve’r-reşâd, 7/13.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.