Ebû Lübâbe

648

Muhâsara daha da şiddetlenince Allah Resûlü’ne haber ulaştırarak, istişare edebilmeleri için kendilerine Ebû Lübâbe’yi göndermesini talep ettiler. Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), bunu da kabul etti.

Çok geçmeden Ebû Lübâbe İbn Abdilmünzir, Benî Kurayza yurduna gitti; çoluk çocuk yollara dökülmüş, perişan hâllerini arz edip ağlaşıyor ve şefaat dileniyorlardı. Yürek yakan bir hâlleri vardı; bunu gören Ebû Lübâbe de çok duygulanmıştı. Reisleri Ka’b İbn Esed öne çıktı ve:

– Ey Ebâ Lübâbe, diye seslendi. “Biz seni, özellikle tercih ettik; Muhammed bizim, sadece kendisinin vereceği hükme razı olmamızdan başka bir seçenek kabul etmiyor; ne dersin, O’nun hükmüne rıza gösterelim mi?”

– Evet, diye cevapladı Ebû Lübâbe. Boş bulunmuş ve bunu yaparken de, eliyle boğazını işaret etmiş, bu hareketiyle de, Allah Resûlü’nün vereceği hükmün idam olacağını ilan edivermişti. Bu hareket, onun için büyük bir ihanet anlamına geliyordu; kendisini affedemiyordu. Bin pişman olmuştu; dizlerinin bağı çözülmüş ve gözüne yaşlar yürümüştü! Resûlullah’ın çizdiği çizginin dışına çıktığını ve üzerine vazife olmadığı hâlde boş bir harekette bulunarak affedilmez bir hata işlediğini düşünüyordu!

Herkes Ebû Lübâbe’nin getireceği haberi merak ederken o, Benî Kurayza yurdunda yaptığı bu hareketinin hemen sonrasında, kalenin arkasından çıkarak doğruca Mescid-i Nebevi’ye gelecek ve direklerden birisine kendisini bağlayarak, ölüp gideceği veya yaptığı bu hareketten dolayı affa mazhar olacağı ana kadar da buradan kendisini çözmeyeceğine dair ahdedecekti. Aynı zamanda, Allah ve Resûlü’ne ihanet ettiğini düşündüğü Benî Kurayza yurduna bir daha hiç ayak basmayacağına, oraları bir daha dünya gözüyle görmeyeceğine dair yeminler ediyordu.

Çok geçmeden Ebû Lübâbe’nin haberi mü’minler arasında yayılmış ve Resûlullah’a da ulaşmıştı; şöyle buyurdu Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Allah’ın (celle celâluhû) hakkındaki hükmü vereceği ana kadar onu kendi hâline bırakın; şâyet Bana gelip de durumunu arz etmiş olsaydı ona istiğfarda bulunurdum; ancak o, Bana gelip de durumunu arz etmediğine göre onu kendi hâline bırakın!

İşte tam da bu sırada Cibril-i Emîn gelmiş ve semalar ötesinden Yüce Mevlâ’nın:

– Ey iman edenler! Allah ve Resûlü’ne ihanet etmeyin; bile bile aranızdaki emanetlerinize de ihanet etmeyin,1 şeklindeki mesajını getirmişti. Ebû Lübâbe, âyetteki ifadenin doğrudan kendisine hitap olduğunu düşünüyor ve bunun ezikliğiyle kimsenin yüzüne bakamıyordu.

Artık Ebû Lübâbe yiyip içmiyor ve aff-ı ilâhînin geleceği anı iştiyakla bekliyordu. Altı gün sürecek bu dönemde hanımıyla kızı nöbetleşe yanına geliyor ve sadece abdest alıp da namaz kılabilmesi için iplerini çözüyordu. Ebû Lübâbe, kulluk vazifesini yerine getirir getirmez de yeniden kendisini bağlatıyordu.2 Dünyaya küsmüştü; işitme kaybı başlamış ve gözleri de görmez olmuştu.

Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Ümmü Seleme Validemizin hücresinde bulunduğu bir seher vakti yine Cibril-i Emîn gelmiş ve Ebû Lübâbe gibi kadirşinas insanların Allah katındaki konumlarını bildiren âyeti getirmişti. Şefkat ve merhamet insanı tebessüm ediyordu! O’nun bu hâlini gören Ümmü Seleme Validemiz:

– Yâ Resûlallah, diyecekti. “Allah ömrünü uzun etsin; tebessümünüzün sebebi nedir, niçin gülüyorsunuz?”

– Ebû Lübâbe’nin tevbesi kabul edildi, buyurdu Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). Zira gelen âyette, sürekli iyilik zemininde dolaştıkları hâlde boş bulunduğu sırada iyi olmayanla da buluşan, ancak hemen akabinde hatasını anlayarak tevbe ve istiğfara yönelen kimseler takdir ediliyor ve bunların, gönülden yaptıkları tevbelere Allah’ın, gufran ve merhametle karşılık vereceği anlatılıyordu.3

Samimi bir mü’minin, gönülden Rabbine yönelişi neticesinde affına ferman geldiğine şahit olan Ümmü Seleme validemiz de heyecanlanmıştı:

– Ona bunu hemen haber verelim mi yâ Resûlallah, diye sordu.

– İstiyorsan, evet, diye cevapladı Resûlullah. Bunun üzerine Ümmü Seleme Validemiz, hücresinin dışına çıktı ve:

– Ey Ebâ Lübâbe, diye seslenmeye başladı. “Müjdeler olsun sana! Allah (celle celâluhû) senin tevbeni kabul etti.”

Bu müjdeli haberi duyan herkes Ebû Lübâbe’nin bağlı olduğu direğe doğru koşuyordu; gelecek ve onu direkten çözerek mutluluğunu paylaşacaklardı.

Belli ki o da çok sevinmişti; derin bir murakabe ile Rabbine yönelmiş, samimiyetine lütfedilen bu fermandan dolayı derinden şükran hisleriyle dopdoluydu. Nasıl olmasın ki Allah (celle celâluhû), kendisine ‘kulum’ demiş ve kendisiyle ilgili olarak Resûlü’ne Cibril-i Emîn’i göndermişti. İplerini çözmek isteyenleri görünce:

– Hayır, hayır, diye mukabelede bulundu. “Benim yeminim var; Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) gelinceye kadar beni sakın çözmeyin!”

Bu sırada, sabah namazını kıldırmak için Allah Resûlü de mescide gelmişti; önce Ebû Lübâbe’nin bulunduğu yere geldi ve selam verdi ona; şefkat nazarlarıyla süzüyordu ashâbını! Sözün sükût ettiği yerde gönülden gönüle bir muhabbet vardı seherin aydınlığında ve bir müddet bu hâl devam ettikten sonra Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), bizzat kendisi çözdü Ebû Lübâbe’nin iplerini.

Gelen fermanla birlikte iplerinden de kurtulan Ebû Lübâbe, derin bir iç huzuruyla Nûr Cemâli süzüyordu; sonra şunları söylemeye başladı:

– Yâ Resûlallah! Benim bu tevbemin tamam olabilmesi için önce, bu günaha bulaştığım kavmimin bulunduğu yeri terk edeceğim ve ardından da, malımın tamamını Allah ve Resûlü’ne sadaka olarak verip dünya adına malik olduğum her şeyden kurtulacağım!

Nebiler Serveri, burada da ölçüyü belirleyen olacaktı ve ona:

– Ey Ebâ Lübâbe! Üçte biri yeter, diye seslenecekti.


Yazar: Dr. Reşit HAYLAMAZ/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.

Dipnot:

  1. Enfâl, 8/27
  2. Ebû Lübâbe’nin bağlı kaldığı süre bazı rivâyetlerde on küsur gün, başka bir rivâyette yirmi güne yakın, diğer bir rivâyette ise yirmi beş gün olarak ifade edilmektedir. Bkz. Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 5/9
  3. Bkz. Tevbe, 9/102
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.