Ebrehe’ler kaybetmeye mahkumdur!

989

Habeş Krallığı’nın Yemen valisi Ebrehe el-Eşrem, hem bütün Arap yarımadasına hakim olmak hem de bölgede Hıristiyanlığı yaymak için yoğun çalışmalara başlamıştır. İlk olarak, Araplar’ın her yıl Mekke’ye hac kervanları düzenleyip akın akın Kâbe’yi ziyaret ettiğini gören Ebrehe, bunun önüne geçebilmek için yeni bir proje geliştirir. Bu projeye göre Mekke artık merkezi konumdan çıkarılacak onun yerine San’a şehri konulacaktır. Tabii Mekke’nin bu özel konumunun Kâbe’den kaynaklandığını da çok iyi biliyordu. Bunun üzerine “Mesih’e yemin ederim ki ondan daha hayırlı bir mabed yaptıracağım” diyerek1 San’a’da, büyük bir katedral inşa ettirir.

Ebrehe yeni inşa ettirdiği adeta Mescid-i Dırar diyebileceğimiz bu sahte Kâbe’nin, Beytullah’a tam alternatif olabilmesi için her türlü detayı düşünmüş ve gerekli araştırmayı da yaptırmıştı. Hatta bundan dolayı Kâbe’nin hangi malzemeden yapıldığını, örtüsünün hangi tür kumaş olduğunu ve nerelerden getirildiğini bile sordurmuştu.

Tarihi kaynaklardan öğrendiğimize göre öyle anlaşılıyor ki Ebrehe bu planda yalnız değildi. Bizans imparatoru da bu projesinde onu destekliyor ve teşvik ediyordu. Zira imparator, kendisine kiliseyi inşa edecek ve tezyinatı yapacak özel mimar ve ustaları yollarken diğer taraftan dini hayatı da düzene koyması maksadıyla İskenderiye’deki İtalyan asıllı papaz Gregentius’u da göndermişti. Nitekim Ebrehe, bu istikamette daha sonra papazın hazırladığı yirmi üç maddeden oluşan kanunları da yürürlüğe koymuştu.2

Ebrehe’den özel davet

İnşaat tamamlanıp açılış yapıldıktan sonra Ebrehe, bütün Yemen’e ve yarımadanın iç bölgelerine kadar tanıtım maksatlı misyonerler göndererek bu yeni mabedi ziyaret etmeleri için halkı San’a’ya davet etmişti. Fakat bölge halkı bu girişimi onaylamadığı gibi bu davet de yarımada genelinde ciddi bir tepkiyle karşılanmıştı. Zira Kâbe’ye karşı Hz. İbrahim’den beri asırlardır devam ede gelen bir bağlılık ve hürmet vardı. Böyle kökleşmiş bir inancı, bir emirle veya propagandayla gönüllerden söküp almak ve onun yerine yeni bir kutsal mekan yerleştirmek kolay değildi. Ebrehe, böyle bir hamlenin, yer ve göklerin eksenini değiştirmeye kalkmak kadar muhal bir hamle olduğunun farkında değildi. Ateşle oynuyordu. Nitekim ilk tepki Kinane kabilesine mensup bir kimseden geldi. Kinaneli, San’a’ya giderek kiliseye girdi ve içini pisletdi. Bu davranış, mabede saygısızlıktan öte adeta bir meydan okuma anlamını da taşıyordu. Hiç beklemediği böyle bir tepki ve saygısızlık karşısında öfkelenen Ebrehe, bütün Kinani kabilesinin gelip kiliseyi ziyaret etmesini istedi. Ancak bu konuda kararlı olan Kinani’ler, inançlarına sahip çıkarak onun bu isteğini reddettikleri gibi tepkilerinin dozunu artırarak, Ebrehe’nin gönderdiği elçiyi de öldürdüler.

Kâbe’yi yıkma kararı

Bunun üzerine Ebrehe, bölgede Hıristiyanlığın yayılmasının ve yerleşmesinin önündeki en büyük engelin Kâbe olduğu sonucuna vararak onu yıkmaya karar verdi. Mukatil b. Süleyman’dan gelen bir başka rivayette ise onun Kabe’yi yıkmak üzere harekete geçmesine sebep olarak, Kureyşli bazı gençlerin yaktıkları ateşin, rüzgarın etkisiyle yangına dönüşmesi ve bu olayın kilisenin yanmasına yol açması hadisesi de gösterilir.3 Diğer bir rivayette ise Ebrehe bu sefere, Hıristiyanlığı yaymak şartıyla taç giydirip Mudar’a emir tayin ettiği Muhammed b. Huzafi’nin, Kinane kabilesince öldürülmesini bahane etmiştir.4

Bu konudaki farklı rivayetlerden öyle anlaşılıyor ki aslında Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkma planını tek bir sebebe bağlamak doğru değildir. Çünkü böyle büyük ve geniş bir hamlenin tek bir sebebe bağlanması isabetli gözükmemektedir. Dolayısıyla savaşı kaybettiği zaman Ebrehe için ciddi riskler taşıyan bu planın sadece dini değil siyasi ve ekonomik sebepleri de vardı. Dini açıdan bölgede Hıristiyanlığı yaymayı ve San’a şehrini dini bir merkez haline getirmeyi hedeflemişti. Bununla beraber siyasi açıdan yarımada hakimiyetinin yanı sıra San’a’yı Arap yarımadasının siyasi yönetim merkezine dönüştürmeyi de düşünüyordu. İktisadi açıdan ise Babülmendep üzerinden Kızıl denize hakim olup, Hindistan deniz ticaretini ele geçirerek bölgenin en zengin en güçlü devleti olmayı planlıyordu. Başlangıç itibarıyla Kâbe’yi yıkarak, Kabe’nin kutsallığından kaynaklanan avantajlarını yok edecek ve böylece merkezi San’a’ya kaydırması da kolaylaşacaktı. Tabii bunu başarabilirse Suriye’ye kadar uzanması ve o dönemde Sasaniler’le savaşan Bizans’la bütünleşmesi ve onlara yardım etmesi de mümkün olacaktı.5

Fil ordusu yola çıkıyor

Ebrehe ordusuyla yola çıktığında Yemen eşrafından Zûnefer adlı bir melik, etrafına topladığı kuvvetlerle onu engellemek için savaştıysa da yenilerek esir düştü. Yoluna devam eden Ebrehe, karşısına çıkan Has’am kabilesini de yenerek, reisleri Nüfeyl b. Habib el-Has’ami’yi esir almış, bununla da yetinmeyip onu ve taraftarlarını ikna ederek ordusuna katmıştı. Ebrehe ve ordusu bu galibiyetlerinden aldığı cesaretle Taif’e kadar ilerlemiş ve oraya geldiğinde şehir halkı adına Mes’ud b. Muatteb’le bir görüşme yapmıştır. Mes’ud, Ebrehe’ye karşı durmadığı gibi Lat Mabedi’ne dokunulmamasına karşılık kendilerine tabi olacaklarını da ifade etmişti. Hatta isterlerse bölgede zorluk çekmemeleri için Mekke ve çevresini iyi bilen bir kılavuz tahsis edebileceklerini de söyleyerek katkıda bulunmak istediklerini belirtmişti. Böyle bir rehbere gerçekten ihtiyacı olan Ebrehe onun bu teklifini kabul etmiş ve ordusuna kılavuzluk yapmak üzere Ebu Rigal adlı şahsı yanına almıştı.

Ebrehe ve ordusu Mekke yakınlarında

Taif’lilerin de öncülük etmesiyle Mekke’ye yaklaşan ordu, Beytullah’a 10 km mesafede harem sınırında bulunan Urene Vadisi üzerinde, “Muğammes” denilen bölgede konakladı. Ebrehe, burada vakit kaybetmeden hemen harekete geçerek Habeşli Esved b. Maksud’u bir müfreze ile gönderip Mekke çevresinde otlayan bütün develeri toplatıp ordugaha getirtti. Bu develer arasında Abdülmuttalib’in de 200 devesi de vardı. 6

Diğer taraftan Ebrehe, savaşmadan işi bitirmek istediğini de Mekkelilere ulaştırmak için elçi gönderdi. Karşı çıkmayıp teslimiyet göstermeleri halinde, mal ve can güvenliğine sahip olduklarını bildirdi. İsterse bu konuda Mekke’nin reisiyle de bir görüşme yapabileceklerini de belirtti. Haber Abdulmuttalib’e ulaşınca “Bizim Ebrehe ve ordusuyla çarpışabilecek bir gücümüz yok. Bu ev Allah’ın evidir. Dilerse onu ancak O korur ve koruyacaktır!” diyerek kalkıp Ebrehe ile görüşmeye gitti.

Ebrehe, Mekke’nin reisi sıfatıyla gelen bu şahsı görünce tahtından indi ve yanına geldi. Abdulmuttalib ise ona “Kendisiyle savaşmayacaklarını, sadece gasb edilen develerini geri almak istediğini” bildirdi. Kâbe’ye gelince “Ben onun sahibi değilim. Onun sahibi var. Evini bizatihi kendisi koruyacaktır.” dedi. Ebrehe bu teklifi biraz tuhaf karşıladı. Mekke’ye reis olabilmiş böyle asil bir insanın, Kâbe’yi yıkmaya gelen bir kimseden orayı yıkmamasını değil de develerini geri istemesini anlayamadı. Belki de ‘ne kadar dar görüşlü ve kendi menfaatini düşünen bencil bir lider’ diye içinden geçirdi. Ancak yine de Abdulmuttalib’e develerini geri verdirip, uğurladı.

Develerini alarak Mekke’ye dönen Abdülmuttalib, şehir halkını toplayarak, onları kendisiyle beraber Kâbe’de duaya davet etti. Dualarını bitirdikten sonra da halka, Mekke’yi boşaltıp dağlara çekilmelerini tenbih ederek kendilerini muhtemel bir katliamdan korumalarını söyledi. Mekke halkı, Abdulmuttalib’in ‘Kâbe’yi sahibine bırakarak müdafaa’ stratejisini kabul ederek, yanlarına alabilecek değerli eşyalarını almış ve dualarını yaptıktan sonra da topluca dağlara çekilmişlerdi. Dağa çıkanlardan birisi de hamileliğinin yedinci ayına giren Allah Resûlü’nün annesi Âmine’ydi.

Ordu, Mekke’ye doğru harekete geçiyor

Artık Mekke’ye girmek için önünde hiçbir engel kalmayan Ebrehe, ertesi gün hareket emri verdi. Ordu, fillerle beraber kendinden gayet emin bir şekilde yürüyordu. Muhassir vadisine kadar gelmişlerdi. Ancak filler ansızın durmuştu. Buradan ileriye Mekke’ye doğru bir adım daha atmak istemiyorlardı. Fillerin bu inadına bir türlü anlam veremiyorlardı. Filleri geri çevirdiklerinde ise kaçarcasına gerisin geriye koşuyorlardı. Filler, açıkça sanki “yanlış bir yoldasınız, acilen geri dönün” diyor ve direniyorlardı. Hayvanlar kendi dilinden mesajı onlara çoktan vermişti ama onlar henüz mesajı alıp okuyamamışlardı. Hala onları zorla götürmeye çalışıyorlardı. Hayvanlar bile başlarına neler geleceğini hissetmiş ancak saltanat hırsının kör ettiği kalpler ve dumura uğramış duygular henüz bir şey hissedememişti.

Fil ordusuna karşı, kuş ordusu

İşte tam bu esnada dört bir cihetten gelen bölük bölük kuşlar, biri gagalarında diğer ikisi ayaklarında olmak üzere taşıdıkları nohut tanesi kadar büyüklüğündeki üç adet taşı ordunun üzerine bırakmaya başlamışlardı. Ordu, adeta bombardımana maruz kalmıştı. Kaçabilecekleri ne zaman vardı ne de sığınabilecekleri herhangi bir mekân. Neye uğradıklarını anlayamamış, şaşırıp kalmışlardı. Artık yapabilecekleri hiç bir şey yoktu. Adrese teslim gönderilen bu güdümlü taşlardan kurtulmaları mümkün değildi. Azap inmişti. Taşların isabet ettiği herkes ya yere seriliyor ya da ayakta zor durabilecek hale geliyordu. Ordu tamamen helak edilmişti. Ebrehe gibi kurtulan çok küçük bir azınlık ise ciddi yaralar almıştı. Taşın isabet ettiği herkes ölürken âleme ibret, Ebrehe henüz ölmemişti. Ancak aldığı yaralarla bitkin ve perişandı. San’a’ya kadar ağır yaralı olarak zor ulaşabildi. Çok geçmeden de acılar içinde kıvranarak orada öldü. O, Yarımada hâkimiyeti hırsıyla Kâbe’yi yıkamamıştı ama onu yıkma düşüncesiyle hareket ederek, hem kendi sonunu hem de kurduğu saltanatın yıkılışını hazırlamıştı. Nitekim ölümünden dört yıl gibi kısa bir süre sonra, Yemen’deki saltanatı ve hâkimiyeti de tamamen sona ermişti.

Kur’ân-ı Kerim’de bir sureye isim de olan bu tarihi vaka bize icmali olarak şöyle anlatılmaktadır:

“Rabbinin ‘Ashab-ı fil’e ettiklerini görmedin mi? Onların hile düzenlerini boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sürü sürü kuşları salıverdi. Bunlar onlara pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyorlardı. Derken onları kurt yeniği ekin yaprağına çeviriverdi.”7

Bu olaydan sonra Kureyş kabilesi, Mekke ve Kabe için büyük önem taşıyan Fil vakasını tarih başlangıcı kabul etmiş ve meydana geldiği yılı “amu’l-fil” (Fil yılı) diye adlandırmıştır. Birçok tarihi olayı da buna göre anmış, anlatmış ve tarih düşmüştür. Olayın sadece Kureyşliler tarafından değil çevre kabileler tarafından da çok iyi bilindiğinin ve onlar üzerinde ciddi bir tesir bıraktığının önemli bir delili de bu harikulade olayın gerçekleşmesiyle Kureyş kabilesinin Yarımada genelinde itibar ve şerefinin artması ve “ehlullah” olarak isimlendirilmeleridir.8

Fil vakasını tefekkür

Kur’ân’ı Hakim’in bu vakayı müstakil bir surede ele alarak bize aktarması, olayın üzerinde düşünülüp ciddi dersler çıkarılması gerektiğini de açıkça göstermektedir. Bir tarihi vakayı, tarih olarak okuyup geçerek değil üzerinde iyice tefekkür ederek anlayabilir ve bize verdiği mesajları tam alarak istifade edebiliriz. Bu itibarla fil hadisesiyle şu temel hikmetler hedeflenmiş ve gerçekleşmiştir:

1- Kâbe’nin Allah katındaki değeri bu vakayla yeniden ortaya çıkarılmış ve sadece Arap yarımadasına değil bütün aleme bir kere daha ilan edilmiştir.

2- Her ne kadar Hz. İbrahim’in dini üzere yaşayan “Hanif Kureyşlilerin” ve diğer müşrik kabilelerin Kâbe’ye karşı hürmet ve saygıları varsa da gerçekleşen bu harikulade vakayla da Kâbe’ye olan kabul ve saygıları daha da güçlendirilmiştir. Şüphesi olanların ise adeta şüpheleri giderilmiştir.

3- Ebrehe’nin Kâbe’ye alternatif bir mabed inşa edip onu ziyarete davet ettiğinde Arap yarımadasından kimsenin böyle bir emre veya davete icabet etmemesi gösteriyor ki Beytullah’ın yarımada halkı üzerinde önemli bir tesiri vardı. Hatta bazı kabilelerin canını ortaya koyarak Ebrehe ile onu engellemek için savaşması o toplumda Kâbe’ye karşı duyulan bağlılık ve tazimin derinliğini de açıkça göstermektedir. Kutsallarını korumak için her şeyini kurban edebilmek, asil insanların yaratılışında var olan kıymetli bir duygudur.

4- Allah’ın evi unvanına sahip Kâbe’ye karşı savaş, Allah’a karşı harp ilanıydı. Allah’a karşı harp ilan edenlerin ise asla kazanamayacakları kesindir. Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle; “..Hayatları günah hasadından ibaret suçlulardan, zorlu baskınımız asla geri çevrilmez.”9 Aldulmuttalib’in “Bizim bu orduya karşı koyabilecek gücümüz yok. Beyt ile onu, Allah ile onu baş başa bırakalım!” sözünün arkasında da bu külli hakikatin içselleştirildiği anlaşılmaktadır. Netice de onun dediği gibi olmuş, Kâbe’nin Rabbine karşı savaş açan Ebrehe ve ordusu âleme ibret, görüldüklerinde hiç de önemsenmeyecek kadar zayıf olan kuş ordusuyla helak edilmiştir. Bu hakikat kıyamete kadar da değişmeyecektir.

5- Bazı âlimler fil vakasını nübüvvetin delil ve şahitlerinden saymaktadır ki bu üzerinde durulmaya değer bir konudur. Mesela, bu âlimlerden el-Maverdi’ye göre; “Peygamberimizin doğumu yaklaşınca nübüvvetinin alametleri güzel rayihalar halinde hissedilmeye başlanmış, O’nun doğumuyla gelecek bereketin delilleri de gözükmeye başlamıştı. İşte bu delillerden en büyüğü, en meşhuru ve en açık olanı Fil vakasıdır. Zira o dönemde Âmine, Hz. Muhammed’e hamileydi. Hz. Muhammed, bu vakadan 50 gün sonra doğmuştu. Ebrehe, Mekke’de zafer elde etseydi belki de sadece Kâbe’yi yıkmakla kalmayacak şehir halkının birçoğunu esir alacak ve götürecekti. Yaşanan bu kargaşa ve kaos ortamında Âmine de esir düşecek ve cariye olarak satılacaktı. Yani olaydan 40 yıl sonra peygamber olarak görevlendirilecek Hz. Muhammed, daha anne karnındayken esir düşecek ve köle doğacaktı. Bu yönüyle düşündüğümüzde Allah (celle celaluhu) peygamberini daha doğmadan önce esir düşmekten ve bizce sonu meçhul köleleştirilmekten korumuştur.”10 Bir yönüyle Allah, bu mucizeyle sadece Kâbe’yi değil onun ikizi olan ve doğumu yaklaşan Hz. Muhammed’i de muhafaza etmişti.

6- Mekke’de yaşayan Arap kabileleri ve Kureyşliler dâhil hepsi müşrik birer toplum idiler. İçlerinde hanif dini üzerine yaşayan ve şirkten uzak duran ve bu konuda dikkatli davrananların sayısı çok azdı. İbn Teymiye’nin ifadesiyle; “Kâbe’nin komşuları müşrikti. Hepsi çeşit çeşit putlara tapıyorlardı. Ebrehe ve ordusu ise Hıristiyan yani en azından ehl-i kitap oluşuyla müşriklerden daha hayırlılardı. Dolayısıyla Ebrehe ve ordusu, Mekke’li müşriklerin müdafaası için helak edilmiş olamaz. Bilakis onların helak edilmesinin hikmeti, Kâbe’yi veya daha henüz doğmamış Hz. Muhammed’i ya da her ikisini birden korumaya yöneliktir. Bunlardan hangisi için olursa olsun bu vaka nübüvvetin delilerindendir.”11

7- Şirk bütünüyle Mekke’yi kavurduğu halde Allah (celle celaluhu), Ebrehe’ye, Beytullah’ı yıkıp yağmalama veya mukaddes topraklara hâkim olma imkanını vermedi. Bunun birçok hikmetlerinden bir tanesi de şu olabilir ki: Allah, Kâbe’nin ve onun şahsında Mekke’nin hatta Hicaz coğrafyasının hür ve özgür kalmasını istiyordu. Ta ki kralların tasallutundan ve dünyevi menfaatleri için çarpışanların tuzaklarından uzak kalsın. Ta ki yakında Mekke’de doğacak olan İslam’i akide, hür bir ortamda doğup özgürce boy atıp gelişsin. Hiç bir sultan veya kral onu kendi emeline alet edemesin. İnsanlığa, imanı, tevhidi, ahlakı ve insanlığı getirip hâkim kılmaya çalışan bu dine hiç kimse hâkim olmaya kalkışmasın. Bir yönüyle Cenab-ı Hak, bu mucize ile hem Kâbe’yi hem de tam kırk yıl sonra göndereceği peygamberini ve dinini, zalim meliklerin tasallutundan muhafaza etmiştir. Tabii bu hiçbir beşerin önceden bilemeyeceği bir tedbir ve takdirdi. Çünkü ortada ne gönderilmiş bir peygamber ne de bir din vardı. Ancak beşeriyetin beklediği son Peygamber Hz. Ahmed doğmak üzereydi. Nitekim 50 gün sonra da beklenen nebi dünyaya teşrif buyurmuşlardı. Bu tür mucizevî olaylar onun gelişine zemin ve zihinleri hazırlıyordu.12

Son olarak bu vakadan çıkarılacak önemli bir ders de “Hakiki manada mümini düşmanlarının tuzaklarına karşı koruyacak olan Allah’tır” hakikatidir. Zira Beytullah’a tuzak kurup onu ortadan kaldırmayı planlayanları kudretiyle yerle bir eden Cenab-ı Hakk’ın , dinine, resulüne ve mümin kullarına karşı kurulan komploları boşa çıkarıp onları kurtarması daha da evladır. Peygamberimiz’in bir tavaf anında Beytu’l-Atik’e şu hitaplarının arkasında da bu manayı apaçık sezmek mümkündür: ‘Ey Kabe! Sen ne güzelsin ve senin kokun ne hoştur. Sen ne yücesin. Sen ne kadar da hürmete layıksın. Ancak Muhammed’in hayatı elinde olan Allah’a yemin ederim ki ; Allah katında müminin itibarı senin itibarından daha büyüktür. Onun malına, canına değer vermek gerektiği gibi onun hakkında da daima hayırla hüsnü zan beslenilmelidir.”13 Dolayısıyla Kabe’yi muhafaza eden Allah (c.c), itibarı, şerefi ondan daha büyük olan müminleri ve onların şahsında davasını kıyamete kadar koruyacak ve muhafaza edecektir. Yeryüzünde Kâbe ile remzedilen tevhit hakikatini, Hakkın şahitleri olarak cihan çapında temsil eden kullarını Neo-Ebrehe’lere çiğnetmeyecektir.


Dipnot:

  1. İbn-i Sa’d, Tabakât I/90
  2. Hamidullah, İslam Peygamberi, I/287
  3. İbn Kesir, Tefsîr XV/8659
  4. Taberi, Tarih, I/935
  5. Bkz. Cevad Ali, Mufassal III/517-519
  6. İbn Hişam, Sîre I/48
  7. Fil Suresi, 105/1-5
  8. Bkz. İbn Hişam, Sîre I/57-62
  9. Yusuf Suresi, 12/110
  10. Bkz., El-Maverdi, A’lamu’n-Nubüvvet, s., 185-189
  11. Ebu’l-Abbas Ahmet İbn Halim, el-Cevabu’s-Sahih, 4/122
  12. Ebu Faris, es-Siretu’n-Nebeviyye, 113
  13. İbn Mace, Fiten 2
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.