Birlikte yaşama anayasası: Medine Vesikası

501

Yeni gelinen hicret yurdunda problemler teker teker ele alınıyor ve birer birer çözüme kavuşturuluyordu. Çözüme kavuşturulması gereken bir konu da, Medine’nin nüfus yapısı, etnik dağılımı ve din farklılıkları göz önünde bulundurularak, bu farklı unsurlarla birlikte müşterek bir hayat sürebilmenin şartlarını oluşturmaktı. Zira, o gün için on bin civarında bir nüfusa sahip olan Medine’de, bin beş yüz kadar Müslüman nüfusun yanında, dört bin civarında Yahudi, dört bin beş yüz kadar da Arap müşrik bulunmaktaydı. Öyleyse, bu farklı unsurlar arasındaki ortak paydalar öne çıkarılmalı ve Medine şehri, asgari müşterekler üzerinde ittifak edilerek müşterek paylaşılmalıydı.

Aynı zamanda Medine buna, şiddetle ihtiyaç duyuyordu; zira, yüzyıllarca devam edegelen savaşlarla1 sosyal bağlar zedelenmiş, yeni atkılarla toplumun yeniden örgülenmesine olan ihtiyaç, diğer yerlere nispetle daha belirgin bir şekilde açığa çıkmaktaydı.

Farklı unsurların birbirleriyle savaşları olduğu gibi aynı unsurlar da kendi aralarında barışık değildi; Evs ve Hazreç arasında kavgalar yaşandığı gibi Yahudi kabileleri olan Benî Kaynuka, Benî Nadr ve Benî Kurayza arasında da benzeri problemler kendini gösteriyor ve sosyal hayat, tam bir güvensizlik içinde yürüyordu.

Bu karmaşık ortam, bazen olmadık ittifaklar doğurabiliyor; mesela, Evs kabilesiyle, Benî Nadr ve Benî Kurayza kabileleri bir araya gelip Benî Kaynuka’ya karşı birleşebiliyor; aynı şekilde, Hazreçliler de, Benî Nadr ve Benî Kaynukalılara karşılık Benî Kurayza ile ittifak kurabiliyorlardı.

Medine’de görülemeyen bu bütünlük, şehrin yapısında da kendisini hissettirmişti; her bir kabile, kendi güvenliğini sağlayabilmek için kendine mahsus surlar inşa etmişti ve ancak bu şekilde kendisini güvende hissedebiliyordu. Bunun için Medine’de o gün, tam on üç muhkem sur vardı.

Bu kadar problemin bir araya gelmesi, güven ortamını ortadan kaldırmış ve şehirde ticari hayat durma noktasına gelmişti. Bu durum, dışarıdan gelen tüccarları da endişelendiriyor ve mecbur kalmadıkça Medine’ye uğramıyorlardı.

Hatta denilebilir ki, Medine’de yaşayan unsurlar, bıkkınlık veren bu savaşlara son verip de kendilerini bir masa etrafında buluşturacak harici bir gücün gelmesini arzu eder olmuşlardı. İşte bu beklenti, Efendimiz için iyi bir zemin oluşturuyordu. Bunu ifade ederken Hz. Âişe validemiz de, benzeri olaylara dikkat çekecek ve hicret öncesinde Medine’de yaşanan kaos ortamının, Efendimiz’in gelişine zemin hazırladığını ifade edecekti.2 Ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de, iyi okuduğu bu zemini değerlendirecek; Me­dine’de ahenk ve uyumu temin adına tarafları bir araya getirerek asgari müştereklerde bir anlaşma gerçekleştirecekti.

Bunun için de, öncelikle Medine şehrinin sınırlarını tespit ettirdi; artık bu sınırlar içinde kalan bölge ‘harem’ olarak anılacaktı.

Bunun ardından Medine’de, ilk defa bir nüfus sayımı gerçekleştirildi. Medine, yeniden yapılanıyordu.

Elbette bu yapılanmadan herkes memnun değildi; bilhassa müşrik Araplar, olabildiğince tedirginlik yaşıyor ve Mekke’deki müşriklerin, Muhâcir ve Ensâr’ı kolladıkları için kendilerine de zarar vereceklerini düşünüyorlardı. Zaten Mekkelilerin, yakın zamanda Medine’ye bir sefer düzenleyeceklerine ve ellerinden kaçırdıkları Müslümanları burada kıstırıp bozguna uğratacaklarına dair haberler de duyulmaya başlanmşıtı.

Efendimiz’in tavrı ise, bütün bu endişeleri ortadan kaldırmaya matuftu; Mekke’de olduğu gibi, “Sizin dininiz size, bizim dinimiz de bize.” anlayışını hâkim kılmaya çalışıyor ve kavga etmeden de Medine’yi müşterek paylaşabileceklerinin örneklerini ortaya koyuyordu. Buna göre herkes; dili, dini, ırkı ve milliyeti ne olursa olsun, karşı tarafın inanç ve anlayışlarına saygılı olduğu sürece aynı havayı teneffüs edebilecek ve Medine’de, problemsiz bir hoşgörü ortamı kendiliğinden oluşacak; ne kimse din değiştirmek için zorda kalacak ne de dinî anlayışını yaşarken baskı altında bırakılacaktı. Aynı zamanda bu, kendi düşüncesini özgürce ifade hürriyetini de içeriyor ve düşüncesi ne olursa olsun, anlayışını tebliğ hakkını da beraberinde getiriyordu. Demek ki, kendilerine arz edilen mesele, hâkimiyet değil; katılımı esas alan bir paylaşımı öngörüyordu.

Daha, Medine’ye geldiğinden bu yana sayılı günler geçmesine rağmen Efendiler Efendisi’nin güven ve huzur ortamı kendini hissettirmişti ve bütün taraflarıyla Medine sakinleri, aralarında çıkması muhtemel anlaşmazlıklarda, konuyu çözüme kavuşturma mercii olarak Efendimiz’e müracaât edilmesi gerektiğini müşterek bir talep olarak ortaya koyuyordu.

İlk Anlaşma, Evs ve Hazreç Arasında

Medine’deki ilk anlaşma, Evs ve Hazreç kabileleri arasında yapılacaktı. Bunun için, toplantıya katılanlar, fikirlerini ortaya koyuyor ve uzun müzakereler sonucunda ortaya çıkan hükme saygılı olacaklarını beyan ediyorlardı. Böylelikle, yüzyıllar sonra ilk defa, Evs ve Hazreç arasında kalıcı bir anlaşma yapılıyor ve Ensâr haline gelen iki yapı arasındaki asırlık savaş ortamına son nokta konulmuş olunuyordu.

Bunun için Enes İbn Mâlik’in evinde bir araya gelindi ve yazılı bir anlaşma gerçekleştirildi. Böylelikle, Müslüman olan Evs ve Hazreç’le yapılan bu anlaşmaya, Müslüman olmayan Araplar da ‘mevâli’ statüsünde dahil olmuş; Evs ve Hazreç’e tâbi olarak anlaşmaya imza koymuş kabul ediliyordu. Hatta bu durum, daha sonraları ortaya çıkan savaş durumlarında bile göz önünde bulundurulacak ve bugün anlaşma yapan ve bu anlaşmaya sadık kalanlar, Tevbe suresinde anlatılan savaş ültimatomundan istisna edileceklerdir.3

Yazılı bir mutabakat içeren anlaşmada şöyle deniliyordu:

– Bismillahirrahmanirrahim.

Bu anlaşma, Nebi olan Muhammed tarafından, Kureyş ve Yesrib’deki Müslüman ve mü’minler; onlara tâbi statüdeki diğer insanlarla, daha sonra da gelip aynı şartları kabul edenler ve ortak savunma konusunda müşterek hareket edenler arasında gerçekleşen bir anlaşmadır. Bunların hepsi, diğer insanlar karşısında tek bir ümmettir.

Bu giriş cümlesinin sonrasında Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), önce Muhâcirleri zikrettikten sonra Benî Avf, Benî Sâide, Benî Hâris, Benî Cüşem, Benî Neccâr, Benî Amr, Benî Nebît ve Benî Evs kabilelerinin isimlerini de kayda geçirerek her biri, kendi aralarında âdet olduğu vechile, kan diyetlerini ödemeye iştirak edecekler; harp esirlerinin kurtuluş fidyelerini de, mü’minler arasındaki maruf, adalet ve makul esaslara göre ödemeyi kabul edeceklerdir. Yine bütün kabileler, iyi ve güzel olanı toplumda yaygınlaştırmada, kötü ve çirkin olanı da ortadan kaldırmada gayret sarfedecek ve böylelikle toplumda, fazilet ve adalet esasına dayalı, olumsuzlukları gizlemeyen ve suç sahibi hangi anlayıştan olursa olsun cezâî müeyyidenin uygulanmasında müşterek hareket eden bir anlayış gelişecektir. En nihayetinde, şayet bir anlaşmazlık vukû bulursa, bu durumda da Allah’ın ve O’nun Resûlü Hz. Muhammed’in vereceği hükme rıza gösterilerek mesele çözüme kavuşturulmuş olacaktır.4

İkinci Anlaşma, Yahudilerle

Evs ve Hazreç arasındaki anlaşma tamamlandıktan sonra sıra, Medine’deki en önemli yapı olan ve nüfusun % 40 gibi önemli bir bölümünü oluşturan Yahudilerle de benzeri bir mutabakatın sağlanmasına gelmişti. Bunun için Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Yahudi kabilelerinin önde gelenleriyle Binti Hâris’in evinde bir araya geldi. Uzun görüşmeler sonunda, hemen her konuda mutabakat sağlanmış ve sıra, bunların madde madde yazıya aktarımına gelmişti. Özetle metinde şunlar yer alıyordu:

Yahudiler de, savaş tehlikesine karşı, aynen Müslümanlar gibi maddi katkı sağlayacak; Benî Avf, Benî Neccâr, Benî Sa’lebe ve onların bir kolu olan Cefne, Benî Sâide, Benî Cüşem, Benî Evs ve Benî Şutaybe kabilelerinden her birisi de, kendi dinî anlayışlarını rahat bir zeminde yaşayabildikleri gibi Müslümanlar da aynı özgürlük içinde dinî hayatlarını rahatlıkla ifa edebileceklerdi. Bu durum, her bir yapının alt kolu olan kabilecikler için de söz konusuydu ve onların tamamı, bu kabilelerin çatısı altında temsil ediliyorlardı.

Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) izni olmadıkça hiçbir Yahudi kabilesi, Müslümanlarla birlikte savaşa katılamayacak; herhangi bir savaş halinde yardımlaşma esas olacak ve her bir unsur kendi savaş giderlerini bizzat kendisi karşılayacaktır. Kimse, karşı tarafa zarar veremeyecek; taraflardan zulme maruz kalana diğerleri yardımcı olacaktır. Ne Kureyşliler ve ne de onlarla ortaklık kuranlara kapı aralanacak, himaye altına alınacaktır. Medine, müşterek koruma altına alınacak ve savunmada yardımlaşma bir esas olacaktır.

Herkesin, kendi payına düşen mıntıkadan sorumlu olduğunun da altı çizilen bu anlaşmaya göre yine, din konusunda yaşanması muhtemel savaşlar, bu maddelerin haricinde tutulmuştur.

Anlaşmaya göre, Yahudilere sığınan kimseler de aynen bu Yahudiler gibi muamele görecek; ancak bütün bunlar, haksız yere bir adamı öldüren veya yaralayan kimselerin de saklanıp gizlenmesine sebep olmayacak, suç işleyenler gerekli cezai müeyyideye çarptırılacaklardır.

Yine bu anlaşmaya göre, ortaya konulan prensiplere mutlaka riayet edilecek ve aykırı bir davranış içine asla girilmeyecektir. Müslümanlar, Allah kelamı Kur’ân hükümlerine göre meselelerini çözüme kavuşturduğu gibi Yahudiler de, kendi kitapları olan Tevrat’ın ahkâmına göre aralarında hükmedecek ve kimse, bir diğerinin dini anlayışına müdahale etmeyecektir. Şayet, buna rağmen uygulamada bir ihtilaf vuku bulursa yine bu, Allah’ın emirlerine ve O’nun Resûlü Hz. Muhammed’in hakemliğine başvurularak çözüme kavuşturulacaktır.5

Anlaşma metninden anlaşıldığına göre o gün Medine’de, irili-ufaklı on bir Yahudi kabilesi bulunmakta ve bu kabilelerin hemen hepsi de, Efendimiz’le yapılan anlaşmayı imzalamıştır.

Yeni geldiği bir şehirde ve nüfusun ancak % 15’ine sahip olduğu halde Allah Resûlü’nün böylesine bir konum elde etmesi, hiç şüphesiz O’nun fetanetinin bir buududur. Sosyal şartları çok iyi değerlendirmiş ve hâkimiyet esasını öne çıkarma yerine, paylaşma ortak paydasında tarafları bir araya getirerek müşterek bir pakt kurmuştur. O’nun bu gayreti, aynı zamanda tarih açısından da büyük önem taşımaktadır; zira, böyle bir anlaşma metninin ortaya çıkışı ve taraflar arasında bir nevi anayasa statüsünde hükümlerin konulması, o gün açısından henüz, tarihin şahit olmadığı bir gelişmedir.


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz

Dipnot:

  1. Evs ve Hazreç arasında cereyan eden Buas Savaşlarının, yüz yirmi yıl devam ettiği bilinmektedir. Halbuki bu iki kabile, Benû Kayle kökeninde birleşiyor ve temelde birbirleriyle akraba oluyordu.
  2. Bkz. Buhâri, Sahîh, 3/1377 (3566)
  3. Bkz. Tevbe, 9/4
  4. Bkz. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 3/224; Hamidullah, İslâm Peygamberi, 1/206 vd. Ayrıca, bu anlaşmanın Türkçe tam metni ve o günkü sosyal şartlar açısından taşıdığı mana için bkz. Bulaç, Ali, Medine Vesikası, Yeni Ümit, Yıl: 17, Sayı: 68, s. 47 vd.
  5. Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 3/31-35; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, 1/206 vd.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.