Müezzinimiz Bilal-i Habeşî

869

Bilal-i Habeşî, insanların boyunlarına tasmalar takılıp çarşı-pazarda köle niyetine satıldığı talihsiz bir dönemde Mekke’de dünyaya gelmişti. Aslen Habeşli idi. Anne babası da köle olan Bilal’in, ne yaşadığı gününde bir hakkı, ne de geleceği ile ilgili plânları vardı. Olamazdı da..! Zira, onun hayatı, efendisinin lütfundan ibaretti..! Güttüğü hayvanlarıyla eş tutulduğu anlar, adam yerine konulup lütufta bulunulduğu en kıymetli zamanlarıydı O’nun..!

Bulunduğu evde Rasûlullah’a karşı bitmek tükenmek bilmeyen bir kin, her defasında açığa çıkan bir nefret vardı. Sürekli komplolar kurulur, davasından vazgeçirmek için akla hayale gelmedik tuzaklardan bahsedilirdi. Hoşuna gitmese de Bilal’in, akışı değiştirmeye ne gücü, ne de yetkisi vardı. Kendisi için çizilen çizginin dışına çıkamaz, genelde efendisinin deve ve koyunlarını otlatır, kendi halinde, çileli bir hayat yaşardı. İslâm gelip elinden tutmasaydı, öyle de devam edecek ve bir köle olarak noktaladığı hayatı unutulup gidecekti.

Kim ne derse desin Bilal-i Habeşi, gerçek sahibini, gönlünün sultanını bulmuştu ve bir daha da O’ndan hiç ayrılmayacaktı. Zira Bilal, artık Hakka uyanmıştı. Hem de nice hürlerden önce..! Kullara kulluktan kurtulmuş, O’nun elçisine de gönlünü kaptırmıştı. Birinci, ikinci, üçüncü gün derken, Ebû Cehil, durumun farkına varmış ve böylelikle Bilal için daha zor, daha da çetin günler başlamıştı.

Nurun perde altında yayıldığı sırlı bu ilk günlerde, imanını ilân etmek bir cesaret isterdi ve bu cesareti gösteren yedi kişiden biri de Bilal’di. Kâbe’deki putlara söz söyleyip hakaret ettiği görülünce bir gün, hakkında söylentiler yayılmış ve amansız bir takip başlamıştı. Sahibini sıkıştırdılar. Efendisinin bir köle için riske girmeye hiç niyeti yoku. Zaten Bilal de, kölelerinden bir köleydi. Minnetsizdi ve, ‘Alın sizin olsun. Ne yaparsanız yapın’ deyiverdi. Bilal, Ümeyye bin Halef‘in ellerinde, Ebû Cehil’in insafına(!) kalmıştı.

Aldılar ve Bilal’i sahraya götürdüler. Çölün kızgın kumları üzerinde yatırıyor, omuzlarına taşlar koyup, bir taraftan işkence yaparken, diğer yandan da gönlünün gülü Muhammed’i ve dinini inkâr etmesini istiyorlardı.

Bilhassa Ebû Cehil’de, bitip tükenmek bilmeyen bir kin vardı; salyalar dökülen ağzından bu kinini her fırsatta kusuyordu. Bir efendi olarak aklına sığıştıramıyordu; kendi iradesi dışında bir başka güç nasıl kabul edilebilirdi? Hele bir köle.. konumuna bakmadan böyle bir kabule nasıl cür’et edebilirdi? Yüzüstü kızgın kumlara yatırıyor ve güneşte kızarıncaya kadar işkence yapıyordu. Bir taraftan da, ‘Muhammed’in Rabbini inkâr et!’ diye sürekli telkinde bulunuyor, hakaret üstüne hakaretler yağdırıyordu. Zaten takati tükenen Bilal’in, söz söylemeye mecali kalmıyor, dudaklarından sadece bir kelime dökülüyordu: ‘Ehad.. Ehad..!’

Bilal, o dünyayı da bilen birisiydi. Bugüne kadar hep onlarla beraberdi. Dediklerini kabullenip tekrar yanlarına gitse ne değişecekti? Hayat boyu işkence altında yaşamaktansa, bu işkenceye katlanıp ebedî huzuru yakalamak vardı işin aslında. Onun için dişini sıkmış ve zilletle yaşamaktansa izzetle ölümü çoktan göze almıştı. O gün Bilal’e kimse güç yetirip isteklerini kabul ettiremedi. Bulduğu yolda sabit kadem kalmaya kararlıydı ve her türlü işkenceye rağmen bu kararlılığından zerre kadar taviz vermedi.

Güneşin yakıp kavurduğu bedeninde ayrı bir parıltı, kemiklerine yapışmış teninde de farklı bir ışıltı vardı. Kararmış bedeni âdeta nur kesilmişti. Ümeyye ve Ebû Cehillerin, bitip tükenmek bilmeyen kinini sinesinde söndürürken âdeta melekleşiyor ve bir başka keyfiyet kazanıyordu..! Bu ne kindi ki, maksadına nail olabilmek için her şeyi mübah görüyor ve kuralsız bastırıyordu. Boynuna ipler bağlıyor ve onu çocukların eline verip sokaklarda, Mekke dağlarının arasında sürükletiyorlardı. Allah Rasulü’nün ‘ümmetim’ dediği Bilal’i, çoluk çocuğun oyuncağı haline getirmişlerdi. Çölde yalınayak yürüyüp yanmadan Bilal’i anlamaya, çilesini görüp bilmeden mihnetlerin ortaya çıkardığı kadr u kıymetini idrake imkân olabilir mi!?

Onun çektiği çileyi duyup gördükçe, sıkıntıların cenderesinde yanıp kavrulan Allah Rasülü de çok üzülüyordu. Onu hürriyetine kavuşturmakla Ebû Bekir teslimiyetini, her zamanki ferasetini konuşturuyor, aynı zamanda Efendimiz’i de sıkıntı ve üzüntülerinden bir nebze kurtarmış oluyordu. Zira, başında değirmen taşlarının döndürülüp kavuran güneşin altında inim inim inletildiği bir sırada, Hz. Ebû Bekir onu sahibinden satın almış ve arkasından da hürriyetine kavuşturmuştu. Hz. Ömer’in dediği gibi, Ebû Bekir efendimiz, Bilal efendimizi hürriyetine kavuşturuyordu.

Böylelikle Bilal, hem Ümeyye ve Ebû Cehil’in hiddetinden, hem de Kureyş’in işkencesinden kurtulmuştu. Doğruca Allah Rasulü’nün yanına gitti. Teslim oldu O’na ve o günden sonra da hiç ayrılmadı. Her geçen gün Bilal, Efendimiz’e biraz daha yaklaşıyor, muhabbeti bir kat daha artıyordu. Bir zamanlar insan yerine bile konulmayan Bilal için artık sıkıntılı günler geride kalmış, yeni bir hayat başlamıştı. Öyle bir mesafe katetti ki, dünkü siyahî köle bugün, kendisinden çok şey öğreneceğimiz bir muallim, hem de insanlığın muallimi haline gelmişti.

Derken gün geldi Mekke, kapılarını tamamen kapattı imana… Mukaddes bir göç yaşanacaktı Medine’ye ve artık Mekke, arkasından ağıtların yakılacağı, dâussılalarla methiyelerin dizileceği bir beldeydi. Her inanan gönül gibi artık, Bilal de Medine’deydi.

Nihayet namaz farz kılınmış, insanları ona davet için ezan okunması gerekiyordu. Efendiler Efendisi, cennetteki kameti ulaşılmaz kılan böyle bir vazife için Bilal’i seçmişti. Kalktı ve o yanık sesiyle ezan okumaya başladı. Allah’ın adını, Rasûlü’nün yâdını Mekke’de bu denli haykıramamıştı. Bir zamanlar Mekke’yi ‘Ehad.. Ehad..!” diye inleten ses, şimdi; ‘Allahü Ekber.. Allahü Ekber..!’ diye Medine’de yankılanıyor, insanları Rasûlullah’la birlikte namaza davet ediyordu.

Bilal i Habesi kimdir

Derken Bedir geldi çattı. Ne tevafuk ki, oradaki parola da; ‘Ehad.. Ehad..!’ idi. Kureyş, buraya ölümüne gelmişti. Mekke’de elinden kaçırdığı fırsatı burada kaybetme niyetinde değildi. Ona göre hazırlanmış ve başka bir ihtimali akıllarına bile getirmiyorlardı.

Mekke’nin sokak ve dağlarında Bilal’i inim inim inleten Ümeyye de Bedir’e gelenler arasındaydı. Bulutlar güneşin önünde ebedi kalamazdı ya..! Günler değişmiş, çehreler de başkalaşmıştı. Ümeyye de ettiğini bulacak, ektiğini biçecekti. Hem de adam yerine koymadığı kölesi Bilal’in eliyle..! Bir ara Ümeyye’yi gördü Bilal, haykırdı; ‘Küfrün başı Ümeyye! İşte şurada..!’ Ümeyye ise, Bilal’i hâlâ küçümsüyor, tepeden bakıyordu. ‘Bilal! Kölem! Sen mi?’ diyor ve aldırış bile etmiyordu. Bulundukları yerden bir tekbir sesi yükseldi. Artık Ümeyye nefes alamıyordu.

Bilal, mükemmel bir insan olmuştu. Ezanı, namazı, kulluğundaki derinlik ve hassasiyetiyle; Hz. Peygamber’in de dikkatini çekiyor ve zaman zaman, ‘Hangi amelin sebebiyle bu noktaya ulaştın?’ anlamında kendisiyle ilgili sorular soruyordu.

Bir defasında Efendimiz, cennete girdiğini ve önünde bir ses işittiğini anlatıyordu. Cebrail’e bu sesin ne olduğunu sorunca; ‘Önünüzde Bilal yürüyor’ cevabını almıştı.

Efendimiz’in, cennetin kendisine müştak olduğu üç kişiden biri olarak anlattığı Bilal, aynı zamanda çok mütevazı idi. Bir kısım insanlar, gelip Bilal’in faziletlerinden bahsettiklerinde çok utanmış ve, ‘Ben bir Habeşliyim. Daha dün bir köleydim.’ demişti.

İnsanların kendisini Ebû Bekir’e tafdil edip ondan üstün tuttukları kulağına gelmişti. Çok şaşırmış, utancından kıpkırmızı kesilmişti ve hemen müdahale etti: ‘Nasıl olur?’ dedi. ‘Ben, onun hasenatından sadece bir haseneyim.’

Efendimiz, onun izdivacıyla bizzat meşgul olmuştu. Evine ziyarete geldiği bir sırada hanımının Bilal’i bir nebze üzdüğünü hissetmiş, ‘Sakın Bilal’i gücendirme!’ diyerek onu ikaz etmişti. Zira onu üzenin hasenatı tehlikeye girebilir, iyilikleri kabul görmezdi.

Medine güzeldi… İşkenceler mazide kalmıştı… Rasûsullah’la beraberdi… Artık Bilal de bir insandı.. hem de rehber bir insan.. Ama Bilal’in gözünde hâlâ Mekke tütüyor, yana yakıla Mekke’ye methiyeler diziyordu. Bir yüce mefkûreye koşarken nefes nefese, Rabbinin adını orada da haykırmak en büyük hayaliydi. Aynı zamanda her yer vatan değildi.. olamazdı da..!

Aslına bakılırsa Bilal-i Habeşi, aslen Mekkeli değildi. Ama Mekke’de çilesi vardı. Çölün kumlarına karışmış teri vardı.. Mekke’de onun yeri vardı… Taşı toprağı hatıralarıyla doluydu. Ezan okurken oraya yöneliyor, sesini daha bir gür çıkarıyordu. Belki de Medine’de bulduğu rahatlığı Mekke’de de yaşayabilmenin özlemiydi bu. Taşına toprağına nağmeler yakıyor, pınarlarının suyundan içebilme özlemiyle yanıp tutuşuyordu.

Hastalanmıştı bir gün… Ateşler içinde yanıyor ve şiddetli bir acı çekiyordu. Halini sorduklarında, belki de ilk günlerdeki çileli günlerini hatırlamış ve unutmuştu herşeyi… Zira Mekke düşmüştü yâdına; ağrıları bir bir gitmiş, oraya olan özlemini, hem de Mekke’nin otuna, dağ ve taşına olan hasretini seslendiriyordu. ‘Bilmem ki!’ diyordu. ‘Mekke vadisinde etrafımı izhir ve celil otları sarmış olarak bir gece daha geçirebilecek miyim? Mecenne suyuna ulaşacağım bir gün daha gelecek mi? Şâme ve Tafîl dağları bana bir kere daha görünecek mi?’

Karıncanın duasına muttali olup ihtiyacını gideren yüce Kudret, elbette Bilal’in yakarışını da duyuyordu. Olacaktı; bunlar da olacak, Bilal’in, Bilaller’in de hasreti dinecekti. Ama zamanı vardı…

Aradan yıllar geçti. Geçen yıllar ile birlikte sılaya olan hasret, önü alınmaz bir talebe dönüşmüştü. Ziyaret için yola döküldüler. Kureyş çok tahammülsüzdü.. Hudeybiye’de durup yoldan geri dönmek zorunda kaldılar… Bir anlaşma vardı, ama Kureyş şimdiye kadar neye sadık kalmıştı ki!? Bir köye saldırıp kan dökerek anlaşmayı ihlâl ederken, yolun sonuna geldiklerinin farkında değillerdi. Artık vakit tamamdı.

Nihayet, müjdesi verilmiş bir fetihle Mekke’ye girdiklerinde, orada artık ne Lat, ne de Uzza kalmıştı.. ne Ebû Cehil’den eser vardı, ne de Ebû Leheb’in hükmü geçiyordu. Hak gelince batılın mumu sönmüş ve işkenceler de bitmişti..! Mekke, gerçek sahibine kavuşmanın bayramını yaşıyordu.

O güne kadar mazlumların iniltisine şahit olan Mekke, ilk kez Muhammedî sadâ duyacaktı. İşaret buyurmuştu Rasûlullah ve çıkmıştı Bilal Kâbe’nin damına… Mekke’nin dört bir ufkunda artık, ‘Allahü Ekber.. Allahü Ekber!’ hakikatı yankılanıyordu. Mekke’nin yüzü gülmüş, kasvet kaplı atmosferini büyülü bir huzur bürümüştü. Âdeta hayat durmuştu Mekke’de..! Mü’minlerde sevinç gözyaşları, müşriklerde ise korkulu bakışlar hâkimdi. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemeyenler, utancından huzura gelemeyenler vardı. Kendi zaviyelerinden bakıyor ve hayatlarından endişe duyuyorlardı. Halbuki Allah Rasûlü, insanları insanca yaşatmak için gelmişti. Yine enginliğini konuşturacak, her türlü hakaret ve şiddeti reva gören kin tacirlerine bile, ‘Haydi gidin, hürsünüz..!’ deyiverecekti.

Rasûlullah’la birlikte bütün savaşlara katıldı Bilal-i Habeşi..! Veda Haccı‘nda bulundu. Ümmetiyle vedalaşırken Allah Rasulü, Bilal’in içine de bir kor düşmüştü. O’nun olmadığı bir mekânı hayal edemiyor, aklına bile getirmek istemiyordu. Ancak O da bir beşerdi ve herkese olan O’na da olacak, bir gün O da, fena ve faniyi bırakıp; ebedi dostluğa, Refik-i A’la’ya ulaşacaktı.

Son ezanını, güneşin gurup ettiği Rasûlullah’ın yüce dostluğa kavuştuğu gün okumuştu. Bu hicrana gönlü dayanacak gibi değildi. Sabah-akşam beraber olduğu Allah Rasûlü’yle artık oturup kalkamayacak, ezanı okuyup arkasında namazını kılamayacaktı. Çok üzgündü. Bağrına taş basıp, yüreğindeki ateşi söndürmeyi defalarca denedi, ama buna imkân yoktu. Deli-divane olmuştu. Gecenin sessizliği çökünce Medine’ye, Bilal de susmuş, bir türlü ezan okuyamıyordu.

Belki de Medine’yi, eski haliyle yâd etmeyi arzuluyor, Rasûlullah olmadan zihnine oradan bir karenin girmesine gönlü razı olmuyordu. Zira o güne kadar okuduğu her ezanın namazını Rasûlullah kıldırmış, attığı her adımda O’nunla hemdem olmuştu. Hatıralarındaki Medine’yi yaşamak, ölünceye kadar bütünlüğüne halel getirmemek için oradan ayrılmak istiyordu.

Aklına koymuştu: O’nun olmadığı yerde Bilal de olmamalıydı. Halife Ebû Bekir’in yanına geldi ve Efendiler Efendisi’nin bir sözünü nakletti ona. Zira Efendimiz, bir gün karşısına almış ve ona:

‘Yâ Bilal! Allah yolunda cihaddan daha faziletli bir başka amel yoktur.’ demişti.

Ebû Bekir, anlamıştı Bilal’in maksadını. Ortalığı sessizlik bürüdü bir müddet ve arkasından endişe dolu bir sesle,

‘Ne demek istiyorsun ya Bilal!’ dedi. Bilal’in cevabı hazırdı:

‘Ölünceye kadar kendimi Allah için vakfetmek.’

Aynı hicran, Hz. Ebu Bekir’i de yakmıyor muydu? Gözyaşlarına hâkim olamadı ve narin bir ses tonuyla Bilal’e tekrar döndü; ‘Ezanımızı kim okuyacak?’ dedi.

Zira, Bilal bir âlem olmuştu. Çileli günlerin bir hatırasıydı. Medine ‘Allahü Ekber’i ilk onunla duymuş, aynı sadâyı Mekke’ye o taşımıştı. Rasûlullah’ın müezziniydi. Mukadder beşer yolculuğu devam etse de, günde beş vakit ezan ve namaz arkada kalanlara birer borçtu. Bilal de giderse, ezanları kim okuyacaktı..? Her ikisi de hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Bir ara kendini toparladı Bilal ve inleyen bir sesle; ‘Rasûlul-lahtan sonra ben ezan okuyamam!’ diyebildi.

Belli ki, Ebû Bekir’in ısrarı bir netice vermeyecekti. Bilal’i durdurmak mümkün değildi. Öylesine kararlıydı ki, bir adım daha attı ve Halife’ye:

‘Sen’ dedi. ‘Beni, Allah için mi satın alıp hürriyete kavuşturdun, kendin için mi?’

Ebû Bekir gibi varlığının tamamını Allah yolunda seferber eden birisi, kendisi için bir adım atar mıydı hiç? ‘Elbette Allah için’ cevabın verdi. Bunun üzerine boynu bükük Bilal’in ağzından şu cümleler dökülmeye başladı:

‘Şayet beni kendin için satın alıp hürriyete kavuşturmuşsan, yanında tutabilirsin. Hakkın var buna.. o zaman dediğini yaparım. Ancak bunu, Allah için yapmışsan bırak da bugün ben, Allah için cihad edeyim.’

Yüreğe bir taş daha basmak gerekiyordu ve artık Bilal-i Habeşi için Medine uzaktan bakılan bir şehirdi. En çok sevdiği, arkasından ağıtlar yaktığı Mekke de artık yarasına merhem olamazdı ve oraya dönmeyi de düşünmüyordu. O sıralarda Şam tarafına gitme hazırlığında olan bir seriyye vardı.. katıldı aralarına ve sonrasında hiç durmadan Allah için koşturdu durdu. Zira, yarasına ancak Allah için attığı adımlar merhem olabiliyordu.

Zaman ilerliyordu. Ebû Bekir de gurub etmiş, bayrağı artık Ömer taşıyordu. Bilal’i özleyen, Bilal’in ezanına hasret kalanlardan biri de şüphesiz Ömer’di. Aynı hasreti yaşayan binlerce insan vardı Hicaz’da. Dindirilmesi mümkün olan bir hasretti bu. Konuştular aralarında ve bir nebze de olsa dindirmeye karar verdiler. Halife Ömer gidecek ve getirecekti Bilal’i tekrar Medine’ye…

Ömer düştü yola ve Şam’a geldi bir gün. Aradı ve buldu Bilal’i. Aradan yıllar geçmişti. Oturup hasret giderdiler saatlerce… Mekke’den bu yana kopup gelen iki dostun dertleşmesiydi bu… Hicranı, sadece Bilal yaşamıyordu ki..! Hicaz’ın yası, bitip tükenme bilmiyordu… Bir anlık teneffüs bile olsa, yüreklere bir nebze su serpilmeliydi… Sonra sözü ezana getirdi Ömer… ‘Ne olur, bir defa’ dedi ve ısrar etti: ‘Medineliler seni.. ezanını bekliyor ya Bilal..!’

Yumuşamıştı Bilal. Zira, önünde sadece bir fert değil, sosyal bir talep duruyordu. Belki de dualar külliyet kesbetmiş ve kabul vakti gelmişti.

Bir de rüya görmüştü Bilal-i Habeşi! Yıllarca hasretiyle yanıp tutuştuğu Efendisi, Efendimiz gecesine teşrif etmiş, ‘Bu kadar ayrılık niye ya Bilal! Bizi ziyaret vakti gelmedi mi?’ demişti.

Bir iktirandı bu… Doğruca Medine’nin yolunu tuttu. Oraya gelinceye kadar, bütün hatıralarını yeniden canlandırdı zihninde. Medine’de okuduğu her ezanın imamı Rasûlullah’tı ve Bilal-i Habeşi de Medine’ye gidiyordu. Sanki yeniden karşılaşacakmış gibi heyecanlanıyor, yürüdüğünün bile farkına varmıyordu. Uçuyordu âdeta…

Derken ulaşmıştı Medine’ye. Doğruca Efendimiz’in kabrinin başına geldi. Çok duyguluydu. Yıllar sonra pâk yüzünü göremese de O’nun, kendi halini gördüğünden emindi. Bir hasbihaldi bu..! Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Orada, iki yâdigar; Hasan ve Hüseyin’le karşılaştı. Görüp karşılaştığı herşey Efendisini, gönlünun sultanını hatırlatıyordu. Kendini kaybetmişti Bilal-i Habeşi! Onları kucaklıyor, öpüp öpüp sarılıyor ve kokularında Rasûlullah’ı duymaya çalışıyordu.

Sevinen sadece Bilal değildi ki! Geldiğini duyan herkes, ayrı bir sevinç yaşıyordu. Hz. Hasan ve Hüseyin, bir fırsat yakalamışlardı. Bırakmadılar onu, değerlendirmek istediler. Bilal’in olduğu yerde, ezanı da Bilal okumalıydı ve sabah ezanını okuması için boynuna sarılıp yalvardılar âdeta. Belli ki istek, Ömer’den değil, bütün Medine’den geliyordu.

Gecenin karanlığı veda edip Medine aydınlanmaya durunca, o gece mescitten bir nida yükselmeye başladı: ‘Allahü Ekber.. Allahü Ekber..!’

Ezan okunuyordu. Ama bu ezan, bu ses, tanıdık bir sesti… Evet.. evet, Bilal’in sesiydi bu..! Onun sesi kulaktan girince gönüllere, Rasûlullah tahtını kurmaz mıydı hiç..?

Rüya değil, gerçekti bu..! Bilal.. ezan.. Rasûlullah ve Medine… O kadar bütünleşmişlerdi ki, dâussılayla yanıp tutuştukları Mekke’ye bir fetihle girdiklerinde bile geri dönmüş, Medine’yi şenlendirmeye devam etmişlerdi..!

Medine sarsılmıştı âdeta. Dalga dalga yankılanan Bilal’in sesini duyan herkes, evinden fırlıyor ve heyecanla mescide doğru koşmaya başlıyordu. Kadın-erkek, çoluk-çocuk, aynı sarsıntıyla doğruluyor, Medine’de bayram yaşanıyordu. Sanki Rasûlullah hayata geri dönmüş, Bilal-i Habeşi‘de mescidde, Allah Rasûlü’nün kıldıracağı namazın ezanını okuyordu.

Daha Bilal’ın ezanı bitmeden, yığılmıştı Medine mescidin önüne..! Heyecan doruk noktaya ulaşmıştı. Duyup gördüklerinin, rüya değil gerçek olduğunda şüpheleri kalmamıştı artık..! Göz pınarları ceyhun olup çağlamaya durmuş, o güne kadar görülmeyen bir gözyaşı döküyordu Medine..! Hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. En çok ağlayan ise, şüphesiz Halife Ömer’di.

Bilal’in ise, bu heyecanı kaldıracak takati yoktu, tekrar vedalaştı Medinelilerle, attı yine kendini Şam cephelerine..!

Hayata veda zamanı gelip ölüme el sallarken Bilal, ‘Yarın dostlara kavuşacağız! Muhammed ve yanındakilere..!’ diyordu. Bunu duyan hanımı bir taraftan ağlıyor, diğer yandan da dövünüp çırpınıyordu. Teselli yine Bilal-i Habeşi‘ye düşmüştü:

‘Bir vuslat bu. Ne mutlu bize!’

Hicretin üzerinden 20 yıl geçmişti. Bilal-i Habeşi, 60 küsur yılı geride bırakırken, fena ve faniye de veda ediyor, ebedi dostlukla bitmeyecek bir vuslat yaşıyordu.

Bilal-i Habeşi..! Müezzinimiz..!

Medine, Mekke, Hicaz derken, bugün ezanın dünyaya yayıldı, ey Bilal-i Habeşi! Sadece dünkü Medine değil, bütün dünya bekliyor ezanını bugün..! Belki sesimiz kısık, sosyal talebimizi seslendirecek bir Ömer yok aramızda, hatırı sayılan..! Seninle hasbihal edebilecek kametten yoksunuz… Boynuna sarılıp yalvaracak bir Hasan ve Hüseyin’den de mahrumuz bugün..! Bir fetret yaşıyoruz ki sorma..! ‘Gel artık!’ diyebilecek ne dudaklarımızda fer, ne de dizlerimizde derman kaldı. Bir bükük boynumuz var; akışı değiştireceğine inandığımız bu acziyetimizle, halimiz bir lisan, gözlerimiz rahmet kapısında ve ezanımızın okunacağı günü, bayram yaşayacağımız anı bekliyoruz..!


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz, Mayıs 2002 Sızıntı Dergisi

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.