Bedir öncesi Medine’den hareket

418

Hedefte kervan olduğu için, henüz yola çıkmaya hazır olmayıp da mazeret beyan edenler, bu yolculuktan istisna tutulmaktaydı. Bundan dolayı da kimse kınanmayacaktı. İlk günlerden bu yana Efendimiz’den hiç ayrılmayan damat Hz. Osman da, mazeret beyan edip bu harekette yer alamayanlar arasındaydı; zira hanımı, Efendimiz’in de kızı Rukiyye Validemizi şiddetli bir hastalık tutmuştu. Bakımı için Hz. Osman’ın yanında kalması gerekiyordu.

İbadetler ve Rabbe kulluk konusunda son derece duyarlı olan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bu süre içinde Medine’de bulunamayacağı için namazları Abdullah İbn Ümmü Mektûm’un kıldırmasını talep etmişti.

Önceki seriyye ve gazvelerde Ensâr yer almazken bu çıkışta Muhâcir ve Ensâr ayrımı yapılmaması dikkat çekiyordu.1 Zira, bu sefer durum çok nazik görünüyordu. Mesele, sadece Muhâcirleri değil, Ensâr başta olmak üzere bütün Medine’yi ilgilendiriyordu. Çünkü, Ebû Süfyân’ın kervanı, Medine’ye saldıracak Mekke ordusunun alt yapısını teşkil ediyordu.

Bu arada, henüz Müslüman olmadığı hâlde Efendimiz’le birlikte olmak isteyenler de vardı. Hubeyb İbn İsâf, bunlardan birisiydi; güçlü ve savaş tekniğini iyi bilen bir adamdı. Ancak bu, öncelikle Kureyş ile Efendimiz arasındaki bir meseleydi. Gerçi, Medineli müşriklerle de bir güvenlik anlaşması yapılmış ve şehri birlikte savunma sözü verilmişti. Ancak, müşriklerin de katılmasını gerektirecek böyle bir tehlike henüz yoktu. Bir de, muharebede muhaberenin çok ayrı bir önemi vardı; elde edilecek önemli bir haber, savaşların seyrini değiştirecek bir güç demekti. Öyleyse, gelişmelerden başkalarını da haberdar edebilme ihtimali olanların, böylesine kritik bir kervanı takip için çıkılan yolda İslâm ordusu içinde yer alması uygun değildi. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bu tür insanları geri çevirecek ve kendisiyle birlikte yola, sadece Muhâcir ve Ensâr çıkacaktı.2

Bu arada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), yayaların başına Kays İbn Ebî Sa’sa’a’yı görevlendirip ona Sükyâ denilen mevkiden ayrılır ayrılmaz askerleri saymasını emredecekti. O da, emri yerine getirecek ve Ebû Inebe kuyusunun başında saydığı ashâbın sayısını üç yüz on üç olarak Efendimiz’e rapor edecekti. Bu haber, Efendimiz’i çok sevindirmişti. Beşâşet ifade eden bir ses tonuyla şunları söyleyecekti:

– Tâlût’un ashâbı kadar!3

Derken, bir pazar akşamı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Sükyâ denilen yerden yola çıktı. Yanlarında sadece iki tane at, yetmiş tane de deve vardı. Nöbetleşe binerek yol alıyorlardı. Efendiler Efendisi de ashâbından farklı değildi; aynı deveye Hz. Ali ve Ebû Lübâbe ile nöbetleşe biniyordu. Hz. Ali ve Ebû Lübâbe:

– Sen bin yâ Resûlallah! Biz, Seninle birlikte yürürüz, diyerek kendi sıralarını vermek için ısrar etmişlerdi ama O (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Ne sizler yürüme konusunda benden daha güçlüsünüz, ne de Ben, vadedilen mükâfata sizlerden daha az ihtiyaç duyuyorum, diyerek bu teklifi geri çevirmişti.

Revhâ denilen yere geldiklerinede Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebû Lübâbe İbn Abdülmünzir’i Medine’ye geri gönderecek ve herhangi bir boşluğa meydan vermemek için onu Medine’de, yerine vekil tayin edecekti. Ebû Lübâbe, Medine’ye geri dönerken boynu bükük ayrılacaktı; ayrılmadan önce de, üzerindeki zırhı Efendiler Efendisi’ne bırakacak ve hüzün dolu adımlarla geri dönecekti.

Yola çıkmadaki ana hedef Kureyş’in kervanını takip olsa da, atılan her adımda ashâb, yeni ve orijinal stratejilerle karşılaşıyordu. Zira kervanın geçeceği güzergâha doğru yürürken Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Besbes İbn Amr ve Adiyy İbn Ebi’z-Zağbâ’yı öncü kuvvet olarak gönderecek ve onlar da, tarif edilen mekâna ulaşıp gelişmelerden Efendimiz ve ashâbını haberdar edeceklerdi.

Aynı zamanda, kendisiyle beraber bu sefere çıkanlara şöyle dua ediyordu:

– Allah’ım! Bu insanlar, yalın ayak; Sen onlara dayanma ve yol meşakkatlerine karşı tahammül gücü ver! Bunların üzerinde elbise yok; Sen onları giydir! Bunların elinde yiyecek imkânları da yok; Sen onları doyur! Ve bu insanlar yoksul; Sen onları fazl u kereminle zengin kıl!4

Türbân denilen yere geldiklerinde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Sa’d İbn Ebî Vakkâs’a yönelecek ve:

– Ey Sa’d, diye seslenecekti. Bu arada, mübarek parmaklarıyla ilerideki bir ceylanı işaret ediyor ve Sa’d’a, ok ve yayını hazırlamasını söylüyordu. Hz. Sa’d denilenleri yapmış ve yayını germeye başlamıştı. Tuttu, onun omuzlarına mübarek çenesini koyarak:

– Şimdi at, diye emretti. Bu arada ona:

– Allah’ım! Onun atışına isabet lütfet, diye dua ediyordu. Gerçekten de ok gitmiş ve ceylanın boynuna saplanmıştı. Efendimiz’in yüzünde hemen bir tebessüm belirdi. Zira bu, yokluk çekilen bir ortamda, ashâb-ı kirâma sunulmuş ilâhî bir ikram demekti.

Peygamberî duaya mazhar olan Hz. Sa’d hemen gidecek ve ceylanı yakalayıp kestikten sonra huzura getirecek, Efendimiz de, etinin pişirilip ashâb arasında dağıtılmasını emir buyuracaktı.

Irku’z-Zabye denilen yere geldiklerinde karşılarına bir bedevi çıkmıştı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), karşılaştığı her olayı değerlendirip bilgi toplamaya çalışıyordu ve bu adama da kervanla ilgili bilgisinin olup olmadığını sordu. Çok geçmeden de, bu konuda adamın herhangi bir bilgisinin olmadığı anlaşılmıştı.

Bu arada ashâbdan bazıları, adamı zorlayıp Resûlullah’a selam vermesini istiyorlardı. O da:

– Aranızda gerçekten Resûlullah var mı, diye taaccüp etmiş ve sonra da gelip Efendimiz’e selam vermişti. Bedevi idi; peygamber rahle-i tedrisine oturup terbiye görmemişti. Selamın arkasından:

– Şâyet Sen gerçekten bir peygambersen, benim şu devemin karnında olanı bana haber verebilir misin, diye soruverdi. Ashâb-ı kirâmı celallendiren bir soruydu bu. Onun için Seleme İbn Selâme ileri atıldı ve adama:

– Bunu Resûlullah’a sorup da O’nu incitme! Soracaksan bana sor; onu ben sana haber vereyim, diye çıkıştı. Arkasından da, adamı mahcup edecek bazı şeyler söyledi. Bunu duyan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), çok üzülmüştü ve yeniden olaya müdahale etme lüzumu hissetti ve:

– Bırak onu ve yavaş ol. Adama kaba davranıp üzerine çok gittin, dedi.

Bu arada, Hz. Seleme’den de yüzünü çevirmişti. Belli ki, her hâliyle ashâbına ders veriyor ve kıyamete kadar gelecek olan insanlığa muallim olacak bir toplum yetiştiriyordu. Onun için, yeri geliyor diliyle ashâbını uyarıyor, yeri gelince de hâliyle onları yönlendirip duruşlarında isabet kaydetmelerini temin etmek istiyordu.


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz

Dipnot:

  1. Bu hadise, Efendimiz’in insanlara muamelede muhatapların hislerine dikkat ettiğinin bir göstergesidir. Şöyle ki; Ensâr, Akabe’de söz verirken, O’nu koruyacağını ifade etmişti etmesine ama bu korumanın, Medine dışında da geçerli olup olmadığına dair sarih bir beyan olmamıştı. Onun için, Bedir’e kadar gerçekleşen yirmi civarındaki yıldırım hareketlerinde Ensâr’dan herhangi bir talepte bulunulmamıştı. Ancak, şimdiki durum çok farklıydı; zira Kureyş, sadece Efendimiz ve Muhâcirleri değil bütün Medine’yi tehdit etmeye başlamış ve bu tehditlerini fiilen icra için de, düğmeye basmıştı. Öyleyse mesele, hicret sonrasında gerçekleşen anlaşma çerçevesinde ele alınması gereken bir durum arz ediyordu.
  2. Hubeyb İbn İsâf, geri gelecek ve Müslüman olduğunu ikrar edip yine de bu savaşta Efendimiz’den ayrılmayacaktı. Bkz. İbn Abdilberr, İstîâb, 2/443; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 4/23; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, 2/300
  3. Taberî, Tarih, 2/26; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 4/25 Bedir’de bulunup bulunmadıkları ihtilaflı olanlarla birlikte bu sayı değişkenlik göstermekte ve on dört, on beş ve on yedi olarak da telaffuz edilmektedir. Orduyu sayma işinin iki defa yapıldığı da gelen bilgiler arasındadır. Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 2/333; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 3/383. Bedir’de bulunan ashâbın, takriben 3/5’i Ensâr, 2/5’i ise Muhâcirlerden oluşmaktaydı. Aynı zamanda bu sayı, Efendimiz’in (s.a.s.) de buyurduğu gibi Hz. Dâvûd’un Tâlût ordusuna karşı savaşan ordusuna denk bir sayıdır. O gün de, emr-i ilâhîye boyun eğip de nehirden sadece bir avuç su almakla yetinen insanlar, sayı ve teçhizat bakımından düşmanlarından az olmalarına rağmen küfrün ordularına karşı galip geldikleri gibi bugünün mü’minleri de, Ebû Cehil’in tetiklediği aynı küfür ordusuna galip geleceklerdi.
  4. Bkz. İbn Sa’d, Tabakât, 2/20 Savaş olup da ortalık durulunca, Efendimiz’in duasına mazhar olan ashâb-ı kirâm hazretlerinin hepsi de, açlık endişesinden uzak, aç kalma korkusunu üzerlerinden atmış ve tahammülleri de zirvede olarak geri dönüyorlardı.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.