Ayrılık Vakti ve Son Gün

195

Perşembeden bu yana Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), namazlara çıkamamış ve ashâbına imam olup namaz kıldıramamıştı. Ancak ashâbın ümitle bekleyişi devam ediyor, o gün geldiği gibi, belki bugün de gelir diye ümit ediyorlardı.

Yine bir pazartesi günüydü; takvimler, Rebîülevvel ayının on ikisini gösteriyordu! Bugünün sabah namazına da, bir umut deyip gelmişlerdi; iyileştiğini görmeyi ve yine önlerine geçip de namaz kıldırmasını istiyorlardı.

İbn Ümmü Mektûm’un ezanıyla müdavimlerini toplayan mescid, Bilâl’in ezanıyla birlikte yine dolup taşmıştı.
Yine gelememişti; o günün sabah namazını da, yerine tayin ettiği imam Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh) kıldırıyordu.

Bir aralık mescidin köşesinde bir hareketlilik olmuştu; Âişe Validemizin hücresindeki perde aralanmış ve Nûr Cemali, dolunay misali mescide doğuvermişti. Yine mübarek başını sarmış, öylece kapıda duruyor, mushaf sayfası gibi duru ve aydın Sima, mihrabındaki imama nazar ediyordu! Mübarek yüzlerindeki tebessüm dikkatlerden kaçmadı; huzur doluydu.

İşte bu nazarlar, aynı zamanda ashâbını dünya gözüyle görebildiği son nazarlardı! Sevinçten, neredeyse namazlarını bozacaklardı!

İkinci rekâta kalkmışlardı. İntizam içinde saf tutmuş cemaati, gelişini hissedip yol veriyorlardı! O (sallallahu aleyhi ve sellem) da, Ebû Bekir’in arkasına kadar geldi; geri çekilmek isteyen Ebû Bekir’in omzuna koydu ellerini. Belli ki, yerinde durup da namazına devam etmesini istiyordu.

Tayin ettiği imamın arkasında O (sallallahu aleyhi ve sellem) da, oturduğu yerden namaza durdu. İmam selam verince, yetişemediği rekâtı da kıldı. İşte bu, O’nun son namazıydı. Ardından, direklerden birisine sırtını dayayıp sesini de yükselterek, fitneler konusunda ashâbını uyardı ve daha sonra da nazarlarını, yeniden Kur’ân’a çevirdi. Cezîratü’l-Arab’da iki dinin bulunmasını fazla buluyor ve İslâm’dan başka bir anlayışın burada barınmasını istemiyordu. Oradan ayrılırken şunları söyleyecekti:

– Bir Nebi, cemaatinden biri kendisine imamlık yapmadan vefat etmez!

İyileşmiş gözüküyordu. Endişeler geride kalmış gibiydi. Cemaatinin sevincine diyecek yoktu. Yeniden aralarına dönmüş ve kendileriyle birlikte saf tutup namaz kılmıştı. Sanki her şey, normale dönüyor gibiydi.

Bir aralık, Rum diyarına komutan tayin ettiği genç Üsâme, yanına girdi; hareket etmek üzereydi ve ordusu hakkında tekmil verip vedalaşmak için geliyordu! Bir gün önce de gelmiş ve ‘işin ucunda ayrılık da olsa’ hareket emri almıştı. Yanına yaklaşıp oturduğunda, mübarek elleriyle başını sıvazlayacak ve on sekiz yaşındaki genç komutan Hz. Üsâme’ye, giderayak dua edecekti.

Güneş doğup da kuşluk vakti yaklaşınca, kızı Fâtıma’yı yanına çağıracak ve kulağına bir şeyler fısıldayacaktı. ‘Benden bir parça’ dediği kızı Fâtıma, bir çığlık kopardı; hıçkırıklara boğulmuş:

– Vah benim başıma gelenlere! Babacığım benim!, diye ağlıyordu. Ona bir kez daha döndü ve:

– Bugünden sonra senin baban, hiç sıkıntı yaşamayacak, müjdesini verdi. Ancak bu, firakın acısını azaltmaya yetmemişti; Hz. Fâtıma ağlamaya devam ediyordu!

Rahmet peygamberi, bu manzaraya dayanamayacak ve kızının yeniden yanına yaklaşmasını isteyecekti. Tekrar kulağına eğildi ve yeniden bir şeyler fısıldamaya başladı ona! Az önce, matem havasına bürünüp feryâd ü figân koparan Hz. Fâtıma, sürûrundan uçacak gibi olmuştu, tebessüm ediyordu; sanki biraz önceki Fâtıma gitmiş, yerine bir başka Fâtıma gelmişti!1

Ona yeniden yaklaştı ve kendisinin, âlemdeki kadınların hanımefendisi olduğunun müjdesini verdi!

Torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i yanına almış, öpüp kokluyor ve hayır tavsiye ediyordu.

Aynı şekilde, huzurunda bulunan hanımlarını da muhatap alıyor ve onlar için de nasihatte bulunuyordu.

Amcası Hz. Abbâs’ta, ayrılığın telaşı çoktan başlamıştı; yeğeni Hz. Ali’yi bir kenara çekmiş, Resûlullah’ın ebedî âleme göç etmek üzere olduğunu haber veriyor ve kendisiyle konuşup sonrası için vasiyette bulunmasını talep etmesini istiyordu.

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, yanındakilere nasihatte bulunuyor ve henüz imkân varken ahireti burada kazanmak gerektiğini hatırlatıyordu; zira eldeki imkânlar, hayır adına kullanılmalı ve bunlara ebediyet libası giydirilerek, daha buradayken ahiret yurdu kazanılmalıydı.

Daha önce de ashâbına dönmüş ve:

– Dikkat edin! Sizden ölüm emarelerini kendisinde hisseden herkes, Allah’ın kendisini affedeceğine dair hüsn-i zanla ölsün, tavsiyesinde bulunmuştu.

Bir gün önce de, hizmetçi ve kölelere hürriyet yollarını gösterip serbest bırakmış, Âişe Validemiz’de bulunan altı dinarı da, ihtiyaç sahiplerine dağıtmalarını söylemiş ve bayılmıştı. Ayılır ayılmaz, altınların dağıtılıp dağıtılmadığını sordu. Henüz dağıtılmamıştı. İstedi onları ve avucuna koyup teker teker saydı önce. Ardından onları, yeğeni ve damadı Hz. Ali’ye göndererek, hepsini ihtiyaç sahiplerine dağıtmasını emretti:

– Bunlar yanındayken Muhammed, nasıl olur da Rabbinin huzuruna gidebilir, diyordu.

O güne kadar yanında bulundurduğu kılıç ve kalkan gibi savaş malzemelerini de, mü’minler arasında paylaştırmıştı. Belli ki, dünya adına neye malikse, hepsini dağıtıyor ve ebedî dünyaya intikal ederken yalnız ve yalın gitmeyi hedefliyordu. O kadar ki, o günün akşamı Hz. Âişe Validemiz, kadınlardan birisine kandilini gönderecek ve:

– Bizim kandile, birkaç damla yağ damlatabilir misin, diyerek, akşam karanlığında odacığını aydınlatacak kadar ödünç yağ talebinde bulunacaktı!

Başka alternatif bulamayınca da, otuz sa’ arpa karşılığında, savaşlarda kalkan olarak kullandığı zırhını, bir Yahudi’ye rehin vermişlerdi!

Gün, zevâle doğru kayıyordu; zira mevsim, artık buluşma mevsimiydi. Derken, sancıları yeniden şiddetlenmeye başladı. Hz. Âişe Validemizle şunu paylaşıyordu:

– Ey Âişe! Şüphen olmasın ki Ben, hâlâ Hayber’de yediğim o yemeğin elemini duyuyorum! İşte bundan dolayı, sanki o zehirin tesiriyle içimin parçalandığını hissediyorum.

Ardından, mübarek yüzünü örttü. Bir ara bunalınca da onu yeniden açtı. Peygamberlerinin kabirlerini puthaneye çevirenlerin lanetle karşılanacaklarını tekrarlıyordu. Bu arada, yeniden sözü namaza getirdi ve defalarca:

– Namaz! Namaz! Ve, elinizin altında bulunan emanetler, diye tekrarlamaya başladı. Belli ki, “Namazı aman ihmâl etmeyin ve köleler başta olmak üzere sorumluluğunu üzerinize aldıklarınız konusunda da daha duyarlı olun!” demek istiyordu. Dünyaya ve dünyadakilere veda etmeden önce ashâbına son tavsiyeleriydi bunlar…


Dipnot:

  1. Efendimiz (s.a.s.) kendisine, “Ben, artık gidiyorum.” dediğinde ağlayıp çığlık koparan Hz. Fâtıma, “Arkamdan bana ilk kavuşan sen olacaksın.” cümlesini duyar duymaz da sevince gark olmuş, tebessüm etmeye başlamıştı! Bkz. Müslim, Sahîh, 4/1905 (2450), İbn-i Mâce, Sünen, 1/518 (1621); Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir, 22/415 (1027)
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.