Asıl Kayıp, Hayırlı Hizmetlerden Vazgeçmektir!

1.312

Hz. Ebû Bekir, Yetim Kalan Mistah’a ve ailesine sahip çıkıyor

Mistah İbn-i Üsâse, Hz. Ebû Bekir’in (radıyallahu anh) teyzesinin kızının oğluydu. Doğumundan kısa bir müddet sonra babasını kaybetmişti. Mekke’nin zor şartlarında ailesinin hayata tutunması çok zordu. Fakat Hz. Ebû Bekir kendilerine yardım eli uzatmış ve her türlü ihtiyaçlarını karşılama adına devreye girmişti. Elinde olanı onlarla paylaşıyor; Mistah’a yetimlik ve yokluk duygusunu yaşatmıyordu. Yetişip toplum içerisinde saygın bir yer edinebilmesi için onu, yakından takip ediyor ve bütün imkanlarını seferber ediyordu. Maddi ihtiyaçlarının yanında manevi boşluklarını doldurmak için de elinden geleni yapıyordu. Hz. Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) peygamberlik vazifesinin verilmesinin ardından O’na ilk iman edenlerden Hz. Ebû Bekir, birçokları gibi Mistah, annesi Selma ve kız kardeşi Hind ile de ilgilenmiş ve onların gönüllerini, Cenâb-ı Hak ile buluşturmuştu. Mekke döneminin çetin yıllarında hep yanlarında olmuş ve hicrete kadar bu sıkıntılı süreci atlatmaları adına onlara her türlü desteği vermişti. 

Allah ve Resûlü için malını mülkünü, yurdunu yuvasını arkada bırakıp Medine’ye, hicret edenler arasında yirmi iki yaşındaki Mistah ve ailesi de vardı. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) burada “Muahat” projesini devreye sokup Muhacirlerle yerli Müslümanları hayata tutunma, birbirinin elinden tutma adına kardeş yapınca Mistah’ı da Hz. Zeyd İbn-i Müzeyyen (radıyallahu anh) ile kardeş ilan etmişti. Kardeşlerine sahip çıkma adına ortaya konulan olağanüstü fedakârlıkları tebrik, tebcil ve tescil için Allah, yerli Müslümanları Kur’ân’da “Ensar” ünvanıyla yad ediyordu. Buna rağmen Muahat süresince de Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh), ihsanını kesmemiş; Mistah ve ailesine yardım etmeye devam etmişti.

Hz. Mistah, Bütün Cephelerde Yerini Alıyor

Bu arada Müslümanların Medine’ye hicretini de hazmedemeyen Mekkeliler, rahat durmuyor, her fırsatta elini silaha atıyor, İslam’ı ve Müslümanları bitirme adına Medine’ye saldırıyordu. Başka kabileler de aynı niyetle toplanıyor ve her seferinde Müslümanların temel hak ve hürriyetlerini muhafaza için Allah Resûlü, ashabıyla birlikte yola koyuluyordu. Bütün bu mücahede zeminlerinde bir nefer gibi Mistah da yerini alıyor ve Allah yolunda koşturuyordu. 

Uhud’un üzerinden 21 ay geçmişti. Bu arada Müslümanlar hüsn-ü niyet ve zanlarının kurbanı olmuş; Ashab-ı Suffe’nin dört yıllık birikimini bir haftada kaybetmişlerdi. Reci ve Maune’de yetmişi aşkın sahabî, tuzağa düşürülüp şehit edilmişti. Peşinden Nadiroğulları ihanet ve isyan etmiş, altı günlük kuşatmanın ardından Medine’den çıkartılmışlardı. 21 ayda 150 civarında ashâbını kaybeden Allah Resûlü, acısını ve hüznünü sinesine gömmüş ve söndürmek isteyenlere rağmen Allah’ın nurunu gönüllerde tüttürme adına hız kesmeden vazifesini yerine getirmeye devam ediyordu. Fakat iman adalet, hak hakikat, hayır hasenat, ilim hikmet düşmanlarının plan projeleri hiç bitmiyor; biri birini takip ediyor ve her seferinde farklı bir kimlik altında Medine’nin üzerine yürüyordu. 

Medine’den Hayber’e geçen Nadiroğulları yapıp ettiklerinden ders çıkartmak yerine düşmanlıklarına kaldıkları yerden devam etmiş; tek tek bitiremedikleri Müslümanları, bütün yarımadayla birlikte yok etme gayretinin içine girmişlerdi. Arap kabilelerini geziyor, nefret tohumları ekiyor, rüşvetle kabileleri ikna edip ittifaklar kuruyor ve farklı hizipleri, Müslümanlar aleyhine beraberce hareket etmeye davet ediyorlardı. Etkili de olmuş Medine’ye topyekûn saldırma adına birçok kabileden söz almışlardı. 

Münafıklar, Hane-i Saadete Saldırıyor

Ahzab/Hendek savaşından üç ay öncesiydi. Allah Resûlü’ne bir haber ulaşmıştı. İlk günden beri Mekkelilerin safında yer alan Mustalıkoğulları, şimdiden hazırlıklara başlamış ve civar kabilelerle birlikte Medine’ye saldırmak için Müreysi kuyusu civarında toplanmaya başlamışlardı. Haberi tetkik ettirdikten sonra Allah Resûlü, tehlikeyi savmak, Müslümanların temel hak ve hürriyetlerini savunmak için Müreysi seferine çıkmıştı. Bu yolculukta kendisine hanımı Hz. Âişe (radıyallahu anha) eşlik ediyordu. Orduya katılanlar arasında sefer boyunca birçok fitneye sebep olacak münafıklar da vardı. Müreysi’ye varıldığında Mustalıkoğullarıyla karşı karşıya gelinmiş ve bir saatlik mücadeleden Müslümanlar galip çıkmıştı. Zaferi hazmedemeyen baş münafık Abdullah İbn-i Übeyy, inananları birbirine düşürmek için her fırsatı değerlendirmeye çalışıyordu. Öyle ki bu sefer sırasında Münafikûn Sûresi inmiş; onun ve adamlarının, plan ve projelerini deşifre edip ifşa etmişti.

Kinine intikam duygusu da eklenen baş münafık, gözü dönmüş bir halde içindeki zehri, İslam bünyesine boşaltabileceği bir fırsat kolluyordu. Medine’ye dönüş yolunda düşürdüğü gerdanlığı aramaya çıkan ve döndüğünde ordunun hareket ettiğini gören Hz. Âişe (radıyallahu anhâ), yokluğunun fark edileceği düşüncesiyle olduğu yerde beklemeye karar vermişti. Bu sırada ordunun en arkasından gelen ve yolda dökülenleri toplamakla görevli Safvân İbn-i Muattal, onu fark etmiş ve devesine bindirip orduya yetiştirmişti. Bu olayı haber alan baş münafık, kararını vermişti. Müminlerin annesi Hz. Âişe’ye (radıyallahu anh) iftira atacak, mücadeleyi ahlaksız bir zemine taşıyacak ve Allah Resûlü’nü hiç beklemediği yerden ailesinden vuracaktı. Nitekim öyle de yapmış ve yaptığını da Allah Resûlü, Medine’ye varmadan topluma yaymıştı.

Hz. Mistah, İftira Kampanyasının Etkisinde Kalıyor

En olmayacak şey olmuştu. Bu iftiranın tesiri altında kalan birkaç samimi Müslüman da olaydan etkilenmiş ve üretilen bu büyük iftirayı dillerine dolamışlardı. İşte onlardan birisi de yıllardır Hz. Ebû Bekir’in (radıyallahu anh) kendisine kol kanat gerdiği, kendi evlatlarından ayırmadığı Mistah İbn-i Üsâse idi. Dillendirip yaydığı iftiranın kimin iffetine ve itibarına dokunduğunun farkında değildi. Hatta Hz. Âişe’nin kendisine atılan bu iftirayı haber alması da Mistah sebebiyle olmuştu.

Ebû Bekir hanesinin adeta bir sakini haline gelen Mistah’ın annesi Hz. Selma, günlerdir hasta yatağında yatan Hz. Âişe’nin koluna girmiş onu, gece ihtiyacını gidermesi için Menâsı’ya götürüyordu. Yolda çarşafına takılıp düşen Hz. Selma, bu esnada “Mistah yüzünün üstüne düşsün, kahrolsun!” diyerek oğluna beddua etmişti. Şaşıran Hz. Âişe, “Ey anacığım! Sen ne diye oğluna beddua ediyorsun?!” diye sormuş ama Hz. Selma susmayı tercih etmişti. İkinci kez çarşafa takılıp düşünce yine ağzından aynı sözler dökülmüştü: “Mistah yüzünün üstüne düşsün, kahrolsun!” Hz. Âişe bu sefer “Ey anacığım! Sen oğluna, Bedir savaşında bulunmuş bir zâta ne diye beddua ediyorsun?!” diye sormuştu. Bunun üzerine Hz. Selma: “Vallahi ben ona seninle alakalı olaydan dolayı beddua ediyorum. Yoksa sen onun söylediklerini işitmedin mi?!” cevabını vermiş, Hz. Âişe, “O neler söylemiş?” diye sorunca da müfterilerin uydurduğu ve oğlu Mistah’ında onların etkisinde kalıp dillendirdiği iftirayı haber vermişti. Zaten hasta olan Hz. Âişe duyduklarıyla tamamen takatten kesilmiş hatta bayılmıştı. 

Görüldüğü üzere Hz. Âişe (radıyallahu anhâ), Mistah’ın annesine “Anacığım!” diyecek kadar Mistah ve ailesi, Hz. Ebû Bekir hanesine yakındı. Fakat Hz. Mistah, yıllardır kendisine ve ailesine kol kanat geren haneye, annesi ve canından çok sevdiği Peygamberinin hanımı Hz. Âişe’ye atılan bu çirkin iftirayı dilinden düşürmüyordu. Ayetin ifadesiyle Allah katında pek büyük bir vebal olan iftirayı dillendirmeyi, basit ve önemsiz bir şey zannediyordu. Halbuki ona düşen “Böylesi iftiraları ağzımıza alamayız, böyle şeyler bize yakışmaz. Hâşa! Bu pek büyük, pek çirkin bir bühtandır.” demek; çok iyi tanıdığı insanlara atılan bu iftiranın önüne en azından kendi adına sed çekmekti. 

Hz. Âişe’nin kendisine atılan iftirayı haber almasının üzerinden çok geçmemişti ki Cenâb-ı Hak, Nur Sûresi’ni indirmiş ve bu büyük ithamın tamamen iftira olduğunu beyan etmiş; iftiraya kurban edilmek istenen iki müminin de tertemiz olduklarını ilan etmişti. Nihayet gerçek ortaya çıkmış; müfteriler ve onların yürüttüğü algı operasyonunun etkisinde kalıp iftirayı dillendirenler yaptıklarıyla ortada kala kalmışlardı. 

Hz. Ebû Bekir, Hz. Mistah’a Bir Daha Yardım Etmeyeceğine Yemin Ediyor

O güne kadar dişini sıkıp sabreden Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh), akrabalık bağı ve fakirliğinden dolayı yıllardır kendisine sahip çıkıp nafaka verdiği Mistah için “Vallahi ben, bundan sonra Mistah’a hiçbir şey vermem!” diyerek yemin etmişti. “Ebû Bekir ailesinin başına tarih boyunca bundan daha ağır bir şey gelmedi” diyen Hz. Ebû Bekir, haklı gibi gözüküyordu. Zira onlara bu ağır imtihanı yaşatanların arasında 27 yıl boyunca her fırsatta sahip çıktıkları Hz. Mistah da vardı. Fakat Cenâb-ı Hak, bu duruştan razı olmamış; ayetler indirip bu türlü durumlarda müminlerin nasıl hareket etmeleri gerektiğini beyan etmişti.

Öncelikle Mistah gibi samimi ama söylentilere kapılıp mümine yakışmayacak hal ve hareketler ortaya koyan insanları uyarmıştı: “Ey iman edenler! Sakın şeytanın izinden gitmeyin! Her kim şeytanın peşinden giderse bilsin ki o kendisinden hep fena, çirkin ve meşrû olmayan şeyleri yapmasını ister. Eğer Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, sizden hiçbiriniz asla temize çıkamazdı. Ancak Allah dilediğini temizleyip arındırır. Çünkü Allah her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.”1 Ardından da Hz. Ebû Bekir’e seslenmiş ve şöyle buyurmuştu: “İçinizden fazilet ve imkân sahibi olanlar, akrabalara, fakirlere, Allah yolunda hicret etmiş olanlara sadaka vermeme hususunda yemin etmesinler! Affedip müsamaha göstersinler. Siz de Allah’ın sizi affedip müsamaha göstermesini arzu etmez misiniz? Allah gerçekten gafurdur, rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur).2

Asıl Kayıp, Hayırlı Hizmetlerden Vazgeçmektir!

Hz. Ebû Bekir’e, onun şahsında bütün müminlere verilmek istenen mesaj, açık ve netti. Her şeyden önce mümin, başkalarının yaptığına takılmamalı, her halükârda kendisine yakışan tavır ve davranışı ortaya koymalıdır. Birilerinin yaptığı yanlışlar veya kötülükler onu, düne kadar yaptığı hayırlı hizmetlerden velev ki kıymeti bilinmese hatta ihanetle karşılık verilse bile alıkoymamalıdır. Zira mümin, asıl kaybı, birilerinin, itibarına yaptığı saldırılarla değil Allah’ın razı olduğu hayırlı işleri terk etmekle yaşardı. Bundan dolayı hiçbir kötülük onu, hak olanı yapmaktan, doğru olana yapışmaktan uzaklaştırmamalıdır. Hatta mümin, mümkün mertebe kötülükleri, iyilikle savmalı; hataları, hayır hasenatla karşılamalı; kendisine yapılanları, af ve müsamaha ile göğüslemelidir ki Rabbi de ona, kötülükleri, hataları ve yanlışları karşısında aynı şekilde muamele etsin. Nitekim verilen mesajı hemen alan Hz. Ebû Bekir, ayete göre tavrını tekrar ayarlamış ve “Vallahi ben, Allah’ın beni bağışlamasını elbette arzu ederim.” buyurarak bu olaydan dolayı kestiği yardımı, Mistah’a vermeye tekrar başlamıştır. Hatta “Vallahi ben artık bu yardımı, ondan hiçbir zaman kesmem!” buyurmuş; onunla ve ailesiyle eskisinden daha fala ilgilenmiştir.

Hz. Mistah, Hatasını Anlayıp Tevbe Ediyor

Kendisine had cezası tatbik edilen Hz. Mistah (radıyallahu anh), hatasını anlayıp tevbe ve istiğfarda bulunmuş; hayatının geriye kalanını daha dikkatli bir şekilde Kur’ân ve Sünnet çizgisinde sürdürmüştür. Kader planında meseleye bakılacak olursa bu hadise göstermektedir ki insan, 18 yıl peygamberin yakınında yaşasa hatta dinini muhafaza için O’nunla (sallallahu aleyhi ve sellem) Bedir, Uhud vb. meydanlarda cansiperane gayret de etse sürçüp deşebilir; zararı kendine ve başkalarına dokunacak birtakım eylemlere karışabilirdi. Önemli olan gerçek ortaya çıkıncaya kadar sabretmek, çıktıktan sonra da yanlışından vazgeçip hak çizgiye tekrar geri dönebilmektir. 

Münafıkları, Elim Bir Ceza Bekliyor  

Bilinçli ve planlı bir şekilde bu kötülükleri yapanlara gelince Cenâb-ı Hak, onlarla alakalı şöyle buyurmuştur: “O iftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir gruptur. Siz o iftirayı kendi hakkınızda fena bir şey sanmayın, bilakis o sizin için hayırlıdır. O iftiracılara gelince, onlardan her birinin, kazandığı günah nisbetinde cezası vardır. Bu yaygaranın elebaşılığını yapan şahsa ise cezanın en büyüğü vardır.3 Şu kesin ki, hayasızlıktan habersiz, iffetli mümin hanımlara, zina iftirası atanlar, dünyada da âhirette de lânete uğrarlar. Onlara müthiş bir azap vardır. Gün gelecek, dilleri, elleri ve ayakları yapmış oldukları bütün kötülükleri tek tek bildirerek aleyhlerinde şahitlik edecektir.O gün Allah onlara hak ettikleri karşılığı tam tamına verecek ve onlar da Allah’ın, gerçeği açıklayan, Hakk’ın ta kendisi olduğunu anlayacaklardır.”4

Dipnot:

  1. Nûr Sûresi 24/21
  2. Nûr Sûresi 24/22
  3. Nûr Sûresi 24/11
  4. Bkz. Nûr Sûresi 23-26
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.