Aile İçi İletişimde Anlama Gayreti

1.050

Bugün yuvalarda yaşanan problemlere ve bozulan ilişkilere de baktığımızda ilk şikâyetin: “Eşim beni anlamıyor” olduğunu görürüz.  Acaba niçin anlamıyor/anlayamıyor? diye düşündüğümüz de ise cevap çok nettir: “Tabi ki dinlemiyor da onun için.” Peki, niçin dinlemiyor? diye sorulduğunda ortaya çıkacak gerçek: “Anlamayı düşünmüyor ve önemsemiyor ki dinlesin.” olacaktır. Hasılı anlamak, konuşma ve dinlemenin ortak paydasıdır. Ancak bu ortak paydada buluşabilenler sağlıklı iletişimi kurabilirler.

İnsanın anlaşılma ihtiyacı ve arzusu, sevgi ihtiyacı kadar şiddetlidir. Aile bireylerinin, insan psikolojisinin bu temel ihtiyacını gözardı ederek sağlıklı bir iletişim kurmaları düşünülemez. Dolayısıyla sağlıklı bir iletişim için konuşma ve dinlemede hedef, mutlaka birbirini anlamaya çalışmak ve ortak noktalarda buluşmak olmalıdır. Zira birbirini can kulağıyla dinleyip anlamaya çalışmayanların birbirlerinin canı olmaları ya da ilişkilerini canlı tutmaları/sürdürmeleri mümkün değildir. 

Anlamak İçin Niyet Olmalı

Sağlıklı bir iletişimde karşı tarafı anlayabilmek için ilk önce, anlamayı istemek, arzu etmek şarttır. Zira karşısındaki kimseyi anlamayı düşünmeyen, hiç böyle bir niyeti olmayan, konuşsa ve dinliyor gözükse de asla anlayamaz. Dolayısıyla konuşma ve dinlemenin kendinden beklenen hayırlı ve isabetli sonuçları vermesi kişinin anlaşılmayı arzu ettiği kadar anlamayı da arzu etmesine bağlıdır. Yoksa anlamak istemeyenlere anlatmak için vakit kaybetip havanda su dövülmüş olacaktır.

Nasıl her amelin makbuliyeti başında yapılan niyete bağlıdır. Bir manada eylemlerimizi sıradan bir davranış olmaktan çıkarıp salih amele dönüştüren amelin öncesindeki niyettir. Onun için, dinimizde, “Ameller, niyetlere göredir ve herkese iyi/kötü niyetlerinin karşılığı vardır..”1 Ancak böyle iyi ve güzel bir niyetle sağlıklı iletişim adına salih bir daire oluşturulabilir. Unutmayalım ki anlamaya niyeti olan kimsenin iletişimden kısmeti de bol olacaktır. 

Önce Ben Anlamaya Çalışmalıyım

İkinci olarak; burada şunu belirtmek gerekir ki, yuvada herkes, “Ben üstünüm, ben önemliyim, o beni anlasın” diye düşünerek tek taraflı hep kendisinin anlaşılmasını beklerse ilişkilerde yine fasit bir daireye düşülmüş olacaktır. Bu noktada doğru olan davranış “O anlamaya çalışmasa da ben anlamaya çalışmalıyım” düstûrudur. Zira kendisini hep anlatmaya ve anlaşılmaya odaklamış ve bunun için çırpınan bir erkek ya da kadın, derin bir duygusal girdabın  içindedir. Bu noktada artık devreye “ego”lar da girdiği için buradan çıkmaları ya da birbirlerini çıkarmaları da zordur.

İçine düşülen bu fasit daireden çıkabilmenin yolu ise, “O, beni anlasın, niye hep ben onu anlamaya çalışayım” kısır döngüsü değil, Allah için ilk adımı atarak, eşini, din kardeşini içine düştüğü girdaptan kurtarmayı önceleyerek, “Önce ben anlamaya çalışmalıyım yoksa o hiç anlayamaz”temel kriteridir. Bir diğer ifadeyle “eneleri” yarıştırarak anlaşılmayı beklemek değil, karşılıklı hakların korunması için anlama niyet ve gayretine girmektir. 

Anlamanın ve iletişimin önündeki zorlu “karşılıklı inat” bariyerini aşıp fazilet yarışını başlatmaktır. Bu sayede karşılıklı birbirini anlamanın ve uzlaşının önü de açılmış olacak ve kopan iletişim yeniden tesis edilmeye başlanacaktır. Üstünlük meselesine gelince işte bu manada ilk adımı atan kişi, gerçekten üstün bir şahsiyete sahip güzel ahlakıyla takdir edilecek insandır.  

Ancak Can Kulağıyla Dinleyenler Anlar

Üçüncü olarak; anlamak için “can kulağıyla dinleme”, olmazsa olmaz bir şarttır. Zira konuştuğu kimseyi kulak vererek dinlemeyenler kendisine söylenen çok şeyi kaçıracaktır. Halbuki muhatabınızın söyleyebildiği cümlelerin arkasında söyleyemediklerini yakalayabilmek ve  dolayasıyla onu, duygu arka planıyla tam anlayıp isabetli cevap verebilmek ancak aktif dinlemeye bağlıdır. Yoksa anlama gerçekleşmeyecektir.

Her hususta bize rehber olan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bu konuda da eşsiz bir örnektir. Dinlediği herkesi can kulağıyla dinleyen Rehber-i Ekmel Efendimiz, kendisine söylenenleri iyice tahlil eder ve konuşmada yer verilmeyen duyguları da nazar-ı itibare alarak cevap verirdi. Bir gün Hz. Aişe validemize onu hem şaşırtacak hem de sevindirecek bir şey söyledi: “Ya Aişe! Ben, senin Bana kızgın olup olmadığını anlıyorum.” Bunun üzerine Hz. Aişe (radıyallahu anha) “Nereden, nasıl anlıyorsun” diye sordu. Peygamberimiz’in (aleyhissalatü vesselam) onun bu sorusuna verdiği cevap, aslında Efendimiz’in dinlemedeki dikkatini ve anlamadaki yüksek tahlil gücünü de göstermektedir: “Sen, Benden hoşnut olduğunda, ‘Muhammed’in Rabbi’ne yemin ederim’ diyorsun. Bana kızdığın zaman ise, ‘İbrahim’in Rabbi’ne yemin ederim’ diyor ve adımı anmıyorsun.” Bu dikkat ve anlayış karşısında çok memnun olan Hz. Aişe annemiz, “Doğru söylüyorsun ya Resûlallah! Allah’a yemin ederim ki o tür durumlarda ben Senin adını dilimde anmasam da kalbimde daim anarım.” demiştir. 2   

Akıl ve Anlayış Seviyeleri Gözetilmeli

Dördüncü olarak; eşler konuşurken birbirlerinin akıl ve anlayış seviyelerini hatta duygu ve kalb donanımlarını da göz önünde bulundurarak konuşmalıdırlar. Aksi takdirde anlama gerçekleşmeyecek ve sağlıklı iletişim kurulamayacaktır. Zira insanlar akıl ve anlayış seviyelerini ve duygu eşiklerini aşan şeyleri anlamakta zorlanacaklardır. Allah bile insana, kendi donanımlarını aşan sorumlulukları yükleyip onları mesul tutmamıştır.

Allah Resûlünün bu hususta ortaya koyduğu prensib, tebliğ ve eğitimin yanında iletişimin de konuşma ve anlama/anlatma boyutuyla ilgili temel bir esastır: “İnsanlara akılları nispetinde konuşun!”3  Allah Resûlü bu hikmetli yolun bütün peygamberlerin yolu olduğunu da şöyle belirtir: “Biz Peygamberler topluluğu, daima, insanların seviyelerine inmek ve onların anlayabilecekleri şekilde/uslüpta konuşmakla emrolunduk.”4 Dolayısıyla sağlıklı bir iletişim için konuşan kimse mutlaka eşinin/muhatabının anlama kabiliyetini  göz önünde bulundurmalıdır. Mevlana’nın da çok veciz bir şekilde ifade ettiği üzere “Sen ne söylersen söyle anlattıkların, muhatabın anladığı kadardır.” 

Ancak anlama kabiliyetini  sadece zihin ve idrak kapasitesiyle sınırlı değerlendirmemek gerekir. Bilakis hadis-i şerifteki “seviyelerini gözetmek ve onların anlayabileceği bir şekilde/uslüpta konuşmak” ifadeleri daha kapsamlı ele alınmalıdır. Zira sağlıklı bir iletişim için gerekli olan “anlama” eylemi, muhatabın neşet ettiği ortamın, yaşadığı sosyal çevrenin, psikolojik yapısının ve buna bağlı olarak şekillenen düşünce ve anlam dünyasının hesaba katılmasını gerektirmektedir. Hatta buna muhataplarımızın sahip olduğu inanç, ahlak, kültürel değerleri ve mali imkanları da mutlaka katılmalıdır. 

Allah Resûlü bu ölçüyü tavsiye ederken kendisi de hayatı boyunca hem tebliğinde hem de ikili ilişkilerinde daima bu prensibi tatbik etmiştir. Kullandığı dilin sadeliği, mantık örgüsündeki sağlamlığı ve hem akla hem de ruha aynı anda seslenebilen câmiiyyetiyle sağlıklı iletişimin en güzel örneklerini sergilemiştir. Bu yönüyle Efendimiz’i tarif eden ashab-ı kiram, “O’nun konuşmaları, her dinleyenin rahatlıkla anlayabileceği sadelikte ve netlikteydi.”5 demektedir.

Anlamayı Bilmek!

Anlama ve anlaşma farklı açılardan ele alınabilir. Anlama, sadece konuşulan dilin bilinmesi veya sözcüklerin ne anlama geldiğini bilmekle sınırlardırılırsa yine sağlıklı iletişim kurulamaz. Zira “anlama” eylemi sadece sözcüklerle mümkün olmaz. Cümlelerin ötesinde birbirlerini ruh ve duygular arka planıyla da tanımaları ve anlamaya çalışmaları şarttır. Bunun içindir ki: “Eşim beni hiç anlamıyor” şikâyetinin arkasında yatan kronik sebep, iletişimde, duyguların varlığının hesaba katılmamasıdır. Bu durum ise iletişim açısından insanın ruh ve duygularının inkârı manasına gelir ki bir diğer ifadeyle bu “eşin ve eşliğin yanında kişiliğin de inkârı” demektir. 

Karı-kocanın ise birbirini böyle yok sayarak sağlıklı bir iletişim kurmaları/geliştirmeleri asla mümkün değildir. Dolayısıyla sağlıklı iletişim, muhatabı duygularıyla anlama ve ona göre davranış sergileyebilmeye bağlıdır. Yoksa kadın, “erkek ruhunu” tanıyıp keşfetmez önemsemezse, erkek de “kadın ve kadınlık ruhunu” nazar-ı itibare almaz ve değer vermezse iletişim kurulamayacaktır. Bu hususa Efendimiz’in hayatından çok çarpıcı bir misal olarak şu olayı verebiliriz:

 Hz. Aişe validemiz diyor ki:  “Safiyye (r.anha) gibi güzel yemek yapanı görmedim. Bir defasında Resulullah (sav) benim odamda iken, Safiyye ona yemek yapıp göndermişti. Bunu görünce içimde şiddetli bir kıskançlık hissettim. Öyle ki beni bir titreme sardı. Duygularıma hâkim olmayıp gidip kabını kırdım, sonra da pişman oldum ve: ‘Ey Allah’ın Resulü’ dedim, ‘yaptığım bu hareketin keffareti nedir?’ ‘Tabağa aynıyla tabak, yemeğe misliyle yemek’ buyurdular”6 

Burada görüldüğü gibi yaşananları seyreden Peygamberimiz ona sert çıkmıyor, azarlamıyor ve herhangi bir kötü söz söylemiyor. Zira Efendimiz onu duygularını nazara alarak anlıyor. Onun bir kadın olarak kıskançlık göstermesinin ve maksadı aşabilen yanlış bir tepkiye girmesinin normal olduğunu düşünüyor. Ve bu yanlış tepkiye karşı bağırıp çağırarak değil de kırılan tabak parçalarını toplayıp kirlenen yeri silerek cevap veriyor. “Varsın kırılan tabak olsun ama kalp kırmayalım” anlayışıyla hareket ediyor. 

Bu fevkalede anlayış ve davranıştan etkilenen Aişe validemiz de doğru cümleleri buluyor: “Ya Resûlellah! Yaptığım bu yanlış davranışın keffareti nedir?” diye soruyor.  Bu soruyla da Efendimiz’in kendisini duygu arka planıyla anlaması karşısında yaptığı hatadan sıyrılma imkânına kavuşuyor. Ahlak-ı âliyenin yeryüzündeki en güzel mümessili Yüce Resûl de ona makul bir çıkış yolu gösteriyor. Bu öyle makul bir yoldur ki Efendimiz sadece onu hatalı davranışından kurtarmakla kalmıyor aynı zamanda Hz. Safiyye validemize karşı da gönlünü yumuşatıyor. “Misliyle yemek” diyerek karşılıklı hediyeleşmeyle araya husumetin girmesine de fırsat vermiyor. İşte büyük bir kavgaya sebebiyet verecek bir olay, “duygu arka planıyla anlama” sayesinde eskisinden daha sağlam bir iletişim ve kaynaşmaya dönüşebiliyor.

Anlama, Aklın Değil Kalbin İşidir

Kur’an- Kerim’i incelediğimizde şu hakikatle karşılaşmaktayız ki görme göze, işitme kulağa nispet edildiği gibi genellikle anlama da kalbe isnad edilir. Bu anlamda bir çok ayette: “…Kalpleri var fakat onunla anlamazlar…”7 ifadeleriyle karşılaşırız. Hatta anlamayanların kalplerinin mühürlendiğini ya da üzerlerinde anlamaya engel perdeler olduğu ifade edilmektedir.8 Genelde akla nispet edilen “akletme” ameliyesi bile sadece bir ayette yine kalbe nispet edilir.9

Demek ki sağlıklı iletişim için muhatabımızı anlama adına akılla birlikte kalbin devreye sokulmasına ihtiyaç vardır. Hatta kalp önde, akıl onu tabi kılınmalıdır. Zira insanlar birbirini akıldan ziyade kalbiyle sever. “Anlamaya çalışma” ameliyesi de ancak kalpteki bu sevgi üzerine bina edilebilir. Çünkü gerçekten muhataplarına sevgiyle yaklaşan, sevgiyle bakan anlar ve anlaşılır. Meselelerini sevgi potasında merhamet ve mülayemetle çözme niyetinde olanlar anlar ve bir şekilde anlaşır. Dolayısıyla iletişim için mutlaka kalb ve akıl birlikteliğine, sevgiye ve merhamete ihtiyaç vardır. Kalpsiz iletişim düşünülemez.

Elhasıl iki akıllı insanın sağlıklı bir iletişim kurabilmesi için onlara bir de kalp lazımdır. Yoksa  birbirini anlayamayacak ve anlaşamayacaklardır. Sonunda akıllarını önceleyerek birbirlerine egolarını dayatmaya çalışacak ve kalblerini ihmal etmenin bedelini birlikte ödeyeceklerdir. Sözün özü, kalb olmayınca anlama zorlaşır. Tolstoy’un ifadesiyle, “Her şeyi, ama anladığım her şeyi, yalnızca sevdiğim için anlıyorum.” İşte kalbteki sevgiyi ve kalbi harekete geçirip sağlıklı iletişimi başlatabilmenin yolu ise “empati”den geçer.

Yazar: Dr. Selim Koç

Dipnot:

  1. Buharî, Bed’u’l-Vahy 1; Müslim, İmâre 155
  2. Buhari, Nikah 108; İbn Sa’d, Tabakât, X/62
  3. Buharî, Edeb 34; Ebu Dâvud, Edeb 20
  4. Deylemî, Müsned, I/398
  5. Buharî, Edeb 18
  6. Ebu Davud, Büyu’ 91; Nesai, İşretu’n-Nisa 4
  7. A’raf, 7/179
  8. Bkz. En’am, 6/25; Tevbe, 9/87; İsra, 17/46; Kehf, 18/57; Münafikûn, 22/46
  9. Bkz. Hac, 22/46
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.