Aile İçi Tartışmalarda Üslup ve İletişim

2.217

Günümüzde aile içi iletişimi sekteye uğratan ya da bozan etkenlerden birisi de gereksiz ve faydasız tartışmalardır. Zira tartışma, ilk bakışta masum ve makul hatta iletişimin olmazsa olmaz bir parçası olarak görülse bile kurallarına uygun yapılamazsa zaman içerisinde gönüllerdeki sevgi ve saygıyı aşındıran ve yıpratan menfi bir yönü de vardır. Maalesef çoğu kez de bu başarılamadığı için faydadan çok zarar getirmektedir. Böyle olunca da zahiren sağlıklı iletişim kurmak için birbiriyle tartıştıklarını söyleyen eşler zamanla birbirinden soğur ve uzaklaşır. Hatta yaptıkları tartışmaların kendilerine ve yuvalarına verdikleri zararın farkına bile varamayan eşler, “Acaba birisi bize büyü mü yaptı?” “Yoksa ilişkimize birisi nazar mı değdirdi?” diye de çevrelerinde suçlu aramaya başlar. Halbuki suçlu, dışarıda değil içeride ve başkası değil kendileridir. Tartışmanın temel ilkelerini bilmeyen ya da bildiği halde onları bir kenara bırakıp kendi doğrularından başka doğru tanımayan nefisleridir.

Dolayısıyla tartışmanın, kendisinden beklenen faydaları verebilmesi ve zararlarından emin olunabilmesi için sağlıklı bir zeminde ve belli usullere göre yapılması gereklidir. Bunları başlıca şöyle inceleyebiliriz:

Son Karar Rabbin Huzurunda Verilecek Şuuru

Aile içi ya da ailevî meselelerin dışında da olsa herhangi bir konuyu tartışırken ihsan şuuruyla hareket edilmelidir. Zira Allah, kullarının her haline muttalidir. İhtilaf edilen ve tartışılan her konu da haşir günü O’nun huzuruna getirilecektir. Kur’an’ın beyanıyla: “Hiç şüphe yok ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Sonra da büyük duruşmanın olacağı kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda birbirinizle davalaşacaksınız.”1 Hatta bu ayet-i kerime nazil olduğundaZübeyr İbn-i Avvam, “Ya Resûlallah! Dünyada aramızda olup-biten davalar, tartışmalar, kıyamet günü bize tekrarlanır mı?” diye sorar. Bunun üzerine Allah Resûlü, “Evet!” buyurur. Bu cevabı duyan Hz. Zübeyr, “O zaman iş, çok şiddetlidir”2 der. Dolayısıyla tartışılan bir konuda haklı olup olunmadığına bakılmadan sırf nefsanî duygularla hareket etmekten sakınmalı, ötelere farkında olunmayan birçok hakla gidilmemelidir. 

Aksi takdirde, konuşan kimseler herhangi bir sorumluluk duygusu hissetmeden konuşur ve bu da iletişime zarar verir. Kur’ân-ı Kerim, Asr-ı Saadet döneminde yaşanan bir hadiseyi bize aktararak bu konuda müşahhas bir örnek sunar:

Ensar’dan Evs İbn-i Sâmit, bir gün hanımı Havle binti Sa’lebe’ye kızıp, “Senin sırtın bana anamın sırtı gibidir” demiş ve zıhâr yapmıştı. Çok geçmeden de bu yaptığına pişman olmuştu. Ancak Hz. Havle, o günkü geleneklere ters düşen bu beraberliği onaylamıyordu. Fakat yuvasının da bu yüzden dağılmasını istemiyordu. Sonunda çareyi Allah Resûlü’ne başvurmakta buldu ve durumu Peygamberimiz’e bütün detaylarıyla anlattı; gençliğini kocası uğruna tükettiğini, ona çocuklar verdiğini ama şimdi kendisine yapılan zıhâr adlı boşamadan dolayı ortada kaldığını, buna bir çözüm bulması gerektiğini ısrarla ifade etti. Ancak Efendimiz kendisine, bu konuda yeni bir vahiy gelmediğini ve bilinen haramlık hükmünden başka bir yol olmadığını belirti. Hz. Havle, durumunun çok vahim olduğunu tekrar tekrar ifade ederek ısrar ediyordu. Bütün ısrarlarına ve adeta bu hususta Efendimizle dikkatli bir şekilde tartışmasına rağmen beklediği cevabı alamamıştı.

Hz. Havle, artık ikili konuşmanın ve ısrarcı olmanın faydası olmadığını görünce bir köşeye çekilmiş ve içini Rabbine dökerek şöyle yalvarmaya başlamıştı: “Allahım! Çok yalnızım. Bu ayrılık bana çok acı veriyor. Küçük çocuklarım var; onları babalarına bıraksam perişan olacaklar, kendim alsam aç kalacaklar. Halimi, Sana arz ediyorum. Beni bu sıkıntıdan kurtar! Resûlü’nün dilinden bir vahiy indir.” Havle (radıyallahu anha) duasını bitirdikten kısa bir zaman sonra da ayet nazil olmaya başlamıştı. Biraz sonra Havle’yi çağırtan Allah Resûlü, evliliğinin kurtulduğunu söyleyerek ona bu konuda yeni inen ayetleri okudu ve kendisini müjdeledi.3

Bu konuda inen ayetler şöyle başlıyordu: “Kocası hakkında sana başvurup tartışan/hakkını arayan ve halini Allah’a arz eden o kadının sözlerini elbette Allah işitti. Allah, ikinizin karşılıklı konuşmasını işitir. Çünkü Allah semi’dir, basîrdir (her şeyi işitir ve görür.)”4 Hatta bu olaya şahit olan Hz. Âişe validemiz, “Bütün sesleri işiten Allah ne yücedir! O kadın durumunu anlatırken ve Allah’a yalvarırken öylesine yavaş ve fısıltıyla konuşuyordu ki dediklerinin bir kısmını işitemiyordum.”5 diyerek adeta ilk ayetin, “Çünkü Allah her şeyi işitmekte ve görmektedir” mealindeki fezlekesini tefsir etmiş oluyordu. Dolayısıyla bugün zahiren sadece kendi aralarında tartıştıklarını zanneden kimseler, Allah’ın, karşılıklı konuşmalarını işittiği bilincini asla kaybetmemelidirler. Zira bu şuur onları birçok yanlış söz ve davranıştan koruyacaktır.   

Mesele, Allah’a ve Resûlü’ne Arz Edilmelidir

Aile içinde tartışılan bir mesele hakkında ayet ya da bir hadis varsa, mevzu tartışmayla vakit kaybetmeden ve ilişkilere zarar vermeden doğrudan doğruya Kur’ân’a ve Sünnet’e arz edilmelidir. Bu hususta Kur’ân’ın müminlere olan emri açıktır: “Hayır, hayır! Rabbine and olsun ki aralarında baş gösteren anlaşmazlıklarda seni hakem ya da hakim kabul edip, sonra da senin verdiğin hükme içlerinde hiçbir sıkıntı ve itiraz duymadan  tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça iman etmiş olmazlar.”6 Dolayısıyla ihtilaf edilen meseleler hakkında her ne kadar bizim bir görüş ve kanaatimiz olsa da doğru olan, hakkında ayet ya da hadis olan mevzular önce oradan bakılmalı, Kur’ân ve Sünnet’in hakemliğine teslim olunmalıdır. Aksi takdirde Kur’an ve Sünnet’i hayatlarının dışında tutup meseleyi sadece tartışarak çözmeye çalışanlar, hem günahkar olurlar hem de vahiy ve sünnetin feyiz ve bereketin de mahrum kalırlar. 

Tartışmada Boğulmamalı, Hakka Teslim Olmalı

Tartışma esnasında insan çoğu zaman itidali koruyamaz ve “Her halükârda galip gelmeliyim” diye bilginin doğruluğuna ve yanlışlığına bakmadan delil olarak kullanır ve bu yolla muhatabını susturmaya ya da yenmeye çalışır. Kendi aralarında herhangi bir meseleyi münazara edenler bu hususta dikkatli olmalı, tartışmada haddi aşmamalı ve egolarında boğulmamalıdırlar. Bu mevzuda ümmetini ikaz eden Peygamber Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın en ziyade buğz ettiği kimse, tartışma esnasında (haklı çıkmak için batıla dalıp) şiddetli bir şekilde mücadeleye devam eden kimsedir.”7 Dolayısıyla tartışmada haklı çıkmak değil hakkı birlikte bulmak esas alınmalıdır. Yoksa bu ölçü korunamaz ve tartışma sürdürülürse hem tartışmadan elde edilecek fayda devşirilemez hem de Allah Resûlü’nün beyanıyla büyük bir günaha girilmiş olur: “Günah olarak sana (haksız olduğunu bile bile) tartışmayı devam ettirmen yeterlidir.”8

Bu tür durumda eşler farkında olmadan birbirini kaybettiği gibi günaha da girerek ahirette de birbirlerine kaybettirirler. Dolayısıyla burada ve ötelerde kazanmanın yolu, hak ortaya çıkınca diretmek değil onu kabullenmek ve haklı olandan dilenecek özür varsa dilemek ya da ortada kul hakkı varsa helalleşmektir.

Tartışmada Sulh Esas Alınmalı

Aile içi meseleler tartışılırken dikkat edilmeyen hususlardan birisi de sulh çizgisidir. Kur’an’ın bilhassa ailevî meselelerde tartışmada verdiği ölçü, “…Sulh, daima hayırlıdır…”9 ilkesidir. Buna göre eşler konuşacakları meseleyi daha için başında ele alırken ortak bir noktada buluşmayı hedeflemeli, bunda muvaffak olamasalar bile en azından daima sulha açık bir kapı bırakmalıdırlar. Egolarına kapılıp birbirlerini hiç anlaşamayacakları düşmanları olarak görmemelidirler. Zira evlilikte, kadın ve erkek birbirinin rakibi, düşmanı değil eşi, kardeşi ve tarafıdır. Tartışma masaları da savaş meydanı, eşler de farklı cephelere mevzilenmiş düşman güçleri değildir. Bir beşer olarak içlerine düşmanlık duyguları geldiğinde ise kardeşliği ve aralarında gözetilmesi gereken sıla-i rahimi nazar-ı itibara alarak Allah Resûlü’nün verdiği şu düstura göre hareket etmeyi başarmalıdırlar: “Düşman arıyorsan senin en şiddetli/tehlikeli düşmanın, iki yanın arasında bulunan nefsin (yani egondur.)”10

Bu sayede nefis ve şeytanın, muhaverelerin içine girerek üslubu bozmasına imkân ve fırsat verilmemelidir. Karşılıklı konuşmalar, daima kardeşlik, dostluk, sevgi, saygı, merhamet ve sulh çizgisinde sürdürülmelidir. Zaten ortak bir noktada buluşmayı ve sonunda kucaklaşmayı getirecek olan da sadece sözler değil bu temel ilkelerin korunmasıdır. Bu ölçülerin korunması ve ilişkilerde yaşatılmasından nice hayır ve güzellikler sökün edecektir. Aksine bu esasların gözetilmediği münazaralarda, hiç beklenmedik bir anda bazen bir kelimeden bazen bir cümleden bazen de hiç önemsenmeyen jest ve mimiklerden ortaya yeni düşmanlıklar çıkacak ve bundan dolayı aile içinde, meydan muharebeleri yaşanmaya başlayacaktır. 

Kaldı ki devreye düşmanlık duygularının girdiği durumlarda bile eşler nefislerine hakim olup aralarındaki eşlik ve kardeşlik köprülerini tamamen yıkmamaya çalışmalıdır. Zira her ne olursa olsun karşıdaki düşman değil eştir. Bugün aralarında bir meseleden dolayı muvakkat bir sıkıntı yaşansa bile yarın bu geçtiğinde yeniden barışmak ve bir araya gelmek isteyebilirler. Bunun için bir tartışma anında Allah Resûlü’nün insanlığa verdiği temel ölçülerden birisi de şudur: “Sevdiğini ölçülü sev, belki bir gün düşmanın olabilir. Kızdığına da ölçülü kız, belki bir gün dostun olabilir. “11 Aksi takdirde tamamen düşmanlığa kilitli, insaf ve adaletten uzak yaklaşımlar ve sözler, kalpleri katılaştıracak; duygulara kin ve nefret tohumlarını ekecektir. Derken ortada ne vefa ne kardeşlik ne eşlik ne de yarın bir araya gelinmek istediğinde birbirine dönebilecekleri bir dostluk zemini kalmayacaktır. Bu konuda sonradan yaşanan pişmanlıklar ise fayda vermeyecektir.

Tartışmada Boğulmak Nifaktan, Onu Bir An Önce Sonlandırmak İmandandır

Bir tartışma anında sulhu değil de düşmanlığı önceleyen ve onu derinleştirenleri bekleyen manevi bir tehlike de nifaktır. İlk bakışta ölçüsüzce tartışmaların nifakla bir irtibatı kurulamayabilir. Fakat Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) münafıkların alametlerini saydığı hadislerinin birisinde, yalan söylemenin, söz verip sözünde durmamanın ve emanete ihanet etmenin yanında dördüncü olarak, “Tartıştığında haddi aşmayı, tartışmada boğulmayı ve galip gelmek için haktan uzaklaşarak batıla ve yalana dalmayı ve bu yüzden karşı tarafa haksızlık yapmayı” da sayar.12 Bundan dolayıdır ki Allah Resûlü “Kardeşinle asla tartışmaya dalma ve ona karşı aşırı mizah da yapma ve yerine getirmeyeceğin bir şeyi de ona va’d etme!”13 buyurur. 

Buna mukabil ise tartışmayı uzatmamak, onu bir an önce sonlandırıp birlik, beraberliğe ve uhuvvete zarar vermemek imanın kemalindendir ve bunun mükafatı da büyüktür.: “Haklı bile olsa tartışmayı sonlandırma adına ilk adımı atan kimseye cennetin kenarında bir köşk verileceğine ben kefilim. Şakadan bile olsa yalan söylemeyen kimseye cennetin ortasında bir köşk verileceğine kefilim. Yine iyi huylu kimseye de cennetin en yüksek yerinde bir köşk verileceğine kefilim.”14 Dolayısıyla en hayırlı en kârlı tartışma en hızlı şekilde sonlandırılan tartışmadır. Erkek ve kadın herkes, bu şaşmaz prensibi hayatında ilke olarak benimseyip ona göre davranırsa yuvalarda tartışmalar, sulh çizgisinden çıkarak kavgaya ve düşmanlığa dönüşmeyecektir. Kaldı ki bu ölçüyü yaşayan ve yaşatanlar ötelere gidip de kendilerine, Resûlüllah’ın cennette va’d ettiği ve kefili olduğu köşkü bulmadan önce, kendi yuvalarının cennet köşklerinden bir köşke dönüşmeye başladığını da göreceklerdir.

Tabii her meselede tartışmanın çok popüler olduğu günümüzde, insanın aklına şu düşünceler de gelebilir. “Ben haklıyım. Niye vazgeçeyim ki? Tartışıp hakkımı zorla alırım. Niçin hakkımı yedirteyim ki..” vs..  Ancak haklı olmak başkadır, hakkı almak başkadır. İnsan, haklı olabilir ve hakkını talep edebilir. Fakat hak talep edilirken asla haksızlık yapılmamalı, şahsa veya yuvaya ait başka haklara da girilmemelidir. Halbuki hakkını tartışma ve ona bağlı olarak kavga yoluyla almaya kalkan kimseler, mutlaka ciddi kul haklarına girerler. Bağırıp çağırıp karşı tarafa hakaret ederek belki söverek belki de fiili müdahalede bulunarak, haklı bile olsalar günaha ve zulme girerler. Hakkı, hukukla arayacağına kaba güç ve kuvvetle arayarak yuvaya ait nice kul haklarını çiğnerler. Onun için istişare edilerek veya hukuki yollarla halledilebilecek pek çok mesele vardır ki haklı kimseleri, makbul olmayan tartışmalardan dolayı Hak katında da halk nazarında da haksız konuma düşürmektedir. 

Tartışmada Adaletli ve İnsaflı Olunmalı

İnsaf, adalet dairesinde hareket etmek ve lehine de aleyhine de olsa hakikati itiraf ederek, kabullenmektir. Kur’an’ın ifadesiyle: “Ey iman edenler! Kendinizin hatta anne babanızın ve akrabanızın aleyhine de olsa adaletten asla ayrılmayın…”15 emrine imtisaldir. İnsaf, her halükarda “..hislerinize uyup asla adaleti terk etmeyin…”16 ilkesini yaşayabilmek/yaşatabilmektir. Zira bir kimsenin tarafı olduğu konulara, nefsine ve hevasına tabi olmadan her türlü önyargılarından ve su-i zanlarından sıyrılarak anlayışla yaklaşması ve kendini, muhatabının yerine de koyarak meselelere daima empatiyle ve adalet duygusuyla bakması çözümün kendisidir. Aksi takdirde ailenin sahip olduğu bütün birikim, bir anlık öfke, benlik ve gurura feda edilecek ve zulme düşülecektir. Bundan dolayıdır ki büyükler, “İnsaf dinin yarısıdır” demiştir. Zaten insaflı olmayan kimse karşı taraftan insaf da göremez.   

Muhatabının Faziletleri de Görülmelidir!

Adaletli ve insaflı olmanın bir yansıması da tartışmaya başlarken kötülüğü, yanlışı ya da bir eksikliği seslendirilerek tenkit edilen muhatabın, önce faziletleri ve iyilikleri dile getirmelisin. Yoksa sadece kötülük ve eksikleri seslendirilerek söze başlama, muhatabı gerecek ve hakkı değil nefsini müdafaa yoluna sevk edecektir. Kaldı ki tartışmada hedef muhatabı kınayarak yerin dibine geçirmek değil, asıl olan fikri eleştirmek, çürütmek ya da tutarsızlığını ortaya koymak olmalıdır. Bunun için söze, muhatabı yererek başlamak onun kendisini ve fikrini kıyasıya savunmaya geçireceğinden yanlışa düşmesine sebebiyet verir ki bu noktada sebebiyet veren de günahkâr olacağını hatırdan çıkarmamalıdır. 

Bir de böyle acımasızca başlayan ve sürdürülen tenkitlerde mutlaka nefsin/egoların payı vardır. Zira bir insanın her yönünün bütünüyle kötü olması düşünülemez. Mutlaka takdir edilecek faziletleri ve meziyetleri de vardır. Buna göre davranmak daha da adil olmamız sonucunu doğuracak önemli bir vesiledir. Bu hakperestçe yaklaşım karşı tarafın duygularının yumuşamasına ve meseleleri ele alırken onun da dikkatli konuşmasına ve bizim de faziletlerimizi görmesine ve takdir etmesine vesile olacaktır. Bu hususta çarpıcı örneklerden bir tanesi Hz. Âişe ile Hz. Zeyneb validelerimiz arasında yaşanan tatlı rekabete rağmen birbirlerinden bahsederken faziletlerini nazara vermeyi ihmal etmemeleridir.

Mesela, bir defasında Hz. Zeyneb validemiz anılınca Hz. Aişe ondan şöyle bahsetmişti: “…O, Allah Resûlünün katında sahip olduğu değerle benimle denk birisiydi. Fakat gerçekten ben, dinî hayatıyla ondan daha hayırlı, daha takvalı, daha doğru sözlü, daha sadakatli, sıla-i rahimde daha dikkatli bir kadın görmedim. Yine kendisini Allah’ın rızasına yaklaştıracak sadakayı ondan daha çok veren kimseyi de bilmiyorum. Ancak biraz sert bir tabiata sahipti. Ani öfkelenir fakat öfkesine hâkim olur ve hızlı sakinleşirdi.”17

Niyet Okuyuculuğu Yapılmamalıdır

Çözümü beraberinde getirecek tartışmanın temel esaslarından birisi de niyet okuyuculuğu yapmamak ve buna dayalı olarak ya da fikirlerinden dolayı karşı tarafı suçlamamaktır. Bir tartışma esnasında “Aslında ben senin kalbini okuyorum. Senin niyetin başka. Sen şunu söylemek istiyorsun da fakat söylemiyorsun vs..” gibi niyet okumalarıyla muhatap susturulmamalı ve aşağılanmamalıdır. Böyle bir niyet okuma aynı zamanda su-i zan da olacağı için günah işlenilmiş olur. Hatta sadece günahla kalmaz ikili arasında iletişim de zarar görür. Zira böyle bir yaklaşım çoğu zaman karşı tarafça itham gibi algılanır ve ortam ciddi gerilir. Bu gergin ortamda ise müzakere değil ancak kavga yapılır. Dolayısıyla kendi aralarında meselelerini tartışma usulüyle görüşenler, zahire göre hüküm vermeli, bâtinîlikten uzak durmalıdır. Muhatabıyla muamelelerini, “Biz zahire göre hüküm veririz. Kalplerdekini bilen ise Allah’tır!”18 prensibine göre ayarlamalıdır. Aksi takdirde insanların niyetlerini okuma üzerine kurulu bir münazara karşılıklı çatışmaları doğuracak ve iletişime ciddi zarar verecektir.

Bu konuda Allah Resûlü’nün üzerinde durduğu şu hassasiyet çok önemli bir düsturdur: “…Ben insanlarının kalplerini yarmak ve içlerinde olanı araştırmak için emrolunmadım…”19 Dolayısıyla O, bir Peygamber olduğu halde zahire göre hükmeder, insanların gizli taraflarını araştırmazdı. Mesela O, münafıkları ve içlerinde kötü niyet taşıyan kimseleri bildiği halde haklarında zahire göre hüküm verir, onlara muamelelerini gizli bilgiler üzerine bina etmezdi. O’nun güzel ahlakını kendilerine şiar edinen müminlerin her halükârda takip edecekleri yol da budur.  

Tartışmada Yumuşak Bir Üslup Sergilenmelidir

Münazara esnasında muhataba sert ve kaba davranmak da tartışmayı verimsizleştirecek ve karşı tarafın duygularında meydana getirdiği menfi tesirlerle müzakerenin kavgaya dönüşmesine sebebiyet verecektir. Bir atasözümüzde ifade edildiği gibi, “Keskin sirke küpüne zarar” fehvasınca ilk önce kendi üslubunun bozulmasına sonra da karşı tarafta nefret duygularının oluşmasına neden olacaktır. Kabalığın ve sertliğin oluşturduğu kin ve nefret duyguları üzerine ise iletişim kurmak mümkün olmayacaktır. Bu açıdan Allah Resûlünün (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatına baktığımızda, Kur’an’da onun örnek ahlaki özelliklerinin bu yönü de dile getirildiğini de görmekteyiz: “İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın, insanlar Senin etrafından dağılıverirlerdi.”20

Dolayısıyla Allah Resûlü, insanlarla münasebetlerini sevgi, saygı ve merhamet üzerine kurduğu gibi güzel ahlakının bir yansıması olarak onlarla tartışmamaya da özen göstermiştir. Allah Resûlü’yle ilgili bir hatırasını anlatan Sâib İbn-i Ebi’s-Sâib, O’nun bu konudaki hassasiyetini şöyle ifade etmektedir: “Peygamberimiz hicret ettikten sonra Medine’ye O’nu ziyarete gelmiştim. Etrafındaki sahabeler beni ona tanıtmaya ve beni methetmeye hakkımda güzel şeyler söylemeye başladılar. Bunun üzerine Efendimiz (aleyhissalatü vesselam), ‘Ben, onu sizden daha iyi tanırım’ buyurdu. Ben de buna karşılık, ‘Doğru söyledin, Ya Resûlallah! Anam babam Sana feda olsun! Cahiliye döneminde Sen, benim ortağımdın hem de ne iyi ortaktın. Bana ne karşı koyardın ne de benimle tartışırdın’ dedim.”21

Sonuç 

Tartışma, zahiren faydalı gibi görülse de bahsettiğimiz usullere uygun yapılmadığında faydadan çok zarar getirmekte ve sağlıklı iletişimi bozmaktadır. Bu açıdan o, dilin afetlerinden yani ağır imtihanlarından birisidir. Şeytanın insanın içine girip onu düşmanlığa sevk edebileceği giriş noktalarından birisidir. İnsanın kalbine ve duygularına kin ve nefret tohumları ekebilecek kötü bir huydur. Eşler arasında emniyet ve güven duygusunu yıkan; eşleri birbirinden soğutarak ayrılmalarına sebebiyet verebilecek kötü bir alışkanlıktır. Bundan dolayı biz makalemizin ikinci bölümünde tartışmanın aile içi iletişimi verdiği zararları ele alıp inceleyeceğiz.


Yazar: Dr. Selim Koç

Dipnot:

  1. Zümer Sûresi, 39/31
  2. Tirmizî, Tefsir 40; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, III/21
  3. Ebû Dâvud, Talak 17
  4. Bkz. Mücadile Sûresi, 58/1-4
  5. Kurtubi, el-Cami’ li-Ahkami’l-Kuran, IX/6440
  6. Nisa Sûresi, 4/65
  7. Buharî, Ahkâm 34; Mezâlim 15; Müslim, İlim 2 (2668); Nevevî, Şerhu Müslim, VIII/437
  8. Tirmizî, Birr 58; Dârimî, I/336 (Hadis No: 296)
  9. Nisa Sûresi, 4/128
  10. Aclunî, Keşfu’l-Hafa, I/143
  11. Tirmizî, Birr 60
  12. Buharî, İman 24 (34); Müslim, İman, 106; Hadisin daha geniş şerhi için bkz. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, I/90-91
  13. Buhari, el-Edebu’l-Müfred, s. 106 (394); Tirmizî, Birr 58 (1995)
  14. Ebu Davud, Edeb 8 (4800); Tirmizî, Birr 58 (1993)
  15. Nisa Sûresi, 4/135
  16. Nisa, 4/135
  17. Müslim, Fedâil 13 (2442)
  18. Hadis olarak rivayet edilen bu sözle ilgili bkz. Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ.
  19. Buharî, Megazî 61 (4351)
  20. Âl-i İmrân Sûresi, 4/159
  21. Ebu Davud, Edeb 20 (4836); İbn Mâce, Ticârât 63 (2287)
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.