Açılım dönemi: Devlet başkanlarına gönderilen davet mektupları

513

Artık Medine’de, çok daha farklı ve yeni bir dönem başlıyordu; Hudeybiye ile birlikte Mekke’den gelmesi muhtemel tehlikeler garanti altına alınmış ve böylelikle dinden habersiz yaşayanlara İs­lâm’ın aydınlık yönünün ilan edilme fırsatı elde edilmişti. Zaten bugüne kadar yaşanılan bütün savaşları Mekkeliler başlatmış, her türlü kargaşanın altındaki imzayı da onlar atmışlardı. Her defasında müdafaa konumunda kalınmış ve hava-su kadar önemli olan ilahî mesajın, bir hiç uğruna yaşanan bunca sıkıntı arasında daha geniş kitlelere ulaştırma imkânı bulunamamıştı. Hâlbuki bir mü’minin esas gayesi, Allah’ın adını muhtaç gönüllere ulaştırmak ve onların da Rablerini tanımalarını temin etmekti.

Aslında Hudeybiye ile birlikte Mekke’nin fethi de başlamış oluyordu; zira bundan böyle insanlar, sulhun oluşturduğu emniyet içinde Müslümanlığı daha yakından tanıma imkânı bulacak ve İslâm’ın ruhundaki güzellikleri görme fırsatı elde edecekti. Mekke’den Medine’ye ve Medine’den de Mekke’ye yeni yollar bulunacak ve bu yollarda her defasında din adına yeni seferler tertip edilecekti.

Efendimiz İslâm’ı muhtaç gönüllere duyurabilmek için bu zemini en iyi şekilde değerlendirecek ve ashâbını da bu istikamette yönlendirecekti. Artık zaman, içte ve dışta gönülleri fethetme zamanıydı. Çünkü O (sallallahu aleyhi ve sellem), sadece muhatap olduğu insanlar için değil, bütün insanlığa peygamber olarak gönderilmişti; herkesin kabullenmesi gereken bir Nebî idi ve bunun için de, diğer insanlara ulaşılması gerekiyordu. İşte şimdi Allah (celle celâluhû), Hudeybiye’nin zemininde mü’minlere bu fırsatı veriyordu.

Hicretin üzerinden altı yıl geçmiş, yedinci yıla girilmek üzereydi.1 Resûlullah, Hudeybiye sonrasında bir gün ashâbını karşısına aldı ve önce Allah’a hamd edip O’nu övgü dolu cümlelerle ta’zîm ettikten sonra onlara:

– Ey insanlar, diye hitap etti. “Şüphe yok ki Allah (celle celâluhû) Beni, rahmet olarak ve herkese gönderdi. Bana karşı vazifenizi yerine getiresiniz ki Allah (celle celâluhû) da size rahmetiyle muamele etsin! Çünkü Ben, sizlerden bir kısmını meliklere elçi olarak göndereceğim; sakın ola ki sizler, İsrâiloğullarının İsâ İbn Meryem’e yaptıkları gibi Bana davranıp da muhalefet etmeyin!”

Ashâb da şaşırmıştı ve:

– Yâ Resûlallah, dediler. “Havarîler nasıl muhalefette bulunmuşlardı?”

Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) şunları söyledi:

– Benim sizden, yerine getirip gereğini yapmanızı istediğim vazifeye O da havarîleri davet etmiş, ‘Yeryüzü meliklerine adamlarını gönder” diyerek kendisine Allah tarafından vahiy geldiği zaman da onları belli başlı yerlere yönlendirmişti. Ancak Havârîlerden yakın yere gönderilmek istenilenler buna rıza göstermekle birlikte uzak yerlere gitmesi istenilenler bu işe karşı çıkmışlardı. Bunun üzerine İsâ, ellerini açmış ve:

– Allah’ım, diye yalvarmıştı. “Ben, Senin Bana vahyettiklerini Havârîlere bildirdim; ancak onlar bu konuda ihtilâfa düştüler!”

Bunun üzerine Allah (celle celâluhû) de:

– Onların hakkından Ben gelirim, diye O’na vahyetti. Daha sonra ise onlardan her biri, gönderilecekleri beldenin dilini konuşur hâlde sabahladılar. Bunun üzerine İsâ da onlara:

– İşte bu, Allah’ın sizin için takdir edip de kesinleştirdiği bir iştir; haydi hiç vakit kaybetmeden yürüyünüz, diye emretti.

Efendiler Efendisi, bu hadiseyle ashâbını bir şeye hazırlıyordu; zira O’nun risaleti, Hz. İsâ gibi belli bir bölgeyi kapsayıp sadece belli insanlara hitap etmiyor, herkesi içine alıyordu. Öyleyse O’nun ashâbı, havarîlerden daha fazla gayret göstermeli ve Resûllerine itaatte kusur göstermemeliydi. Gerçekten de öyle olacaktı! O’nun bu ifadelerine muhatap olan ashâb:

– Yâ Resûlallah, diyorlardı. “Allah’a yemin olsun ki bizler, hiçbir konuda Sana muhalefet etmeyiz; Sen nereye istersen bizi oraya gönder; şüphesiz bizler, Senin emrini tereddütsüz yerine getiririz!”

Zihinler bu derece meseleye hazır hâle gelip de ashâbından böylesine kesin bir cevap alan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), onlardan bazılarını seçerek etraftaki kabile reisleri, devlet başkanları ve krallara göndermeye başladı; mektup yazıyor ve mektubu eline tutuşturduğu sahabîsiyle birlikte arzu edilen yere gönderiyordu. Bunu duyan ashâbda da ayrı bir heyecan hâsıl olmuştu; yalnız Bizans, Fars ve Habeşistan’a mektup göndereceğini duyduklarında içlerinde bir endişe belirmiş ve bunu da Resûlullah’la paylaşmışlardı:

– Yâ Resûlallah, diyorlardı. “Onlar, üzerinde mühür olmadıkça kendilerine gelen mektupları okumazlar!”

Doğruyu söylüyorlardı; tebliğde muhatabı tanımak bu açıdan çok önemliydi ve daha baştan olumsuz bir sonuçla karşılaşmamak için de, onun isteklerini göz ardı etmemek gerekiyordu ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de hemen kendisine gümüşten bir yüzük yaptırdı. Yüzüğün kaşında, üç satır hâlinde, ‘Muhammed.. Resûl.. Allah’ yazıyordu. Bundan böyle gönderilecek bütün mektupların altında bu imza olacaktı!

Aynı gün içinde altı ashâbını yanına çağırmış ve altısını da farklı yerlere göndermişti.

İlk Elçi Habeşistan’a

İlk çağrılan kişi Amr İbn Ümeyye idi; Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) onu, Habeşistan meliki Necâşî’ye gönderiyordu. Şunları söylüyordu:

– Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Bu, Allah’ın Resûlü Mu­hammed’den Habeşistan’ın ulusu Necâşî’ye yazılmış bir mektuptur. Emniyet ve esenlik, İslâm’a tâbi olanların, Allah’a ve Resûlü’ne iman edenlerin üzerine; Allah’tan başka ilah olmadığına, O’nun tek ve yektâ olup şerikinin de bulunmadığına, ne bir yardımcı ne de çocuk edindiğine şehadet edenlerin, Muhammed’in de O’nun kulu ve Resûlü olduğunu ikrar edenlerin üzerine olsun!

Şüphesiz ki Ben seni, İslâm’ın enginlik ve esenliğine davet ediyorum; çünkü Ben, Allah’ın Resûlü’yüm! Sen de Müslüman ol ve onun güven veren dünyasına dahil ol.2

Ey Ehl-i kitap! Bizimle sizin aramızda birleşeceğimiz, müşterek ve âdil, “Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’na hiçbir şeyi şerik koşmayalım, kimimiz kimimizi Allah’ın yanında rab edinmesin” çizgisinde ittifak edip bu sözde karar kılalım.3

Allah Resûlü’nün mektubunu alıp da okuyan yeni Necâşî, önce onu alıp öpecek ve yüzüne gözüne sürecek, sonra da Resûlullah’a olan saygısını göstermek için tahtından inerek Müslüman olduğunu ilan edecekti. Şehadet getirdikten sonra şöyle diyordu:

– Eğer yanına kadar gitmeye imkân bulabilseydim mutlaka giderdim. Zira Allah’ı şahit tutarak söylerim ki O, kitap ehli olan Yahudilerle Hristiyanların, geleceğini bekleyip durdukları Ümmî Peygamberdir! Mûsâ, “Merkebe biner” diyerek İsâ’nın geleceğini müjdelediği gibi şüphesiz İsâ da, “Deveye biner” diyerek Muhammed’in geleceğini müjdelemiştir. Elbette bu müjdeli haberden ziyade O’nu gözle görmek çok daha önemli ve tatmin edicidir! Fakat ne yapayım ki, Habeşlilerden pek az yardımcılarım vardır; ben de onların sayısının artmasını ve kalplerinin de İslâm’a ısınmasını bekliyorum.

Bunları söyleyen Necâşî, Allah Resûlü’nün mektubunu fil kemiğinden yapılmış bir kutunun içine yerleştirecek ve saygısındaki derinliği herkese gösterircesine:

– Bu mektuplar burada kaldığı müddetçe, Habeşlerde hayır ve bereket devam edecektir, diyecekti.

Aynı zamanda Necâşî, o gün Habeşistan muhâcirleri arasında bulunan ve kocası Ubeydullah İbn Cahş’ın ölümünden sonra yalnız kalan Ebû Süfyân’ın kızı Ümmü Habîbe Validemiz ile Efendimiz için bir nikâh merasimi düzenleyecekti.

Bu sıralarda Habeşistan’da bulunan Amr İbn Âs’ın teşebbüsleri yine sonuçsuz kalacak ve kraldan gördüğü sert tepkiler sonunda o gün o da insafa gelecekti.

Habeşistan’a Veda

Onlar sevinirken üzülen Necâşî olmuştu; bunca yıldır kendilerinden biri hâline gelen aziz dostları Habeşistan’ı terk ediyordu! Tek dileği, hepsinin sağ salim Medine’ye ulaşmasıydı. Bunun için ekstra tedbirler alacak ve ashâbın burnunu kanatmadan emanetleri yerine ulaştırmak isteyecekti.

Önce Amr İbn Ümeyye’nin eline iki mektup tutuşturdu; bunlardan birisinde Ümmü Habîbe’nin nikâh işini gerçekleştirdiğini, diğerinde ise ashâb-ı kirâmı Medine’ye yolcu ettiğini anlatıyordu. Hatta arzu ettiği takdirde kendisinin de gelmeye hazır olduğunu bildirip içten gelen samimi dileklerle Allah Resûlü’ne olan bağlılığını dile getiriyordu.

Ancak onları, yalnız göndermek istemiyordu; yanlarına kendi oğlu Erhâ’yı da katarak yetmiş kişilik gözü yaşlı bir grupla birlikte onu da göndermek istemişti. Bu yolculuk için iki gemi tahsis etmişti; bunlardan birisine Allah Resûlü’nün emanetleri, diğerine de kendi adamları binerek ashâb-ı kirâma eşlik edeceklerdi.4

İkinci Mektup Bizans’a

Efendimiz’in mektubunu alan Hz. Dıhye, doğruca Busrâ’nın yolunu tuttu; burada Bizans’ın Busrâ valisi Hâris’i bulacak ve bu mektupla birlikte kendisini, Rum meliki Hirakl’e ulaştırmasını isteyecekti.

Mektubu alan Hâris, Efendimiz’in elçisi Hz. Dıhye’nin yanına, yakın adamlarından Adiyy İbn Hâtem’i katarak onu, o esnada Kudüs’te bulunmakta olan Hirakl’in yanına götürmesini istedi ve böylelikle Hz. Dıhye için yeni bir yolculuk daha başlamış oldu. Bu sırada bazı kimseler onun yanına yaklaşıyor ve kralın huzuruna girerken yüzünü yere kapayıp secde etmesini ve kral izin vermedikçe de başını yerden kaldırmamasını söylüyorlardı. Allah’tan başkasına secde etmeyeceğini söylediğinde ise, kralın kendisini kabul etmeyeceği ve huzurundan kovacağına dair tehditler savurmaktan geri durmuyorlardı.

Hirakl, yıldızlara bakıp da onlardaki hareketlerden farklı anlamlar çıkaran mahir bir adamdı ve bu sıralarda Kudüs’te mağmum bir hava hâkimdi. Üzüntüsünün sebebini soranlara Hirakl:

– Bu gece yıldızlara baktığımda ben, bu ümmetin sünnetlileri arasında hıtân melikinin zuhûr ettiğini gördüm, diyor ve soruyordu:

– Bu ahali içinde sünnet olanlar kimlerdir?

– Yahudilerden başka sünnet olan yoktur, diye cevapladılar. “Onlardan da endişelenmene hiç gerek yok; emrin altındaki şehirlere yazarsın ve ne kadar Yahudi varsa hepsini öldürürler ve sen de böylelikle endişelerinden kurtulmuş olursun!”

İşte böylesine kederli bir dönemde Hz. Dıhye gelmiş Efendi­miz’in mektubunu Rum Kayseri Hirakl’e ulaştırmıştı:

– Ey kral, diyorlardı. “Bu adam, Araplardan Şamlı biridir; kendi beldesinde gerçekleşen önemli bir işi sana anlatmak üzere gelmiştir!”

Hirakl, bir yandan Hz. Dıhye’ye diğer tarafta da elinde duran mektuba bakıyordu; mektup Arapça olduğu için hemen bir tercüman çağırdı ve ardından da onu okutmaya başladı:

– Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla…

Allah’ın Resûlü Muhammed’den, Rumların büyüğü Hirakl’e…

Daha tercüman bu kelimeleri söyler söylemez, yeğeninin, göğsüne indirdiği yumrukla yere yığılıverdi:

– Adamın mektubunu görmüyor musun, diyordu. “Senin isminden önce kendi adıyla başlamış ve üstelik senin hükümdar olduğunu söylemeyip sadece Rumların büyüğü olduğunu zikretmekle yetinmiş! Bugün bu mektup burada okunamaz!”

– Vallahi de sen, ya küçük bir akılsız ya da büyük bir delisin, diye karşılık verdi Hirakl. Ben senin böyle olduğunu bilmiyordum. Daha mektubun içine bakıp okumadan onu yırtmak mı istiyorsun? Hayatıma yemin olsun ki, şâyet O, söylediği gibi gerçekten Allah’ın Resûlü ise, mektubuna benim ismimden önce kendi adıyla başlamakta, beni de Rumların büyüğü diye anmakta haklıdır. Çünkü ben, onların hükümdarları değil, sadece sahibiyim; hem benden başka da sahipleri yok ya! Hem şâyet Allah dileseydi, Farslıların kralları Kisrâ üzerine yürüyüp de onu öldürdükleri gibi onları da benim üzerime yürütürdü!

Bunları söyledikten sonra Hirakl, tercümana emretmiş ve mektubun kalan kısmını da okutmuştu:

– Selâm ve esenlik, hidâyete tâbi olanların üzerine olsun! Sözün özüne gelince; Ben seni, İslâm’ın engin dünyasına davet ediyorum; Müslüman ol ve selâmeti bul ki Allah da sana, iki katıyla mükâfat versin! Eğer bu davetimi kabul etmezsen bil ki, yoksul çiftçiler dahil bütün halkının günahı da senin boynunadır.

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) mektubuna bir de âyet yazmıştı; bu âyette Yüce Mevlâ, Hirakl gibi ehl-i kitap olanlara hitap ediyor ve onlara Allah Resûlü’nün şunları söylemesini emrediyordu:

– De ki, “Ey Ehl-i kitap! Bizimle sizin aramızda birleşeceğimiz, müşterek ve âdil şu sözde karar kılalım: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim.. O’na hiçbir şeyi şerik koşmayalım.. kimimiz kimimizi Allah’ın yanında rab edinmesin. Eğer bu dâveti reddederlerse, o zaman onlara, “Bizim, Allah’ın emirlerine itaat eden müminler olduğumuza şahid olun.” deyin.5

Mektubun tamamını dinleyen Rum meliki Hirakl’ın dudaklarından şu cümleler dökülecekti:

– Vallahi de ben, Dâvûd oğlu Süleyman’dan sonra ‘Bismillahir­rahmânirrahîm’ diye başlayan böyle bir mektubu hiç duymamıştım!

Ardından da yanında bulunanları dışarı çıkarıp huzuruna, Hristiyanlık adına en büyük otoriteye sahip din adamlarını çağırdı; fikirlerini soruyordu. Rahiplerin başı olan Uskuf:

– Kendisinden başka ilah olmayana and olsun ki, diye yeminle başladı sözlerine. “Şüphe yok ki O, Musa ve İsa’nın bize geleceğini müjdelediği; bizim de gelişini gözleyip durduğumuz peygamberdir!”

Önemli bir yol ayrımına gelinmiş görünüyordu ve Hirakl, Us­kuf’a sordu:

– Peki bu durumda sen bana ne yapmamı tavsiye eder, nasıl davranmamı uygun görürsün?

– O’na tâbi olmanı uygun görürüm, diyordu gözü yaşlı papaz. Ancak Hirakl’in endişeleri vardı:

– Ben, senin dediğin şeyi çok iyi biliyorum, dedi önce. “Fakat O’na tâbi olmaya gücüm yetmez; çünkü bu durumda hem hükümdarlığım elimden gider hem de Rumlar beni öldürürler!”

Bu sırada yıldızlara bakıp da gördüğü şey aklına geldi ve Hz. Dıhye’yi çağırıp sünnetli olup olmadığını öğrenmek istedi. Sonuç, beklediği gibiydi ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), sünneti emrediyor ve ashâbı da sünnet oluyordu.

Hirakl için zaman daralıyordu; önce Allah Resûlü’nün mektubunu alıp başının üzerine koydu ve sonra da alıp öpmeye başladı; ardından da onu, ipek ve kadife kumaşlar arasına sarıp itina ile koruma altına aldı.

Çok geçmeden bir de mektup yazıp Roma’dan görüş almak istedi; orada Dağâtır adında kendine denk bir dostu vardı ve onun da fikrini almak istiyordu. Ancak bu mektubun cevabı gelinceye kadar bir hayli zaman geçecekti ve bu cevap geleceği âna kadar konuya açıklık getirecek başka bir delil daha bulmalıydı ve yanındakilere sordu:

– Peygamber olduğunu söyleyen şu adamın kavminden, buralarda birileri var mı?

Bu bir arayıştı ve kısa zamanda Gazze yakınlarında Kureyş’e ait bir kervan bulunacaktı. O gün bu kervanda Ebû Süfyân bulunuyordu ve kralın huzuruna getirilen Ebû Süfyân’a, kral sorular soracak, aldığı cevaplar karşısında Efendimiz’in risaleti ile önceki peygamberlerin vazifelerini kıyaslayarak O’nun beklenen Nebi olduğunu söylemekten çekinmeyecekti.

Ardından, etrafındaki Rum büyüklerine emrederek ileri gelenlerin kendi köşkünde toplamalarını istedi. Herkes gelip de vakit tamam olunca köşkün kapılarını da kapattırmıştı. Kendisi de yüksek bir yere yerleşip herkese hâkim bir noktada duruyor, konuşacakları karşısında ne türlü tepki verecekleri konusunda endişe duyuyordu. Sözlerine:

– Ey Rum cemaati, diyerek başladı. “Şüphesiz ki bana, Ahmed’in mektubu geldi; şüphe yok ki vallahi de O, İsa’nın kendisini müjdelediğinde şüphe olmayan ve hepimizin de beklediği peygamberdir! Kitaplarımızda özelliklerini bulup da geleceği günü gözlediğimiz, özelliklerini bilip de geleceği zamanı tahmin ettiğimiz Nebi’dir O. Öyleyse gelin sizler de O’na iman edip teslim olun, O’na tâbi olup arkasında saf bağlayın ki dünya ve ahiretiniz de sizin adınıza selametli olsun!”

Hirakl’in bu sözleri Rum ileri gelenlerini kızdırmıştı; köşkün içinde büyük bir gürültü kopmuş, herkes homurdanarak Hirakl’e itiraz ediyordu. Krallarına kin ve nefretle bakıyorlar, onun davetine icabet etmemek için de dışarı çıkıp kaçmak istiyorlardı; vahşi hayvanlar gibi kaçışıyorlardı! Ancak kapılara yöneldiklerinde bunun mümkün olmadığını görecek ve ayrıca hiddetleneceklerdi.

Manzarayı bulunduğu yüksek yerden seyreden Hirakl’in, iman konusundaki endişeleri giderek artmış ve üzerine büyük bir korku hâkim olmuştu. Bu insanlarla ilişkilerini düzeltmediği takdirde saltanatını da canını da tehlikede görmeye başlamıştı. Onun için:

– Buraya gelin, diye arkalarından seslenmeye başladı; adamlarına da emrediyor, kaçanların geri getirilmesini istiyordu. Zaten dışarı çıkma imkânı bulamayan önde gelenler, kralın bu telaşlı davetini de merak ederek yeniden geri dönmüşler, neler söyleyeceğini merak ediyorlardı. Yine:

– Ey Rum cemaati, diye başladı sözlerine. “Biraz önce size söylediklerimi, sizin dininize olan bağlılığınızı ölçmek için söyledim; şimdi görüyorum ki sizler, beni memnun edecek bir tavır içindesiniz!”

Bu tavır, Rum önde gelenlerini oldukça memnun etmişti; bu sefer de büyük bir tazim ve saygı ile önünde secdeye kapanıp temenna durmaya başladılar.

İşlerin sarpa sardığını görür görmez kralın yan çizdiğini müşahede eden Uskuf, bildikleri hâlde insanların bunu kabullenmek istememeleri karşısında dayanamayacak ve:

– Ben şehadet ederim ki O, Allah’ın Resûlü’dür, diye haykıracaktı. Bir anda bütün gözler onun üzerinde odaklanıvermişti; nefretle bakıp şiddetli tepki gösteriyorlardı! O kadar ki, kin ve nefretlerine hakim olamayacak ve üzerine üşüşüp Uskuf’u oracıkta linç edip öldüreceklerdi.6

Efendimiz’e Gönderilen Mektup

– İsâ’nın müjdelemiş olduğu Allah’ın Resûlü Muhammed’e, Rum hükümdarı Hirakl tarafından…

Senin elçin, göndermiş olduğun mektubunla birlikte bana geldi; şehadet ederim ki Sen, Allah’ın Resûlü’sün. Zaten bizler Seni, elimizde bulunan İncil’de yazılı olarak buluyorduk; Meryem oğlu İsâ da Seni müjdelemişti!

Rumları, Sana iman etmeleri için davet etmişsem de onlar bundan kaçındı ve yanaşmadılar; onlar beni dinlemiş olsalardı şüphesiz bu, kendileri için daha iyi olurdu.

Ben, Senin yanına gelip de huzurunda bulunmayı ve ayaklarını yıkamayı ne kadar arzu ederdim!

Ancak Hz. Dıhye, yola düşüp de Hımsâ denilen yere geldiğinde Cüzâm’dan bir grup insan yolunu keserek üzerinde bulunan her şeyi alacak ve bu sebeple Allah Resûlü’nün elçisi, Medine’ye, sadece üzerindeki eski püskü elbisesiyle geri dönebilecekti.

Medine’ye girer girmez doğruca Efendimiz’in huzuruna girdi Hz. Dıhye. Hirakl’in mektubunu uzattı Allah Resûlü’ne ve başından geçenleri anlattı bir bir. Efendiler Efendisi mektubu okuyup da Hirakl ile yaşananları dinledikten sonra Dıhyetü’l-Kelbî’ye döndü ve:

– Mektubum yanlarında bulundukça onların saltanatı devam edecektir, buyurdu.

Kıptîlerin Kralı Mukavkıs

Mukavkıs’ı İskenderiye’de bulan Hz. Hâtıb, Efendimiz’in mektubunu ona verip Allah Resûlü’nün mektubunu okuduktan sonra aralarında şu şekilde bir konuşma geçti: Mukavkıs:

– Ben, anlamak istediğim bazı şeyleri sana soracak ve seninle konuşacağım.

– Buyurunuz; konuşalım!

– Senin Efendin, bir peygamber değil midir?

– Evet; O, Allah’ın Resûlü’dür!

– Şâyet O, gerçekten de Allah’ın bir peygamberi idiyse, niçin kendisini yurdundan çıkarıp da başka bir yurda sığınmak zorunda bırakan insanlara beddua etmedi?

– Sen, Meryem oğlu İsâ’nın Resûlullah olduğuna şehadet edersin, değil mi? O hâlde ve O gerçekten bir peygamber olduğuna göre, O’nun kavmi kendisini yakalayıp da asmak istedikleri zaman, Allah (celle celâluhû) O’nu kaldırıp dünya semasına yükselteceğine Hz. İsâ, kendi kavminin helâk edilmesi için Allah’a dua etseydi olmaz mıydı?

Bu cümlelere Mukavkıs’ın diyebileceği bir şey yoktu ve susmayı tercih etti. Bir müddet durduktan sonra yeniden Hz. Hâtıb’a yöneldi ve:

– Sözünü bir kez daha tekrarlayabilir misin, dedi. Hâtıb’ın sözlerine yeniden kulak verdikten sonra yeniden sükût etmeye başladı; derin derin düşünüyordu. Daha sonra da ona dönüp şunları söyledi:

– Gerçekten güzel söylüyorsun; sen, yerli yerince konuşan iyi bir hakîmsin; belli ki hem Hakîm hem de yerli yerince konuşan birisinin yanından geliyorsun!

Onun bu kadar yumuşadığını gören Efendimiz’in elçisi Hz. Hâtıb devam etti:

– Senden önce de buralarda, “Ben sizin en büyük rabbiniz değil miyim?” diyen insanlar vardı! Ancak Allah (celle celâluhû), onun hem dünya hem de ukbada cezasını verdi. Sen de bunlardan ibret al ki başkaları da senden ibret almak durumunda kalmasın!

– Bizler, dinimizden daha hayırlısını bulmadıkça din değiştirecek değiliz, diye cevapladı Mukavkıs. Bunun üzerine ona şunları söyledi:

– Ben seni, Allah’ın gönderdiği ve ondan başkasına ihtiyaç hissettirmeyecek kadar mükemmel kıldığı İslâm dinine davet ediyorum; şüphesiz ki o Nebi de, insanları aynı şeye davet ediyor. Şu da bir gerçek ki, O’na en fazla karşı çıkanlar Kureyşliler, en çok düşmanlık edenler Yahudiler ve en yakın duranlar da Hristiyanlardır.

Ömrüme yemin olsun ki, İsâ’nın Muhammed’i müjdelemesi, Musâ’nın İsâ’yı müjdelemesinden farksız; bizim seni Kur’ân’a davet etmemiz de senin, ehl-i Tevrât’ı İncil’e çağırman gibidir! Her peygamber, o gün hangi toplulukla muhatap olmuşsa o topluluk O’nun ümmeti olmuştur; O’na itaat etmek, onlar üzerinde bir haktır; öyleyse sen de bu peygamberi idrak etmiş bulunuyorsun! Hem bizler seni, İslâm dinine davet etmekle İsâ peygamberin dininden uzaklaşmaya da davet ediyor değiliz; aksine O’na tâbi olmaya ve O’nun tebliğ ettiği gerçeklere göre amel edip yaşamaya davet ediyoruz!

Allah Resûlü’nün elçisi, Hristiyanlık adına olması gerekenleri söylüyordu ve bunları dinledikten sonra Mukavkıs:

– Bu peygamberin işini ben bir hayli düşündüm, diye başladı sözlerine. “Ne dünyadan el etek çekmeyi emrediyor ne de herkesçe güzel olan ve talep edilenleri yasaklıyor! Aynı zamanda O’nu, insanları yanıltan bir sihirbaz veya yalancı bir kâhin olarak da görmüyorum! Bilakis O’nda ben, toprağın altındaki taneleri haber verip gizli konuşmaları açığa vurma gibi peygamberliğe ait bazı alâmetler görüyorum; ancak yine de düşüneceğim!”

Garip bir durumdu; adam, ne iman ettiğini söylüyor ne de karşı çıkıyordu! Daha sonra Allah Resûlü’nün mektubunu işlemeli fil dişi bir kutunun içine koyacak ve üzerini de mühürleyip hizmetçilerinden birisine verecekti. Arkasından yanına kâtibini çağırdı ve Arapça olarak şunları yazdırmaya başladı:

– Bismillahirrahmânirrahîm. Abdullah’ın oğlu Muhammed’e Kıptîlerin büyüğü Mukavkıs’tan…

Sözün özüne gelince; mektubunu okudum ve onda zikrettiğin hususlarla davet ettiğin şeyi anladım! Ben de biliyorum ki, gelecek bir Nebî vardır; ancak ben onun, Şam’da ortaya çıkacağını sanıyordum!

Şüphesiz ki ben, Senin elçine ihsanda bulundum ve onunla Sana, Kıptîler nezdinde konumları çok yüksek olan Mâriye ve Sîrîn adında iki tane cariye ile üzerine binmen için bir katır gönderiyorum! Selam Senin üzerine olsun!7

Daha sonra da bu mektubu Hz. Hâtıb’a vererek:

– Şimdi git; ancak sakın Kıptîler senin ağzından bir kelime bile işitmesinler, diye tembih etti ve ardından da, Allah Resûlü’nün elçisini hediyelerle birlikte Medine’ye yolcu etti.

Hâtıb İbn Ebî Beltea, Medine’ye gelip de Mısır’da geçirdiği beş günü Allah Resûlü’ne anlatınca Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Ne talihsiz adam! Saltanatına kıyamadı; esirgediği saltanatı da zaten kendisine kalmayacak, buyuracaktı.8 

Diğer Mektuplar

Yemâme hükümdarı Hevze İbn Ali’ye Süheyl İbn Amr’ın kardeşi Selît İbn Amr’ı, Dımeşk hükümdarı Hâris İbn Ebî Şemir’e Şucâ’ İbn Vehb’i ve Bahreyn ulusu Münzir İbn Sâvâ’ya da Alâ İbn Hadramî’yi göndermişti.

Tebliğin mektupla yapılan kısmı, sadece belli bir zamanı içine alan bir husus değildi; tebliğin her çeşidine müracaat ediliyor ve insanların imanla tanışabilmeleri için eldeki bütün imkânlar seferber ediliyordu.9

Risâlet vazifesini, Allah Resûlü’nün mektubunu taşıyarak ilgili yerlere ulaştırma göreviyle seçilen isimlerden ve bunların, gittikleri yerlerde ortaya koydukları tavırlarından da anlaşılacağı gibi Allah Resûlü’nün elçileri de, tebliğ açısından en az mektupları kadar önem arz ediyordu. Kendilerine sorulan sorulara cevaplar veriyor, muhataplarının düşünce dünyalarını sezip onların anlayacağı dille onlarla konuşuyor ve o güne kadar öğrendikleri bilgileri muhataplarıyla gerektiği gibi paylaşıyorlardı.

Artık zaman, Hira’da doğan nurun farklı coğrafyalara ulaştırılma zamanıydı. Bunun için Efendiler Efendisi, çok farklı zamanlarda ve farklı konuları nazara alarak mektuplar yazıp onları elçileriyle muhataplarına ulaştırmayı hedefleyecekti. Mesela, Amr İbn Âs gelip de Müslüman olduktan sonra Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), onu da Ummân meliki Ceyfer ve kardeşi Abd’e gönderecek ve düne kadar uzaktan bakıp karşı çıktığı dini, bugün savunup başkalarına da tebliğ etmek için görevlendirecek ve Hz. Amr’ın siyasî dehasından tebliğ adına istifade etmeyi tercih edecekti.

Elbette bu mektuplaşmalarda muhatapların hepsi gelip Müslüman olmamıştı. Onlardan bazıları Allah Resûlü’nün davetine icabet edip İslâm’ı kabul ederken bir kısmı da küfründe inat edip olduğu yerde kalacak ve ayağına kadar gelen Muhammedü’l-Emîn’in kaptanı olduğu gemiye binme şansını kaçıracaktı. Ancak bir farkla ki, artık Cezîratü’l-Arab’da sözü geçip hükmü nâfiz olan sadece Resûlullah’tı ve kabul etmeyenler de bu gerçeği görüp duruyorlardı. Bundan böyle en küçük bir harekette, Allah Resûlü de hesap edilir olacak ve atılacak adımlarda O’nun re’yini öğrenmek kaçınılmaz bir strateji hâline gelecekti. Zira insanların gönlüne hitap eden Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), artık dünya adına da en önemli otorite olarak görülmeye başlamıştı.


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.

Dipnot:

  1. Mektupların gönderiliş zamanı, altıncı yılın sonu olabileceği gibi yedinci yılın Muharrem ayı olabileceği de ifade edilmektedir. Bkz. Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 11/344, 372
  2. Necâşî, kral veya padişah sözcükleri gibi Habeşistan devlet idaresindeki en üst kişiyi ifade için kullanılan bir kelimeydi. İfadelerden anlaşıldığına göre Allah Resûlü’nün buraya gönderdiği mektuplarda iki farklı Necâşî’den söz etmek mümkündür. Zira ilk Necâşî olan Asham İbn Ebcer, Hz. Ca’fer ve onunla birlikte buraya hicret eden ashâb vesilesiyle Müslüman olduğunu ikrar etmiş ve Efendiler Efendisi’ne tazim dolu bir mektup göndermişti. Öyleyse Hz. Enes’in de dediği gibi Allah Resûlü (s.a.s.), Amr İbn Ümeyye ile gönderdiği bu mektupla yeni Necâşî’yi de İslâm’a davet ediyordu. Bkz. Müslim, Sahîh, 3/1397 (1774); İbn Kayyım, Zâdu’l-Meâd, 3/603; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 11/344, 366
  3. Bkz. Âl-i İmrân, 3/64. Allah Resûlü (s.a.s.), âyetin sonundaki “Eğer bu dâveti reddederlerse, ‘Bizim, Allah’ın emirlerine itaat eden müminler olduğumuza şahid olun’ deyin” ifadesini de yazmış ve Necâşî’ye, “Şâyet yüz çevirirsen o zaman kavmin arasındaki Hristiyanların günahı da senin üzerine olur” diyerek uyarıda bulunmuştu. Bkz. İbn Kesir, Sîre, 2/41, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 3/104
  4. Ancak ikinci gemi denizin ortasında batacak ve kendi oğlu dahil altmış kişi boğularak ölecektir. Bkz. Taberî, Tarih, 2/132; İbn Hacer, el-İsâbe, 1/65; İbn Esir, Üsüdü’l-Ğâbe, 1/38
  5. Bkz. Âl-i İmrân, 3/64
  6. Bunu haber alan Allah Resûlü (s.a.s.), bu Uskuf’u kastederek, “O, tek başına bir ümmet olarak haşrolacaktır.” müjdesini verecekti. Bkz. Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 11/355
  7. Daha sonraları Efendimiz (s.a.s.), Mukavkıs’ın hediye ettiği bu cariyelerden Sî­rîn’i Hassân İbn Sâbit’e hediye edecek; Hz. Mâriye ile de kendileri evlenecek ve bu birliktelikten de İbrâhîm adını koyacağı bir oğlu dünyaya gelecekti. Mukavkıs’ın hediye ettiği katıra ‘Düldül’ ismi verilmişti. Bkz. İbn Sa’d, Tabakât, 1/134-135; Taberi, Tarih, 2/141, 218
  8. Mukavkıs’ın gönderdiği hediyeler arasında bir de doktor vardı. Onunla görüşüp konuşan Allah Resûlü (s.a.s.), bu doktoru karşısına alacak ve:
    – Ev halkının yanına dönebilirsin; çünkü biz, acıkmadıkça yemek yemeyen, yemek yediğimiz zaman da doymadan sofradan kalkan bir topluluğuz, buyuracaktı. Bkz. Halebî, Sîre, 3/251
  9. Efendimiz’in hangi zaman diliminde kime ve kiminle mektup gönderdiğini görmek için bkz. Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 11/344 vd.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.