Âtike Bint-i Abdulmuttalib’in rüyası ve Damdam’ın haberi
Bu arada Mekke’de, Efendimiz’in halası Âtike Binti Abdilmuttalib’in gördüğü rüya konuşulmaya başlanmıştı. Gerçi o, gördüğü rüyayı kardeşi Abbâs’a anlatırken:
– Ey kardeşim! Bu gece öyle bir rüya gördüm ki, kavminin başına büyük bir musibet geleceğinden korkuyorum, diyecek ve endişesini dile getirecekti. Onun, rüyadan bahsederken bile renginin solduğunu gören Abbâs:
– Ne ola ki, nedir o, diye sorunca da:
– Bana, kimseye anlatmayacağına dair söz verinceye kadar sana onu anlatamam; zira bu, insanlar arasında duyulursa o zaman bize eziyet eder ve hoşumuza gitmeyecek şeyler konuşmaya başlarlar, diye de kardeşini uyarmıştı.
Amca Abbâs da aynı kanaatteydi; ancak, başlarına gelecek musibet öncesinde önemli bir uyarı mesajı olduğuna inandığı bu rüyayı, yakın arkadaşı Velîd İbn Utbe’ye anlatmaktan kendini alamayacaktı. O da babası Utbe’ye aktaracak ve böylelikle rüya, kısa zaman içinde Kureyş’in dilinde pelesenk hâline geliverecekti.
Ebû Süfyân’ın ulak olarak gönderdiği Damdam’ın Mekke’ye gelişinden üç gün önceydi. O akşam rüyasında Âtike Binti Abdilmuttalib, devesinin üzerinde Mekke’ye gelen ve Ebtah’ta durup da insanları yüksek sesle savaşa çağıran bir adam görmüştü. Adam:
– Haydi savaş için hazırlanıp hemen yola çıkın! Çıkın ki, başınıza gelecek gadri ve devrileceğiniz yeri kendiniz görün, diyordu. Bir anda, etrafında büyük bir kalabalık toplanıvermişti. Ardından aynı adam, Kâbe’ye geldi; insanlar da onu takip ediyorlardı. Ne gariplik ki, adamın devesi Kâbe kadar büyümüştü ve adam da, gür sesiyle yine devesinin üzerinde aynı cümlesini tekrar ediyordu. Bir müddet sonra deve, Ebû Kubeys dağı kadar oluverdi; adam yine devenin üstündeydi ve aynı cümleyi tekrarlıyordu:
– Haydi savaş için hazırlanıp hemen yola çıkın! Çıkın ki, başınıza gelecek gadri ve devrileceğiniz yeri kendiniz görün!
Sonra, yerden büyükçe bir kayayı söküp aldı ve onu, Ebû Kubeys dağından aşağı doğru fırlatıverdi. Kaya, bir anda paramparça oluvermişti. Sonra da, bu kayadan ayrılan her bir parça, Mekke evlerinden mutlaka birine isabet etmiş ve içine girmişti.
Korkuyla uyanan Âtike Binti Abdilmuttalib, uzun zaman gördüğü rüyanın tesirinden kurtulamamış ve onu, kardeşi Abbâs ile paylaşma lüzumunu hissetmişti. İşte, Mekke’de dile dolanan rüya bu idi.
Kâbe’yi tavaf maksadıyla evinden çıkan Abbâs, Ebû Cehil’le karşılaşacaktı. Yanında bir grup insanla Âtike’nin gördüğü rüyayı konuşuyorlardı. Abbâs İbn Abdulmuttalib’in gelişini görünce:
– Yâ Ebâ Fadl! Tavafını bitir de gel; seninle konuşacaklarım var, dedi Ebû Cehil. Tavaf bitip de yanlarına geldiğinde, alayvâri bir tavırla döndü ve:
– Ey Muttaliboğulları! Aranızdaki bu kadın peygamber de ne zaman türedi, dedi.
– Sen, neden bahsediyorsun? Ne peygamberi, diye karşılık verdi Abbâs.
– Âtike’nin gördüğü rüya, dedi Ebû Cehil. Tavırlarıyla Abbâs, olaydan haberinin olmadığını söylemeye çalışıyordu. Bu soruyu da:
– Ne görmüş ki, diye cevaplayınca, Ebû Cehil ciddileşmeye başlamıştı:
– Ey Muttaliboğulları, diyordu. Erkeklerinizin, peygamberlik iddiasında bulunduğu yetmiyormuş gibi şimdi bir de kadınlarınız mı peygamberliğe başladı! Tutmuş Âtike, üç gün içinde başımıza büyük bir bela geleceğini söyleyip duruyor! Şâyet, gerçekten söylediği doğru ise, üç gün geçtikten sonra bunu göreceğiz. Ancak, söyledikleri gerçekleşmezse işte o zaman biz, Araplar arasındaki en yalancı aile diye üzerinize öyle bir hüküm veririz ki, ömür boyu bu hükümden kurtulamazsınız!
Oradan ayrılan Abbâs, gerçeği bildiği hâlde bilmiyormuş gibi davrandığı için kendini ayıplıyordu. Akşam olup da Muttaliboğulları başına toplandığında, bu davranışının ne kadar tepki topladığını daha net görecekti. Ebû Cehil’le arasında geçen konuşmaları duyan yanına geliyor ve:
– Şu pis ve fasık adamın, erkeklerinize dil uzattığı yetmiyormuş gibi şimdi de kadınlara söz söyleyip hakaret ediyor ve bunun karşısında sen, sesini çıkarmıyorsun ha, diyorlardı. Bilhassa Âtike Binti Abdilmuttalib’in, sırrını serişte eden kardeşine olan kızgınlığına diyecek yoktu. O kadar üstüne gelmişlerdi ki, Abbâs söz verdi; gidip Ebû Cehil’in karşısına dikilecek ve ağzının payını verecekti.
Üçüncü gündü. Her şeyi göze alan Abbâs, kendince tedbirini almış ve doğruca Kâbe’ye gelmişti. Tam tahmin ettiği gibiydi; Ebû Cehil de oradaydı. Keskin nazarlarla Abbâs’ı süzüyordu. Tam, yanına yaklaşıp da Ebû Cehil’e hak ettiği cevabı verecekti ki, devesinin üzerinde Batn-ı Vâdi tarafından bağırarak gelen Damdam İbn Amr’in sesi araya giriverdi. Belli ki, çok önemli gelişmeler vardı. Dikkat çekebilmek için, Ebû Süfyân’ın kendisine öğrettiği gibi devesinin kulak ve burnunu kesmiş, üzerindeki palan ve eğeri parçalamış ve kendi gömleğini de parçalamayı ihmâl etmemişti. Beklendiği gibi herkesin dikkati bir anda ona yönelivermişti; artık Mekke, dikkat kesilmiş ve Damdam’ın anlatacağı şeyleri merakla beklemeye durmuştu:
– Ey Kureyş topluluğu, diyordu. Felaket var, felaket! Ebû Süfyân’la birlikte Şam’a gönderdiğiniz mallarınıza Muhammed ve ashâbı el koydu! Ona yetişebileceğinizi de sanmıyorum. İmdat! İmdat!
Damdam’ın sözleri, Ebû Cehil’e de Abbâs’a da her şeyi unutturmuştu:
– Muhammed ve ashâbı, bu kervanın da İbn Hadramî’nin kervanı gibi olacağını mı sanıyor, diyorlardı. Ortalık, bir anda gerilmiş, zaten günlerden beri tedirgin bekleyen Kureyş, bir anda savaşa kilitlenivermişti.
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz