Kur’ân’a Göre Cihad ve Savaş Kavramı ve Asr-ı Saadet’teki Uygulamalar
Maddî ve manevî cihad, İslâmî hayatın en büyük müeyyidi ve müeyyidesidir. Mü’minlerin hayatında cihad ruhu söndüğü zaman, yavaş yavaş iman ve İslâm aşkı da söner.
Bu makalemizde Kur’an-ı Kerim’e göre cihad ve savaş kavramı ile bunların Asr-ı saadetteki uygulamasını özetlemeye çalışacağız. Bu kavramlar çoğu defa birbiriyle karıştırıldığı ve bu karışıklıktan ötürü İslâm hakkında yanlış birtakım hükümlere varıldığı için, bilhassa günümüzde bu konu üzerinde durmaya ihtiyaç görüyoruz.
Peygamber Efendimiz’in (aleyhis salâtü vesselâm) bi’setinin ilk döneminde dine davet güzel söz, makul üslûp ile Allah’ın (celle celâluhu) birliği ve ahiret hayatı üzerinde yoğunlaşan bir tebliğ olmuştur. Hakarete, baskıya maruz kalan bazı müminlerin mukabelede bulunma tavırları karşısında Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onları teskin edip sabretmelerini istemiştir. İslâm’ı benimseyenlerin sayısı artınca, dinden döndürmek için işkence uygulanmaya, dönmeyince de ölüm cezası verilmeye başlandı. Bu sırada gelen bir âyet “kalbi imanla dolu olarak dini inkâr etmeye mecbur bırakılanlara, dilleriyle inkâr sözünü söylemeye” ruhsat veriyordu.[1] Kureyş, İslâm’dan dönmeyen Yasir ile Sümeyye’yi oğulları Ammar‘ın gözü önünde vahşice parçalatınca o, diliyle inkâr etmesinden sonra üzgün olarak Hazreti Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) geldiği sırada bu âyet nâzil olmuştu.
Şu âyet de o dönemi dile getiren âyetlerden biridir: “Kimi insanlar vardır ki “Allah’a iman ettim.” der; fakat Allah yolunda olduğu için işkence edilince, halkın bu baskısını Allah’ın azabı gibi sayar.”[2] İlklerden olan Habbab İbn-i Eret (radıyallâhu anh) şöyle nakleder: Müşriklerden gördüğümüz işkenceye dayanmamız zorlaştığı bir sırada Kâbe’nin gölgesinde oturan Hazreti Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) varıp: “Bizim için Allah’tan yardım istemez misiniz?” deyince, O, şöyle demişti: “Sizden önceki ümmetlerde iman eden bir çukura gömülür, testere ile ikiye biçilir, demir tırmıklarla eti kemiğinden sıyrılırdı da, bu işkenceler onları dinlerinden döndürmezdi. Allah adına yemin ederim ki Allah bu dini başa çıkaracaktır; fakat siz acele ediyorsunuz.”[3]
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), İlâhî irşada mazhar olarak hâdiseye kuşatıcı baktığından sünnetullaha -yani Allah’ın (celle celâluhu) insan toplumlarına koyduğu eğitim sistemine göre- ilk Müslümanları olgunlaştırmayı, bir kıvama eriştirmeyi hedefliyordu. Çünkü çoğu zaman, bir mazlumun masum ve mütevekkil duruşu, maddî kuvvet kullanmanın çok çok ötesinde olumlu tesiri olabilirdi. Bütün Arap kıtasının merkezi Kâbe’ye ev sahipliği yapan Kureyş önderleri, menfaatçi hassasiyeti ile bu çağrıdan kuşkulanmaya başlamışlardı. Bunu sadece dinî bir tehlike değil, aynı zamanda ekonomik, siyasî ve sosyal bir tehdit olarak da algılamaya yönelmişlerdi. Baskılar artınca Hazreti Peygamber (sallallâhu aleyhi ve selem), Müslümanlardan bir kısmının Habeşistan’a hicret etmesini tavsiye etti. Sırf işkenceden kurtulmak için vatanlarından hicret eden bu küçük masum grubun Kureyş’in hâkimiyetine tehdit oluşturma ihtimali Şeytan’ın bile aklına gelmeyeceği hâlde, ehl-i dünya refleksi, konuyu uluslararası bir skandal düzeyine çıkararak onları sınır dışı ettirebilmek için o uzak diyara elçiler gönderdi.
Kureyş’in tepkileri İslâm’ın yayılmasını durduramayıp daha da gelişmesine vesile olunca, onlar da şiddetin dozunu artırdılar. Peygamberimiz amcası Ebû Talib’in himayesi altında barış yoluyla, asayişi ihlâl etmeksizin, yasal çerçevede ilgi duyanlara dini anlatıyordu. O, Müslüman olmamıştı; fakat evinde büyümesi itibariyle akrabalık duygusunun ötesinde ayrıca şahsiyetine de güvendiği yeğenine sahip çıkıyor, Kureyş önderlerinin tenkit ve tehditlerini savuşturuyordu. Onun şahsında, mensup olduğu Haşimoğulları da akrabalık hissiyle onun arkasında duruyorlardı. Haşimoğulları dışındaki Kureyş önderleri, kendi aralarında şöyle bir karar aldılar: Haşimoğulları mensuplarını bir toplama kampına alarak onlara ambargo uygulanacak, onlarla her türlü münasebet kesilerek, onlara “su bile” verilmeyecekti.
Mekke’nin kuzeyinde Kâbe’ye üç kilometre mesafede Şi’b-i Ebû Talib denilen yere taşındılar.[4] Bu, bütün bir sülaleyi, kavurucu sıcak altında, sadece erkekleri ile değil, yaşlıları, kadınları, çocukları ile kıtlığa, hastalıklara, ölüme mahkûm etmekti. Bu sülaleden olup da dışarıda kalan tek kişi, İslâm’a düşmanlıkta onlarla beraber olan Ebû Leheb idi. İşin dehşetini şu tek misalden anlamaya çalışalım: Günlerce aç kalan Sa’d İbn-i Ebi Vakkas gecenin birinde tabiî ihtiyaç için çıktığı yerde bir deri parçası bulunca onu temizlemiş ateşe tutup onu sıyırarak açlık hissini gidermişti. Bi’setin yedinci yılında başlayan bu ambargo üç yıl gibi uzun bir dönem (Miladi 617–619) sürmüştü.
Unutulması kolay olmayan bu işkenceyi Mekke’nin fethi sırasında Mina’dan Mekke’ye ineceği zaman Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Yarın inşallah varacağımız yer Kinâneoğullarının yurdu, yani Muhasseb olacaktır ki, burada Kureyş ve Kinaneoğulları küfür ve inkâr üzere söz birliği etmişlerdi.” diyerek o acı yılları, o boykotu ashabına hatırlatmıştı.
Ambargodan sonra Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) iki büyük üzüntü yaşadı. Himayesi sayesinde tebliğine devam ettiği, bir kalkan gibi kendisine siper olan amcası Ebû Talib‘i, üç gün sonra da vefalı, fedakâr hanımı ve en yakın destekçisi Hazreti Hatice’yi (radıyallâhu anhâ) kaybetti. Bu seneye “hüzün yılı” denmiştir. Mekke’de risalet hizmeti tıkanınca Hazreti Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) Taif’e gitti. Fakat orada daha şiddetli bir tepki ile karşılaştı ve taşlanarak şehirden çıkarıldı. Yaralı, bitkin vaziyette Mekke’ye dönerken, bundan sonra risaletini nasıl devam ettirebileceğini derin derin düşünüyordu.
O dönem Mekke aristokrasisinde eşraftan birinin himayesi çok önemli idi. Günümüz dünyasında yabancı bir ülkede ikamet edebilmek için oranın emniyet teşkilatından oturum belgesi alma şartı ne ise, orada da bahsedilen himaye o derece bir ehemniyete sahipti. Döndüğünde Hira’da durdu. Kureyş’in kendisini Mekke’de barındırmayacağını bildiğinden himaye edecek bir merci düşündü. Eşraftan Mut’im İbn-i Adiy hatırına geldi. Müşrik olduğu hâlde hakperest, asil olan bu şahsın Hazreti Peygamber’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) himayesine alacağını bildirmesi, onu son derecede rahatlattı. O oğullarını yanına alarak silahlı vaziyette Hazreti Peygamber’i Hira’dan alarak Mekke’ye götürüp himayesini ilân etti.[5]
“Nâçâr kalacak yerde/Nâgâh açar ol perde” kabilinden, Allah Teâlâ daha sonra tebliğ için yeni bir kapı açtı. Hac için Yesrib’den (daha sonraki adı ile Medine) gelen altı kişiyi Mekke yakınında Akabe’de İslâm’a kazandırdı. Ertesi yıl aynı yerde onlarla buluşup bu sefer on iki kişi olarak gelmiş olan Medinelilerden biat aldı. İslâm’ı öğretmesi için Mus’ab İbn-i Umeyr’i (radıyallahu anh) onlarla birlikte gönderdi. Sonraki yıl yetmiş üç Medineliden biat ve Medine daveti aldı.[6] Medine’ye hicret dönemi başladı. Dikkat çekmeksizin Müslümanları birer ikişer yavaş yavaş hicrete yönlendirdi. Bununla beraber Allah’tan açık bir emir gelmediğinden kendisi hicrete teşebbüs etmedi. Kendisiyle beraber hicret etmeyen sadece Hazreti Ebû Bekir ile Hazreti Ali kalmıştı.
Kendilerine karşı kuvvet kullanmama konusunda sabırlarını çatlatmasına rağmen, yine de İslâm’ın durmadan ilerlemesinden çılgına dönen Kureyş önderleri, Ebû Cehil’in önerisi ile sığınacakları son çare olarak Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) ansızın öldürme plânı uygulayacakları gece Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) ile Medine yolculuğuna başladı. Hazreti Ali’yi (radıyallahu anh) vekil bırakıp yanındaki emanetleri sahiplerine iade etmekle görevlendirmişti. Suikast için gelenler Peygamberimizi bulamayınca ağızları açık kaldı.
Medine şehir devletinin başına geçtikten sonra Müslümanlardan bazıları artık Mekke eşrafının düşmanlığına karşı kendini gösterme temayülüne rağmen onlardan intikam almaya teşebbüs etmedi. Hicreti izleyen iki yıl esnasında mescidi bina edip ibadet hayatını merkeze alma, muâhât (Muhacirlerle Medineli Ensar’ı kardeşleştirme), ezân, Ramazan orucu, zekât gibi Müslümanlara keyfiyet kazandırmaya matuf düzenlemeler gerçekleştirdi. Savunma ve dış politikanın ilkeleri belirlendi. Çok ağır sorumluluklar için bir sosyal sigorta (akile) sistemi oluşturuldu.[7]
Mizaç olarak Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in başlıca özelliği yumuşak huylu, şefkatli ve merhametli olmasıydı. “Size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, zahmete uğramanıza üzülür. Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.”[8] “İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer kaba, katı yürekli biri olsaydın insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi. Öyleyse onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile ve işleri onlarla istişare et!”[9] gibi mealen birçok âyet onun bu ahlâkını belirtmektedir. Fakat hicret karşısında Mekke önderlerinin boş durmadıklarını, Müslümanları barındırmalarından ötürü Medinelileri tehdit edip cezalandırma hazırlıkları içerisinde olduklarını biliyoruz.[10] Diğer taraftan Mekke’de İslâm tebliği kalmadığı hâlde orada daha önce atılan tohumların toprak altında yeşerip kendisini göstermeye başladığına da şahit oluyoruz. İman ortaya çıkınca müminlerin zulümle karşılaştıklarını da görüyoruz. “Size ne oluyor ki Allah yolunda ve “Yâ Rabbenâ, ahalisi zalim olan şu memleketten bizi çıkarıp kurtar. Tarafından bize bir sahip ve katından bir yardımcı yolla!” diye yalvarıp yakaran erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda düşmanla çarpışmıyorsunuz?”[11] mealindeki âyet bu merhaleye işaret eder.
Mekke cephesinin hazırlıklarını öğrenmek önemliydi. Bedir Savaşı‘ndan bir süre önce Hazreti Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), Abdullah İbn-i Cahş başkanlığında sekiz kişilik bir seriyyeyi Mekke ile Taif arasında Nahle tarafına göndermiş, ona Kureyş’in haberlerini öğrenmeye çalışıp bize getirin talimatı vermişti.[12] Bakara 217. âyeti bu vesile ile indirilmiştir. Mekke’den hicret eden Müslümanlar evlerini, işlerini, ticaretlerini, aile ve akrabalarını her şeylerini bırakarak çıkmışlardı. Müşrikler onların mallarına el koymuş olduklarından onlardan haklarını alma, tazmin ettirme hakları vardı. Bu, dünyanın her tarafında teslim edilmesi gereken bir haktı. İşte bu ortamda on beş yıl kadar süren bir sabır döneminden sonra Allah, mazlum Müslümanlara, kendileriyle savaşa hazırlanan düşmanlara karşı savaşla karşılık verme izni verdi. “Kendilerine savaş açılan müminlere savaşmaları için izin verildi. Çünkü onlar zulme maruz kaldılar. Allah onlara zafer vermeye elbette kadirdir. O müminler ki tamamen haksız yere ve sırf ‘Rabbimiz Allah’tır.’ dediklerinden ötürü yerlerinden yurtlarından kovulmuşlardı (…)”[13]
Batı’da genellikle Müslümanların gerek dinlerini kabul ettirmek ve gerekse onu kabul etmeyenleri yok etmek için silâh kullanma hakkına sahip oldukları ve hattâ bizzat mukaddes kitaplarına göre böyle hareket etmeye de mecbur bulundukları kanaati hâkimdir. Onlara göre, bu mefhuma “kutsal savaş” adı verilmektedir ki, Kur’ân-ı Kerîm’de bunun karşılığı olarak “cihad” kelimesi gösterilmek istenmiştir. Ancak gerçek şudur ki, “gayret sarfetme” mânâsına gelen bu kelime “savaş” mânâsına gelmez ve Kur’ân’da “kutsal savaş” diye bir kavram yoktur.[14] İşbu “guerre sainte” Avrupa terminolojisinde bulunan bir kavramdır. Cihad kavramı cok geniştir. Cihadın bazen savaşta gayret göstermek şeklinde olacağını bildiren ayetler de mevcuttur: “Allah’a iman edin ve Resulü ile birlikte cihada gidin” diye bir sure indiği zaman onlardan imkân sahibi kimseler senden sefere katılmamak için izin istediler ve “bırak biz de evlerinde oturanlarla (kadınlar ve özürlüler) birlikte oturalım” dediler”[15] ayeti bunlardandır.
İbn-i Kayyim el-Cevziyye’nin sınıflandırmasına göre[16] cihadın mertebeleri şu şekilde ifade edilebilir:
1. Nefisle Cihad
a) Hak dini öğrenme hususunda
b) Öğrendiklerini uygulama
c) Başkalarına anlatma
d) Tebliğ sebebiyle ezâlara sabretme
2. Şeytana Karşı Olan Cihad
a) Onun şüphelerini uzaklaştırma
b) Çağırdığı süflî arzulardan vazgeçme
3. Münkirlere Karşı Cihad
a) Kalb ile
b) Dil ile
c) Mal ile
d) Can ile cihad
4. Munafıklarla Olan Cihad
a) Kalb ile
b) Dil ile
c) İkna yolu ile cihad
Mekkî sûrelerde de, “cihad” irşad veya barışçı bir şekilde ikna etmek için gayret sarfetme anlamında kullanılmaktadır: “Öyleyse sen asla kâfirlere itaat etme ve Kur’ân’a dayanarak onlarla büyük bir mücahede gerçekleştir (cahidhum bihi).”[17] Yahut ferdi mahiyette mânevî bir gayret gösterme mânâsını ifade eder: “Bizim uğrumuzda mücahede edip gayret gösterenlere (cahedu fina) elbette muvaffakiyet yollarını gösteririz. Muhakkak ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.”[18]
Kur’ân-ı Kerîm’de savaş kelimesinin karşılığı olarak “kıtal” kullanılmıştır. Mesela Bakara 190, 192, 193, 216; Nisa 75,90; Enfal 39; Tevbe 29;Hac 39; Saf 4; Müzzemmil 20 ayetlerinde böyledir. İslâm’da savaşın hangi maksatlarla yapılacağını şu âyetler belirlemektedir: “Sizinle savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın! Muhakkak ki Allah haddi aşanları sevmez.”[19] “Şayet onlar savaştan vazgeçerlerse (siz de vazgeçin) Zîrâ Allah çok affedicidir, merhametlidir.”[20] “(…) O hâlde onlar sizden uzak durur, sizinle savaşmaz ve size barış teklif ederlerse, o takdirde Allah onlara saldırmanıza yol vermez.”[21] Yine bir başka yerde aynı ayrımın yapıldığını görmekteyiz: “Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden yurdunuzdan etmeyen kâfirlere gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmeden, adalet ve insaf gözetmeden menetmez. Çünkü Allah adil olanları sever. Allah sadece dininizden ötürü sizinle savaşan, sizi yerinizden yurdunuzdan kovan ve kovulmanıza destek veren kâfirleri dost edinmenizi meneder. Her kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin tâ kendileridir.”[22] Hattâ kafirlere, münafıklara ve savaştan kaçanlara karşı en sert çıkışta bulunan ve müşriklerle bütün münasebetlerin kesildiğini açıkça bildiren bir ültimatom ile başlayan Tevbe Sûresi’nde bile, Kur’ân-ı Kerîm’in, antlaşmalarını bozmayan müşrikleri bu ültimatomdan istisna ettiğini görmekteyiz. Allah Teâlâ bu sûrenin 4. âyetinde mealen şöyle buyurmaktadır: “Ancak kendileriyle antlaşma yapmanızdan sonra, şartları hiçbir şey eksiltmeksizin yerine getiren ve sizin aleyhinizde hiçbir kimseye destek vermeyen müşrikler bu hükmün dışındadırlar. Bunlarla sözleşmenin müddeti tamamlanıncaya kadar antlaşma şartlarına riâyet edin. Allah kendisine karşı gelmekten, özellikle ahdi bozmaktan sakınanları sever.”[23]
Kur’ân’da şiddet uygulamasını meşru gösteren hiçbir metin yer almaz. Mesele sadece düşmanın durumuna uygun bir şekilde karşı koyarak âdil davranmayı sağlamaktır. Hattâ Kur’ân, Müslümanlarla aralarında herhangi bir antlaşma bulunmayan müşriklerden himaye isteyenlere bile bu korumanın verilmesini emretmektedir: “Eğer müşriklerden biri senden sığınma hakkı isteyip yanına gelmek isterse, sen ona güvence ver, tâ ki Allah’ın kelâmını dinlesin, düşünsün. Sonra şâyet Müslümanlığı benimsemezse onu, kendisini güvenlikte hissedeceği yere (vatanına) ulaştır (…)“[24] Müminlerden yapmaları istenen savaşın gayesi aynı surenin şu âyetinde meâlen şöyle belirtilmiştir: “Ahitlerini ve yeminlerini bozup Peygamber’i vatanından sürmeye teşebbüs eden bir toplulukla savaşmayacak mısınız ki, aslında savaşı size karşı ilk başlatanlar da onlar olmuşlardı (…)“[25]Demek savaşın sorumluluğu, onu ilkin başlatan tarafa ait olacaktır. Düşman tarafın da bütün fertleri değil fiilen savaşanlar cezalandırılacaklardır. Bu cümleden olarak kadınlar, çocuklar, yaşlılar, engelliler, görmeyenler, akıl hastaları, tarlalarında çalışan işçi ve köylüler, özellikle ibadet yerlerinde bulunan din adamları her türlü şiddet uygulamasından masun olacaklardır. Bilhassa son grup şu yönden dikkat çekmektedir: İslâm din yönünden bir taassup gütseydi şiddeti önce din adamlarına uygulardı. Kur’ân’ın, savaşı bırakan düşmanın affedilmesi emrini uygulayan Hazreti Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), kaçan düşmanın takip edilmesini bile yasaklamıştır.
Demek bu düzenlemenin gayesi, tehlikeyi ortadan kaldırmaktır. Savaş insanları İslâm’a girmeye zorlamak için yapılmaz. İnsanların dinî tercihlerinde zorlama ve işkence uygulamasını engellemek için yapılır. İradeleriyle din seçmelerinde hür olmaları için yapılır. İşte din hürriyetine engel teşkil eden güçleri ortadan kaldırmak gibi yüce bir fikir, İslâm mücahitlerinin yegâne ilham kaynağı olmuştur:[26] “Bu fitne (işkence) ortadan kalkıp din ve itaat yalnız Allah’a ait oluncaya kadar onlarla savaşın! Eğer tecavüzden vazgeçerlerse bilin ki zalimlerden başkasına (üdvan) güç kullanma olmaz.”[27] Bu âyet ile benzeri Enfal, 39 âyetindeki “fitne”, müfessirlerin ekserisi tarafından “şirk” olarak tefsir edilir. Fakat Bakara,191’de de “ve’l-fitnetu eşeddü mine’l-katl”deki “fitne”yi, ekseriyet “dinden döndürmeye sebep olan işkence” diye açıklar.[28] Enfâl 39 ve Bakara, 193’teki “fitne”yi açıklarken selef müfessirlerinden İbn-i İshak, Urve İbn-i Zübeyr, İbn-i Abbas (bir rivâyette), er-Rebi’, Hasan el-Basri tarafından “işkence, yani baskı” tefsiri nakledilir.[29] Dünyanın tamamında şirkin ortadan kalkmadığı, asırlarca yaşanan bir vakıadır.[30] Böyle olunca, mezkûr tefsirlere ve haleften M. Abduh, Kasımî, Muhammed Draz, Merağî gibi zevatın Bakara, 193 tefsirinde açıklamaları gibi “dinden döndürme için baskı, işkence” diye açıklamanın mümkün olduğunu düşünebiliriz.
Kur’ân-ı Kerîm mealen şu âyetinde dinde zorlama olmayacağını bildirmektedir: “Dinde zorlama yoktur. Doğru yol sapıklıktan, hak bâtıldan ayrılıp belli olmuştur. Artık kim tağutu reddedip Allah’a iman ederse işte o, kopması mümkün olmayan en sağlam tutamağa yapışmıştır. Allah her şeyi işitir, bilir.”[31] “Eğer Rabbin dileseydi dünyada ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi. Şimdi sen mi imana gelsinler diye insanları zorlayacaksın?”[32] Bu âyetlerin ifade ettiği üzere, İlâhî takdir gereğince, insanlar arasında farklı inançlar, bir vakıa olarak bulunacaktır: “Eğer Rabbin dileseydi bütün insanları hakta ittifak eden bir tek ümmet yapardı. Fakat O, bunu irade etmediğinden ittifak etmemişlerdir ve işte böylece ihtilâf eder vaziyette devam edeceklerdir. Ancak Rabbinin lutfederek hakta birleşmeyi nasip ettiği kimseler bunun dışındadır (…)”[33]
Burada insanların aklına haklı olarak şöyle bir soru gelebilir: Kur’ân, Müslümanlara inandıkları hakikati diğer insanlara ulaştırma görevi vermiyor mu? İslâm insanlara dünya ve Âhiret mutluluğunu vermek için gelmedi mi? Bu hidâyetten habersiz olanlara dini tebliğ etmek gerekmez mi? Bu elbette Müslümanların yükümlü oldukları bir görevdir ve bunu açıkça bildiren çok sayıda âyet bulunmaktadır. “Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: iyilikleri yayar, kötülükleri önlersiniz; çünkü Allah’a inanırsınız.”[34] “Zaman hakkı için: insanlar hüsrandadır. Ancak iman edip yararlı işler yapanlar, bir de birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bundan müstesnadır.“[35], “Siz haktan uzaklaşmada aşırı giden bir topluluksunuz diye sizi Kur’ân ile uyarmaktan vaz mı geçeceğiz!”[36] mealindeki âyetler, bunlardan bazılarıdır.
Müslümanlar, Kur’an hidâyetinden haberdar olmayanlara dini tebliğ etmekle görevlidirler. Kur’ân bu tebliğin hikmetli, ikna edici ve yumuşak bir üslûpla yapılmasını tasrih etmiştir: “Sen insanları Allah yoluna hikmetle, güzel ve makul öğütlerle davet et, gerektiği zaman da onlarla en güzel tarzda mücadele et! Rabbin elbette yolundan sapanları en iyi bildiği gibi kimlerin doğru yola geleceğini de pekiyi bilir.”[37] Bu âyet tebliğin esas metodunu vermektedir. İnsanlar başlıca üç kısımdır: Birinci kısım aklını kullanmayı bilenler olup bunlara gerçeği anlatmak delilleri bildirmekle, hikmetle olur. İkinci kısım, daha geniş kitle olup bunlar akli delillerden çok selim fıtratlarını koruyan, fayda ve zararını düşünen kimselerdir. Bu gruba güzel öğüt vererek, hakka uymakla sağlayacakları faydaları, uymamakla maruz kalacakları zararları anlatmak gerekir. Bu ikisinden anlamayıp muhalif olan kâfirlere ise, şartlara göre tartışmanın en verimli şekli ile gerçeği anlatıp savunmak gerekir. Davet edilen kişi kabul edip etmeme hususunda tamamen özgürdür. Fakat karşı tarafın da Müslümanlara inançlarını hiç çekinmeden anlatabilmeleri hususunda aynı hürriyeti tanımaları şarttır.
İslâm’ı kabul etmeyenlerin müminlere zulmettikleri ve dini ortadan kaldırmak için hücum ettikleri bir konumda Müslümanların, en önemli değerlerini, yani dinlerini savunmak için harekete geçmemeleri elbette beklenemez. Kendi ülkeleri dışında bile olsa, oralarda da inananların haklarını korumak, inanmak isteyenlerin önündeki engelleri gidermek için, kısacası din hürriyetini gerçekleştirmek için çare aramaları gerekir. İslâm inanç tarihi şu durumu göstermiştir: Din tebliği savaştan ziyade barış ve diyalog ortamında daha verimli olmuştur. İlk dönemden misâl verecek olursak, şu gerçeği hatırlamamız yeterli olur. Hudeybiye Antlaşması’ndan sonraki iki yıl içinde İslâm’a girenlerin sayısı, ondan önceki on sekiz senede Müslüman olanlar kadar, hattâ ondan da fazla olmuştur.[38] Fetih Sûresi’nin birinci âyetinde bildirilen “feth, yani zafer” Hazreti Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından Hudeybiye Zaferi olarak tefsir edilmiştir.
Sonuç olarak;
1- En önemli mesele Allah’a (celle celâluhu) ve O’nun bildirdiği din esaslarına inanmaktır;
2- İslâm ebedî hayat ve dünya mutluluğunu hedefler;
3- Din zorla kabul ettirilmez;
4- Dini tebliğ için hicret ve cihad gereklidir;
5- Savaş, İslâm ile insan arasına giren engelleri, inanmayı yasaklayan baskıyı, işkenceyi gidermek, mazlumları korumak için yapılır.
Dipnotlar:
[1] Nahl Sûresi, 16/106.
[2] Ankebut Sûresi, 29/10.
[3] Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 29.
[4] İbn-i Hişam, Sîre 1/375; İbn-i Sa’d, Tabakat, 1/209’dan naklen Salih Suruç, Peygamberimiz’in Hayatı, 1/240.
[5] Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu kişiye olan takdirini şu olaydan anlayabiliriz: Bedir Savaşı’nda onun oğlu Cübeyr İbn Mut’im esir alınmıştı. Peygamberimiz onu görünce. “Eğer baban sağ olsa ve bütün esirlerin serbest bırakılmasını isteseydi, onun hatırına serbest bırakırdım.” Demiştir. Buhari, IV,83’ten Salih Suruc, I,265).
[6] Muhammed Hamidullah, İslâm’a Giriş, s.16; İbn Hişam, II, 84; Tabakat, I,222’den Salih Suruç, I,288.
[7] M.Hamidullah, a.g.e, s.18.
[8] Tevbe Sûresi 9/128.
[9] Âl-i İmran Sûresi 3/159.
[10] Muhammed Hamidullah, İslâm’a Giriş, trc. Cemal Aydın, Ankara, 2005, s.19.
[11] Nisâ Sûresi, 4/75.
[12] Taberi, Seyyid Kutub, Zilal.
[13] Hac Sûresi 22/39-40.
[14] Muhammed Draz, Kur’ân’ın Anlaşılmasına Doğru, s.60.
[15] Tevbe 86. Keza Tevbe 41 ve 81’de de bu anlamdadır.
[16] Zâdu’l-Meâd, Beyrut, 1985, 3/9-11, Terc. 3/1011-1012, Cantaş yayınları.
[17] Furkan Sûresi, 25/52
[18] Ankebut Sûresi, 29/69.
[19] Bakara Sûresi, 2/190.
[20] Bakara Sûresi, 2/192.
[21] Nisa Sûresi 4/90.
[22] Mümtahine Sûresi 60/8-9.
[23] Tevbe Sûresi 9/4.
[24] Tevbe Sûresi 9/6
[25] Tevbe Sûresi 9/13.
[26] Muhammed Draz, Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru, s.64.
[27] Bakara Sûresi, 2/193.
[28] Zemahşeri,İbn-i Atiyye, F.Razi, Beyzavi, İbn-i Cüzey, Sealibi, Hatib Şirbini, Ebu’s-suud, Şevkani, Kasımi, M.Reşid Rıda ve Meraği bunlardandır.
[29] İbn-i Atiyye, Razi, Hazin, Şirbini, M.S. Hasan Han tefsirlerinde…
[30] Bu müşkilin farkında olan müfessir F.Razi’dir. Ama buna getirdiği iki açıklama pek tutarlı değildir. O büyük dimağ zamanımızda yaşasaydı, daha tutarlı bir tefsir yapacağını düşünebiliriz.
[31] Bakara Sûresi 2/256.
[32] Yunus Sûresi 10/99.
[33] Hud Sûresi 11/118-119.
[34] Âl-i İmrân Sûresi, 3/110
[35] Asr Sûresi 103/1-4.
[36] Zuhruf Sûresi 43/5.
[37] Nahl Sûresi 16/125.
[38] Bu tespit tabiin devri imamlarından İbn-i Şihab ez-Zühri’ye aittir. (İbn-i Hişam, Sire; Buhari şerhi, Fethu’l-Bâri.)
Yazar: Prof. Dr. Suat Yıldırım, Yeni Ümit Dergisi, Nisan-Mayıs-Haziran – 2015