Zayıf ve Kimsesizlerin Hazin Hâli

220

Bundan böyle Mekke, Müslümanların üzerine daha planlı geliyordu. İlk olarak, zayıf ve güçsüzleri, üzerlerine gittiklerinde kendilerine zorluk çıkaracak dayanakları olmayan masum kimseleri tercih ediyorlardı. Aralarında anlaşmışlardı. Her kabilenin reisi kendi uhdesinde bulunan bu türlü insanları tespit edecek ve dinlerinden dönünceye veya başlarına bela(!) olmaktan kurtuluncaya kadar işkenceye maruz bırakacaktı. Bilhassa Ebû Cehil, nerede birisinin ‘Lâ ilâhe illallah’ dediğini duyarsa hemen oraya koşuyor ve –hele bir de bu şahıs zayıf ve kimsesizlerden biri ise– dininden döndürmek için ona işkence etmekten zevk duyuyordu.

Bu sıkıntılı süreçte Süheyb İbn Sinân, hafızasını yitirmiş, ne dediğini bilemez hâle gelmişti.

Ebû Fükeyhe’nin ayaklarına demir zincirler bağlanmış, günün en sıcak saatlerinde sahraya çıkarılıp üzerine koca koca taşlar konuyor ve bu yükün altında akşama kadar inim inim inletiliyordu. O da hafızasını yitirmiş, akli melekelerini bu çöllerde kaybetmişti.

Habbâb İbn Erett’in vücudunda hep yanık izleri vardı; dinini inkâr etmesi için efendisi sürekli işkence ediyor, yanına geldikçe kızgın demirleri alıp vücuduna basıyordu. Hatta bir gün, saçlarından yakaladıkları Habbâb’ı, boynundan da sıkarak dükkânındaki ateşin üzerine yatırmış; kendilerince terbiye ediyorlardı. Dayanılmaz bir tabloydu; hatta onu burada o kadar uzun tutuyorlardı ki, sırtından akan yağlar ateşi söndürüyor; böylelikle kısmen de olsa bir rahatlama imkânı buluyordu.

İşkence altında bu mihneti yaşarken Zinnîre adındaki bir cariye gözünü kaybedecek,[1] Zühreoğullarının cariyesi Ümmü Ubeys de Esved İbn Ebî Yeğûs’un kırbaçları altında inim inim inleyecekti.

Henüz Müslüman olmayan Ömer’in cariyesi de bu süreçten nasibini alacak ve efendisi yoruluncaya kadar dayak yiyecekti.

– Yorulmamış olsaydım; sana gösterirdim, diyerek, işkenceye ara verdiği dönemlerde bu kadın:

– Yarın da Rabbin, aynısını sana yapacak, diye Hattaboğluna söylenecek, ama o gün için bunun bir faydasını göremeyecekti.

Abdüddâroğullarında anne-kız hizmet eden iki cariye vardı ve her ikisi de işkence altına alınmış; bilhassa anne, ne dediğini bilemeyecek kadar hafızasını yitirmişti.

İşte bu sıkıntılı dönemde, ilk hedef halindeki bu zayıf ve güçsüzlerin imdadına, yine Ebû Bekir (radıyallahu anh) koşacak; onları efendilerinden satın alarak hürriyetlerine kavuşturacaktı. Hatta, onun bu haline şahit olan baba Ebû Kuhâfe:

– Görüyorum ki hep zayıf ve güçsüzleri satın alıp hürriyete kavuşturuyorsun. Daha güçlülerini bulup onları tercih etsen, hiç olmazsa bunlar seni de destekler ve arkanda güç olurlar, diye onu yönlendirmek isteyecek, ancak o:

– Bununla ben, sadece Allah’ın rızasını hedefliyorum, diyerek yaptığı işe, kendine ait bir beklentinin girmesine asla kapı aralamayacaktı.

Zaten, çok geçmeden gelen ayetler de, Ebû Bekir’in ne kadar isabetli olduğunu tescil etmiş ve rıza ufkuna ulaşmada ihraz ettiği konumu insanlara örnek olarak göstermişti.[2]

Anne ve babasıyla birlikte Müslüman olan Ammâr İbn Yâ­sir, Benî Mahzûm’un kölesi idi. Başta Ebû Cehil olmak üzere kabilenin önde gelenleri onları, gündüzün en sıcak zamanlarında açık araziye çıkarır ve yoruluncaya kadar işkence yaparlardı. Bir gün onları, acınacak bu hallerinde gören şefkat peygamberi Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) çok üzülmüş ve:

– Biraz daha sabır ey Yâsir ailesi! Şüphe yok ki sonunuz cennettir, müjdesini vermişti.

Gerçekten de yaşlı baba Yâsir, bu işkenceler sırasında cennete yürümüştü. Yaşlı ve güçsüz anne Sümeyye ise, bütün baskılara rağmen Rabbini inkâr etmekten, Resûlullah’ın aleyhinde söz sarfetmekten kaçınınca Ebû Cehil’in mızrağına hedef olmuş ve şehadet mertebesine ulaşmıştı. İslâm’ın ilk şehidiydi Hz. Sümeyye.[3]

İşin kötü tarafı, bütün olanların Ammâr’ın gözünün önünde gerçekleşmesiydi. Üstüne, kızgın taşların biri inip diğeri kalkıyordu. Maddi ve manevi o kadar baskı altında tutmuşlardı ki, Ammâr şuurunu kaybetmiş ve ne dediğini bilemez hale gelmişti.

– Muhammed’e küfretmedikçe ya da Lât ve Uzzâ’yı hayırla yâd etmedikçe asla seni bırakacak değiliz, diyorlardı. Nitekim o da, Lât ve Uzzâ’nın adını söyleyince ancak serbest bırakılacaktı.

Ammâr serbest bırakılmıştı bırakılmasına; ama hayatının en büyük ıstırabını duyuyordu. Zira, canından çok sevdiği ve her şeyden aziz tuttuğu Allah ve Resûlü yerine sahte ve beşer ürünü ilah yakıştırmalarının adını anmış ve dilini kirletmişti. Bitip tükenmişti âdeta…
Kolu kanadı kırık halde huzur-u risalete geldi. Çok mahcuptu. Allah Resûlü’nün nur cemaline bakamıyordu. Çok geçmeden yine Allah Resûlü’nde vahiy emareleri görülmeye başlandı. Bu sırada Cibril-i Emîn gelmiş ve şiddete maruz kalanların, kalbi tasdik etmedikçe dilleriyle söylemek zorunda kaldıkları kötü kelimelerin küfür olmayacağını anlatıyordu.[4] Ammâr da rahat bir nefes almış, huzur-u risalette sükûn bularak âdeta bütün acılarını unutuvermişti.[5]


Dipnotlar:
[1] Muhibbuttaberî, er-Rıyâdü’n-Nadıra, 2/22 (424). Gerçi onun gözünü Allah (celle celâluhû) ertesi gün yeniden açmış ve görme duyusunu kendisine iade etmişti. Hatta bu bile Kureyş arasında mevzu edilmiş, “Bu da Muhammed’in bir sihridir.” demeye başlamışlardı.
[2] Bkz. A’la, 87/14-21
[3] Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 2/162
[4] Bkz. Nahl, 16/106
[5] İbnü’l-Esîr, Üsüdü’l-Ğâbe, 1/809

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.