Yakın Körlüğü ve Ebû Leheb
Uzaklık, hakikat ne ise o olarak görülüp bilinmesine engel teşkil ettiği veya edebileceği gibi, bazen yakınlık da görmeye mâni bir perde olabilir. İnsanlığın İftihar Tablosu’yla (sallallâhu aleyhi ve sellem) aynı dönemi paylaşıp âlemleri nura gark eden O ışık tufanının hemen yanı başında bulunuyor olmalarına rağmen, O’nu ve gökteki yıldızlar konumunda bulunan etrafındaki sahabe efendilerimizi göremeyen, O’nun diriltici iklimine çok yakın oldukları hâlde O’ndan istifade edememe bahtsızlığına düşen nice tali’siz insan vardır.[1] İşte bu yakın körlüğüne maruz kalan insanların en başında Resûl-i Ekrem Efendimiz’in amcası Ebû Leheb gelmektedir.
Asıl adı, Ebû Utbe Abdülüzzâ İbn-i Abdülmuttalib olan Ebû Leheb’e babası, güzelliği sebebiyle ateş gibi parladığı için veya öfkelendiği zaman yanakları kızardığı için, ‘alev/ateş babası’ anlamında Ebû Leheb künyesini vermiş ve Ebû Leheb bu ismiyle meşhur olmuştur.[2] Kur’an’da da kötü akıbeti ve alevli ateşe girmesi açısından “Ebû Leheb” lakabıyla zikredilmiştir.[3]
Peygamber Efendimiz’in amcası aynı zamanda kapı komşusu olan Ebû Leheb, Mekke’nin ileri gelenleri arasında yer alırdı. Risâlet öncesi Resûl-i Ekrem’in dostuydu ve O’na karşı tavırlarında herhangi bir olumsuzluk yoktu. Oğlu Utbe ile Efendimiz’in kızı Rukiyye; yine Oğlu Utbeybe ile de Efendimiz’in diğer kızı Ümmü Külsûm nişanlanmış ama henüz düğün yapılmamıştı.[4]
Allah Resûlü’ne peygamberlik verilip tebliğe başladığında bu dostluklardan ve akrabalık bağlarından eser kalmadı. Resûlullah’ı en büyük düşman olarak ilân etti ve ona sürekli kötülük düşünüp hakkındaki olumsuzlukları destekler bir tavır içine girdi. O’nun aleyhinde en korkunç düşmanlarıyla iş birliği yapmaktan çekinmedi. Kin ve nefretin tüccarlarıyla birlikte omuz omuza verdi, hanımı Ümmü Cemîl’i de yanına alarak yeğenine yapmadık kötülük bırakdı.
Hâlbuki o, Nur hanesine yakın bir yerde neş’et etmişti. Amcası olması yönüyle O’nun ne kadar nezih yetiştiğine şahitti, O’nu çoklarından daha iyi tanıyor ve tanıyan herkes gibi “emin” biliyordu. Buna rağmen o bu Nur’dan istifade edemeyen tali’sizler arasında yerini aldı. Dahası en azılı düşmanı kesildi. Çünkü onda çok ciddi bir yakın körlüğü vardı.
Ebû Leheb iradesini hep kötüye kullandı. Allah Resûlü’nün geçeceği yollara dikenler serpti ve Kâbe’ye giden yollarda ateşler yaktı. İslâm dininin i’lâ ve yücelmesi uğruna verilen mücadelenin karşısına dikildi, bütün hayatı boyunca oyun ve düzenler kurdu. Ama yaptığı her şey akîm kaldı.
İşte aynı çağda, aynı toplum içinde, aynı muhitte, bazen de aynı ailede neşet eden insanı görememeye veya görmezlikten gelmeye “yakın körlüğü” denmektedir. Bu yakın körlüğü bazen en temiz, en nezih ruhlarda bile olabilir. “Emsal arasında tenâfüs olur!”[5] sözü de bir açıdan bunu anlatmaktadır; yani birbirlerine yakın olan insanların yarışmada birbirlerine dirsek vurmaları gibi hafif bir çekememezlik ve hazımsızlık bulunabilir.
Fakat bu tenâfüs hissinin önü alınmazsa ve o duygu dengelenmezse, tehlikeli bir rekabete ve körlüğe dönüşebilir. Bu tür bir tenâfüsü Resûlü ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yasaklamıştır.[6] İşte Ebû Leheb’de de Efendimiz’e karşı böyle bir tenâfüs hissi vardı; “Bizim Muhammed” diyordu. Böyle bir bakış onu kör etmişti ki bu yakın körlüğü dediğimiz bir marazdı.
Ebû Leheb’in mübtela olduğu maraz sadece yakın körlüğünden ibarette değildi. O aynı zamanda inad, kibir, bakış zaviyesinde inhiraf ve ataları/öndekileri körü körüne taklit gibi Mü’min olmaya mani ve imandan çıkmaya sebep olan başka hastalıklara da müptelaydı. O mütekebbir, mağrur ve neye nasıl bakacağını bilemeyen, servetiyle ve evlatlarıyla sarhoş olmuş; sarayıyla, villasıyla, yalısıyla zehirlenmiş bir insandı.
Kolu Kanadı Kırılsın Ebû Leheb’in, Kırıldı da!..
Risaletin dördüncü yılıydı, geçen üç yıl içerisinde insanlar tedbir ve temkin içerisinde tek tek İslam’a davet edilmişti,[7] artık Cenâb-ı Hak, en büyük vazife olan tebliğ hususunda, “Önce en yakın akrabalarını uyar.”[8] buyurarak Allah Rasûlü’nün evvela yakınlarından başlamak üzere insanları topluca açıktan uyarması[9] ve sonra da kendisine emredileni açıkça müşriklere söylemesi emrediliyordu.[10] Artık tebliğ, gizliden gizliye değil aleni ve açıktan, büyük kitleler hedeflenerek yapılacaktı.
Bunun üzerine harekete geçen Efendimiz’e açıktan ilk tepki ve şiddet öz amcasından gelmişti. O, Hazreti Hadîce(radıyallahu anhâ)(arkasinda-ilk-saf-tutan-kisi-hazreti-hadice-r-anha) validemizin himmetleriyle bir ziyafet tertip etmiş ve Abdulmuttalib oğullarını bu ziyafete çağırmıştı. Onlara önce kendi elleriyle ikramda bulunmuş ardından da mesajını sunmak istemişti fakat O’na mani olmak isteyen ve tam bir yakın körlüğü yaşayan amcası Ebû Leheb araya girmiş, küstahça sözlü saldırılarda bulunmuş ve O’nu kırk kişinin ortasında sihirle, dinden sapmakla, şer ve kötülük getirmekle suçlamıştı. Oluşan davet zemininin ve müspet havanın aslında kendisine en fazla destek vermesi gereken amcası tarafından bu şekilde sabote edilmesi, Rahmet Peygamberi’ni (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok incitmişti. Üstelik O, daha bir kelam etmeden meclis de dağılmıştı.[11]
Efendimiz, çok incinse de amcasının bu tavrını sabır ve sükûnetle karşılamış, Cenab-ı Hakk’ın “Önce en yakın akrabalarını uyar!” emrini yerine getirmek için ertesi gün tekrar ziyafet tertip etmişti. Bu sefer amcasının oluşan davet zeminini sabote etmesine fırsat vermeden meclistekilere davasını anlatmış ve onları kendisine yardımcı olmaya davet etmişti. Mecliste bulunanlar, Efendimiz’in daveti karşısında yumuşak ve müspet sözler söylemeye başlamışlardı ki bu durumu hazmedemeyen Ebû Leheb, tekrar devreye girmiş, Efendimiz’in şer ve kötülüğe davet ettiğini iddia edip onları başkalarından gelecek zillet, hakaret ve ölümlerle korkutmuştu. Kendisine tepki gösteren kız kardeşi Safiyye’yi de azarlamış ve yine meclisi sabote etmişti.
Onun küfrünü, kibrini ve kinini kronikleştirmek istemeyen Rahmet Peygamberi (sallallâhu aleyhi ve sellem), yine onu incitecek herhangi bir tavır sergilememiş ve en ufak bir söz dahi söylememişti. Allah’ın yardımına sığınıp sarılmıştı. Bunun üzerine inen âyetle akrabalarından kendisine isyan edenlere “Ben sizin yaptıklarınızdan berîyim.”[12] demesi, Aziz ve Rahîm Allah’a güvenip dayanması emredilmişti.[13]
Ebû Leheb’in sözlü saldırıları Efendimiz’i durduramamıştı. O, kurdukları düzenin sefasını süren Mekke’deki bütün kabileleri uyarmak için Safâ[14] tepesine çıkmış ve yüksek sesle “Yâ Sabâhâh! Ey Kureyş cemaati!” diyerek seslenmişti. Normal şartlarda bu sesleniş, büyük bir düşman tehlikesi karşısında insanları uyarıp toparlanmalarını temin için yapılırdı. Böyle bir ses duyulur duyulmaz herkes, kendince tedbirini alır ve düşmana karşı hazır hâle gelerek beklemeye başlardı. Onun için hiç kimse bu sese seyirci kalamazdı. Gelebilen kendisi geliyor, gelemeyenler ise kendisinin yerine mutlaka birisini gönderiyordu.
Kureyş kabileleri merak içerisinde Safâ’nın eteklerine toplanınca, “Ey Abdulmuttalip oğulları! Ey Fih oğulları! Ey Lüeyy oğulları!.. Ben şimdi şu dağın öbür yamacında düşman süvarilerinin bulunduğunu ve size saldırmak üzere olduklarını söylesem bana inanır mısınız?” diye sordu. Maksadı onların kendisine duydukları güveni ikrar ettirmekti. Onlar, “evet inanırız, vallahi de biz Seni, hiç yalan söylerken görmedik; bugüne kadar Senden, doğrudan başka bir şey söylediğine şahit olmadık!” deyince Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Ben şiddetli bir azaptan önce size gönderilmiş bir uyarıcıyım.” dedi ve onları İslam’a davet etti.
Bunun üzerine, Ebû Leheb öfkeden yerinde duramaz hâle gelmiş, –hâşâ ve kellâ– “Ağzın kurusun. Sırf bunun için mi bizi buraya çağırdın?” deme ve “tebben leke” sözünü tekrar etme küstahlığında bulunmuştu. “Tebben leke” helak olasın, kolun kanadın kırılsın manasına geliyordu. Bunun üzerine Tebbet (Mesed) Sûresi nazil olmuş[15] ve Kur’an-ı Kerim ona kolu kanadı kırılası, helak olası, hüsrana uğrayası, mahv u perişan olası, tepetaklak gidesi, gayyaya yuvarlanası, ateş babası demişti:
“Elleri kurusun (kolu kanadı kırılsın) Ebû Leheb’in ve kurudu (kırıldı) da. Malı da kazandıkları da hiçbir işe yaramadı. Alevli bir ateşe gidip yaslanacak.. karısı da.. odun taşıyıcı olarak.. hem boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu hâlde.”[16]
Ebû Leheb bu çıkışıyla Efendimiz’i en yakını olan amcasının bile itibar edip desteklemediği bir insan konumuna düşürmek istemiş[17] ve bunun üzerine Kureyş kabileleri “Allah’ın, elçi olarak gönderdiği bu şahıs mı imiş! Bula bula bunu mu bulmuş?” diyerek alay edip eğleniyor ve “Eğer biz sebat etmeseydik, neredeyse bizi tanrılarımızdan vazgeçirecekti!” diyerek dağılmışlardı.[18]
Ebû Leheb inatçı bir insandı. Ebû Cehil onun hakkında “Sakın bunu kızdırmayın. Eğer öbür tarafa geçerse bir daha onu kimse döndüremez.” derdi. Ve bunda da haklıydı. Ancak o, bu inadını Allah Resûlü’ne karşı kullandı, O’na düşmanlıkta harcadı. Hanımıyla beraber omuz omuza verdi ve Kâbe’deki putları ta’ziz ettiler. Lât dediler, Menat dediler de eğilip bir kere olsun yanı başlarında büyüyen, Aleyhissalâtü Vesselâm gibi bütün cihanları ifade edecek bir fihrist insanı anlamak için gayret göstermediler. Âlemlere Rahmet olan bu mümtaz şahsiyetten istifade lüzumunu duymadılar. Duymak şöyle dursun eşiyle beraber hep Allah Resûlü’ne kötülük yaptılar. Oğulları Utbe ve Uteybe’yi, Efendimiz’in kızları Rukiyye ve Ümmü Külsûm’ü boşamaya zorladılar. Onlarda anne babalarından etkilenerek Nebiler Serveri’ne karşı hep düşmanca duygular sergilediler. [19]
Ebû Leheb’in evi, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) evine bitişikti. O’nun evini sık sık kendisi taşa tuttu bazen başkalarına taşlattı,[20] kapısı önüne her çeşit pisliği atmaktan çekinmedi.[21] Ebû Süfyân’ın kız kardeşi olan karısı Ümmü Cemîl de Resûl-i Ekrem’e eziyet etmekte ondan geri kalmazdı.
Kazanma Kuşağında Büyük Kayıp ve Odun Taşıyıcısı Ümmü Cemîl
Ümmü Cemîl Benî Ümeyye’ye mensup soylu ve zengin bir kadındı.[22] Ebû Süfyan’ın kız kardeşi ve Hazreti Muaviye’nin de halası idi. Allah Resûlü’ne sözlü ve fiili ağır hakaretlerde bulunur;[23] O’nu karalamak için uydurulan iftiraları sağa sola yayardı. Kocası Ebû Leheb’i Efendimiz’e karşı kışkırtırdı. İki Cihan Serveri’ne karşı yapılan edepsizce muamelelerin pek çoğuna iştirak eder ve bundan derin bir zevk duyardı. Gün içerisinde topladığı pıtrakları, dikenleri, dikenli ağaç dallarını demet hâline getirir sonra da bunları gece vakti ayağına batıp yaralar açması için Rahmet Peygamberi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) yürüyeceği yerlere ve yollara saçardı! O’nun geçeceği yollarda yakılsın diye odunları yüklenip getirirdi.[24]
Aslında pek çok hizmetçi kullanacak kadar şatafata da düşkündü. Ama İki Cihan Serveri’ne olan gayzı onu öyle tahrik ediyordu ki, bu mağrur kadın bütün gururunu ayaklar altına alıp o güne göre hizmetçi ve cariyelerin yapacağı bir işi yapıyordu. Gerdanlığın her çeşidini dahi boynuna takmaya tenezzül etmezken gel gör ki şimdi boynunda ip vardı ve sırtında da odun. Dünyada yaptığı bu işlerin cezasını da aynı cinsten çekecekti, zira Kur’an-ı Kerim, onun için “hammâlete’l-hatab – odun taşıyıcısı” diyor ve onun da kocasıyla beraber Cehennem’e yuvarlanacağını bildiriyor.[25]
Ebu Leheb’in Bitmeyen Kin ve Nefreti, O’nu Bitirdi
Tek Hedefi muhataplarına, Rabb-i Rahîmi’ni tanıtmak, onları Cehennem’e giden yollardan geri çevirmek ve böylece sâhil-i selâmete ulaştırmak olan Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) iman davetine engel olmak için Ebû Leheb elinden gelen her şeyi yapıyordu. O’nun Resûl-i Ekrem’e ve davasına olan kin ve nefreti bitmek ve tükenmek bilmiyordu.
Davasını anlatmak için her fırsatı değerlendiren Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hac mevsiminde Mekke ve etrafında kurulan panayırları geziyor insanları bir ve tek olan Allah’a kulluğa davet ediyordu. Ebû Leheb de her yerde adım adım yeğenini takip ediyor ve muhatap olduğu kabilelere, “Ey insanlar! O, dinden çıkmış bir yalancıdır, sihirbazdır. O kavmini birbirine düşürdü. Dikkatli olun sizi aldatıp atalarınızın ilahlarından, dinlerinden vazgeçirmesin. Ey filan oğulları! Bu, sizden Lât ve Uzzâ’dan sıyrılmanızı, bölgenizde müttefikiniz olan Mâlik İbn-i Ukayş oğullarını terk etmenizi ve kendi getirdiği bid’at ve dalâlete tabi olmanızı istiyor. Asla O’nu dinlemeyin, O’na itibar etmeyin ve O’na tâbi olmayın.” diyerek bağırıyor, elindeki taşı toprağı O’na atıyor ve insanların vicdanları üzerinde baskı kurmaya çalışıyordu.[26]
Dünya durdukça o da dursaydı, niyeti yine hep aynı şeyi yapmaktı. İnananlara ve Allah Resûlü’nü himaye eden akrabalarına yapılan ve tatbiki üç sene gibi uzun bir müddet süren boykotu hazırlayan ve bu işin öncüsü olan Ebû Cehillerle beraber oldu; Allah Resûlü ve Müslümanlara kötülük yaptı. Müslümanlar bu üç seneyi ölümle pençeleşerek geçirmişlerdi. Sadece haram aylarda bulundukları yerden çıkıp alışveriş yapma imkânı buluyorlardı.
Boykota maruz kalan birisi çoluk çocuğuna biraz yiyecek almak üzere Mekke çarşısına vardığında Ebû Leheb hemen erzak yüklerinin başına dikilir, “Ey Tüccar topluluğu, Muhammed’in ashâbına fiyatları öyle yüksek söyleyin ki sizden bir şey alamasınlar, kalan mallarınızı ben sizden yüksek fiyata alırım.! der ve bu şekilde Müslümanların haram aylarda dahi alış veriş yapmalarına engel olurdu.[27] Halbuki boykota maruz kalanların büyük bir kısmı Ebû Leheb’in yakın akrabasıydı. Peygamber Efendimiz, (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Hadîce validemiz ve Ebû Tâlib bütün mal varlığını bu dönemde harcadılar. Nice yaşlı ve çocuk bu boykotta hayatını kaybetti. Fakat Ebû Leheb’in vicdanında bütün bu olanlar zerre kadar acıma hissi uyarmadı. O, böyle vicdandan nasipsiz bir insandı.
Boykot sonrası Ebû Talib’in vefatıyla Hâşimîlerin reisi olan Ebû Leheb, kabile içi dayanışma ve bütünlüğü sağlama adına bir dönem Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu laeyhi ve sellem) sahip çıkıyor gözükse de bu tavrı uzun sürmedi.[28]
Ebû Leheb bir gün Allah Resûlü’ne, ‘Müslüman olursa kendisine nelerin verileceğini’ sormuş, cevap olarak da, ‘Her Müslüman’a ne verilirse ona da aynısının verileceği’ cevabını alması üzerine, ‘Benim onlardan bir üstünlüğüm yok mu?’ diyerek beklentilerinin olduğunu ima etmiş, ‘Benimle şunları bir tutan dine yuh olsun.’ diye de hakaretlerde bulunmuştu.[29] Başka bir gün de Efendimiz’in getirmiş olduğu mesajla alay ederek: “Muhammed, bana, görmediğim birtakım şeyler vaad ediyor! Onların öldükten sonra olacağını söylüyor! O, bu vaadlerden başka, acaba elime avucuma ne koydu?!” diyerek ellerine üflemiş ve sonra da; “Yuh sizlere! Ben Muhammed’in söylediklerinden hiçbir şeyin var olduğunu görmüyorum!” demiştir.[30]
Kabile ve soy olarak O’na en uzaklar en erken gelip Allah Resûlü’ne karabet ve yakınlık kurmaya gayret ederken, o aksine uzaklaşmayı âdeta kendine bir vazife biliyordu. Nasıl bir kördü ki, yanında doğan ve yükselen Nur Menbaı bir Güneşi görmüyordu. Talih kuşu başındayken onu uçurmuş, kendisini talihsizliğe mahkûm etmişti. O’nun eteğinden tutsaydı, Hazreti Abbas ve “Allah’ın Arslanı” Hazreti Hamza gibi arş-ı kemalât-ı insaniyete çıkması mukadderdi. Fakat o, büyük kazancı ayağının ucuyla itti, aslında böylece kendisini cehenneme itti.
Ebû Leheb kendisi Müslüman olmadığı gibi, çevresinden Müslüman olanları vazgeçirmeye çalışmış; Müslüman olmak isteyenlere engel olmuştur. Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) halası ve kendisinin kız kardeşi olan Hazreti Ervâ’nın Müslüman olduğunu haber alan Ebû Leheb, vakit kaybetmeden hemen soluğu Ervâ’nın evinde almış ve ona “Senin Abdulmüttalib’in dinini bırakıp Muhammed’e tabi olmana şaşarım!..” demiş ve buna karşılık Hazreti Ervâ da “Evet O’na tâbi olup Müslüman oldum. Sen de kalk yeğenine destek ol; engel olma, onu savun!.. sözlerini söylemişti. Bunun üzerine Ebû Leheb, “Yeni bir din uydurmuş olan bu yeğenimize uyup da bütün arapları karşımıza alacak gücümüz yok” diyerek dönüp gitmişti.[31]
Ebû Leheb, Bedir’e iştirak etmedi veya edemedi.[32] Bedir’de Müslümanların zaferi Mekke’ye ulaşınca, hiç beklemediği bu vahim sonucu duyunca öfkelendi ve sinir krizleri geçirmeye başladı. Gelen haberci, tanımadıkları insanlar tarafından hezimete uğratıldıklarından ve Müslümanlara yardım eden sarıklı askerlerden bahsediyordu. O güne kadar imanını gizlemiş olan Hazreti Ebû Râfi’de denilenleri dinleyenler arasındaydı. Bu sözü duyunca kendisini tutamayarak “Vallahi de onlar meleklerdir!” dedi. Açıkça bu, o güne kadar gizlediği kimliğini âşikâr etmek anlamına geliyordu ve bunu duyan Ebû Leheb çıldıracak hâle geldi ve öfkesini çıkarmak için Ebû Râfî’nin üzerine yürüyerek onu ayaklarının altına aldı ve çiğnemeye başladı.
Ebû Râfi, Hazreti Abbas’ın kölesiydi. Hazreti Abbas’ın hanımı Ümmü Fadl, koşarak geldi ve “Efendisi yok diye bir köleyi dövüyorsun ha?” diyerek eline geçirdiği bir çadır direğini kaptığı gibi Ebû Leheb’in kafasına indiriverdi. Ebû Leheb kardeşinin karısına seslenmedi. Başından akan kanla evine gitti ve bir daha dışarıya çıkamadı. Bu darbenin tesiri, aldığı haberin elemiyle birleşince veya başka bir sebeple “Adese” denilen bulaşıcı ve öldürücü bir hastalığa yakalanmıştı. O gün, bu hastalık vebadan daha tehlikeli kabul ediliyordu.
Malı vardı, evlâtları vardı; fakat hiçbirinin Ebû Leheb’e faydası olmuyordu. Yedi gün kıvrandı durdu. Tek başına kaldı. Öldüğü zaman başucunda kimsecikler yoktu. Ölüsünü almaya dahi giren olmuyordu. Oğulları onun yakalandığı hastalığın kendilerine bulaşmasından korktukları için babalarını gömemediler. Nihayet utandılar. Çölden birkaç bedevî tuttular ve kokuşmuş cesedi bir çukura atarak üzerine taş yığdılar. [33]
Benî Ümeyye’nin bütün serveti ona akmasına ve Beni Ümeyye’den olan karısı Ümmü Cemîl’in de çok zengin olmasına rağmen bütün kazandıklarının ona zerre kadar faydası olmadı. Evlâtları da onu kurtaramadı. Hatta ölüsüne bile sahip çıkmadılar. Hâlbuki o onlarla çok övünürdü… Gerek kendisi gerekse hanımı yakınlıklarına rağmen en uzaklardan daha fazla kötülük yaptıkları için haklarında Tebbet Sûresi inmiş ve bu kötülüklerinin karşılığı olarak Âhiret’te karşılaşacakları sıkıntılı hallerini Kıyâmet’e kadar herkese ilan etmiştir. [34]
Ebû Leheb’in diğer aile fertlerine gelince Oğullarından Uteybe, ava gittiği bir gün avlandı ve bir arslanın pençeleriyle can verdi. Utbe ile Muattıb Mekke Fethi sonrası Şefkat Peygamberi’nin sımsıcak ikliminde Müslüman oldular.[35] Kızlarından Dürre,[36] Izzet[37] ve Hâlide[38] de geldi ve İslâm’ın aydınlığına teslim oldular.
Allah, Ebû Leheb ve Ümmü Cemîl gibi kin, nefret ve intikamının kurbanı, kendini tahribe vermiş, en olumlu şeyleri yıkmayı kendisi için vazife edinmiş çağın/çağların Ebû Leheblerini, Ümmü Cemîllerini -murad-ı sübhanisi o istikamette ise- hidayet eylesin. Yoksa şerlerinden ümmet-i Muhammedi masun ve mahfuz buyursun!
Dipnotlar:
[1] M. Fethullah Gülen, Yaşatma İdeali
[2] Bu türlü lakaplar aslında Araplar’da özel tabir ve bir üsluptur; birinin bir şeye iltisakından, fevkalade münasebetinden dolayı farklı ismlerle isimlendirilirler. Mesela, bir defasında Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Ali’yi mescidde kumun üzerinde yatarken görünce, ona Ebû Turab (toprak babası) şeklinde hitap etmiştir.
[3] Tebbet Sûresi 111/1
[4] Tebbet sûresinin nâzil olması üzerine Ebû Leheb ve karısı Resûlullah’ın kızlarını boşattı. Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr 22/434; Zehebî, A’lâmü’n-nübelâ 2/250-252; Belâzürî, Ensâb 1/401-402; İbn-i Sa’d, Tabakât 8/29, 30; İbn-i Esîr, Usdu’l-gâbe 7/384; Beyhâkî, Delâil 2/338-339
[5] Tenâfüs iki türlüdür birisi olumlu manada Kur’an-ı Kerim’de de ifade edildiği gibi: “…İşte yarışacaksa insanlar, bu cennet devletine konmak için yarışsınlar!” Mutaffifîn Sûresi, 83/26. Bu, dinî hayatta, ahirete yatırım yapmada ve Allah rızasını kazanmada yarışma ve hayır yolunda bulunanlara gıpta etme manasındadır ve mahzursuzdur. Fakat bunun sınırı ayarlanamadığı takdirde bazen mahzurlu olan kıskançlık derecesine girebilir. bir diğeri de hased, çekememezlik, bir şeyin yalnızca kendisinde olmasını isteme manasındadır ki bu da Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından yasaklanmıştır. Müslim, Birr ve Sılâ 9
[6] Müslim, Birr ve Sılâ 9
[7] İbn-i Hişâm, Sîre 1/171; İbn-i Sa’d, Tabakât 1/156; Taberî, Târîh 2/228, 230
[8] Şuarâ Sûresi, 26/214
[9] Bkz. Şuarâ Sûresi 26/214;
[10] “Emrolunduğun şeyleri, başları çatlatırcasına bir gayretle tebliğ et ve müşriklerden de yüz çevir.” Bkz. Hicr Sûresi 15/94
[11] Taberî, Târîh 2/229; Mukâtil İbn-i Süleyman, Tefsîr 4/913
[12] Şuarâ Sûresi 26/216
[13] Şuarâ Sûresi 26/217; Taberî, Târîh 2/228
[14] Safâ tepesi, Ebûkubeys dağının eteğinde bulunan bir tepedir.
[15] Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 1/281, 307; Buhârî, Tefsîr 111; Tirmizî, Tefsîr 111
[16] Tebbet Sûresi, 111/1-5; Sûrenin ilk üç âyetinde Ebû Leheb’e beddua edilmekte, sahip olduğu servetin ve çocuklarının kendisini cehennem ateşinden kurtaramayacağı haber verilmektedir. Son iki âyette Ebû Leheb’in karısı Ümmü Cemîl Ervâ’nın da alev alev tutuşan cehenneme gireceği bildirilmektedir; çünkü o Allah Resûlü’ne eziyet etmek için dikenler taşıyıp geçeceği yola sermekteydi.
[17] İbn-i Sa’d, Tabakât 1/156; Taberî, Târîh 2/228; Tefsîr 24/676; Mukâtil İbn-i Süleyman, Tefsîr 4/914
[18] Bkz. Furkân Sûresi 25/41-42
[19] Allah Resûlü ile görüşmeye gelen, edepten yoksun ve olabildiğine hoyrat bir kimliği olan Uteybe, “Ben senin dinini tanımıyorum, kızından da ayrıldım. Artık ne sen beni sev ne de ben seni severim. Ne sen bana gel ne de ben sana gelirim” diyerek Efendimiz’i itip kakmış ve gömleğini yırtmıştı. Allah Resûlü de, “Dilerim ki Allah köpeklerinden bir köpeği ssana musallat eder” sözleriyle Uteybe’ye beddua etmiştir. Bu sözleri duyan Ebû Leheb bedduanın gerçekleşmesinden korktuğunu söylemiş, nitekim o sırada ticaret için Şam’a giden Uteybe yolda bir aslan tarafından parçalanmıştır. Uteybe’nin can verirken, “Ben size Muhammed insanların en doğru sözlüsüdür dememiş miydim” dediği rivayet edilir. İbn-i Sa’d, Tabakât 8/29, 30; Beyhâkî, Delâilü’n-nübüvve 2/339; Heysemî, Mecmau’z-zevâid 6/19; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 5/211; İbn Abdilberr, et-Temhîd 15/161
[20] Ezrakî. Ahbâru Mekke 2/200. Taberî, Târih 2/197; Ayrıca Bkz.: M. Asım Köksal, İslam Tarihi 1/352
[21] Zulmün haddi aşması ehl-i vicdanın ve insafın rahatsız olmasına sebebiyet veriyordu. Yine bir gün getirdiği pisliği Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) kapısının önüne dökmek isterken henüz Müslüman olmayan Hazreti Hamza (radıyallahu anh) Ebû Leheb’i görmüş ve bu çirkin tavra dayanamayıp pisliği ondan alıp başına dökmüştü! Bkz. Belâzurî, Ensâb 1/131; İbn-i Esîr, Kâmil 2/70.
[22] İbn-i Abdilberr, İstîâb 3/1430; İbn-i Hişâm, Sîre, 1/380, Belâzûrî, Ensâbu’l-eşrâf, 1/12O
[23] Vahyin inkıtaya uğradığı bir döneminde gelip Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) –hâşâ– alaya alarak: “Sahibini görmüyorum, herhâlde seni terk etti.” dedi. Buhârî, tefsir (93) 2; Müslim, cihad 114, 115
Taberî, Tefsîr 30/374-376; Mukâtil İbn-i Süleyman, Tefsîr 4/914
[24] İbn-i Hişâm, Sîre 1/354-356; Taberî, Tefsir 30/338; Râzî, Tefsir 32/171
[25] Ümmü Cemil’e Kur’ân’ın “odun taşıyıcısı” demesinin sebebi, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) geçeceği yollara odun, çalı çırpı taşıması veya yaptığı kötülüklerle sırtında cehennem ateşini tutuşturacak odunları taşıması dır.
[26] Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 25/402-409 (16020-16027); İbn-i Hişâm, Sîre 1/256; İbn-i Sa’d, Tabakât 1/168; Taberî, Târîh 2/243; Beyhakî, Delâil 2/185, 186; Heysemî, Mecma’ 6/21, 22 (9828-9835); Ebû Nuaym, Delâilü’n-nübüvve 1/293.
[27] Süheyli, Ravdu’l-ünüf, 3/355.
[28] Ebû Leheb’in Allah Resûlü’nü himaye ettiğine şahid olan Mekkeli müşrikler onu bundan vaz geçirmek için Ebû Leheb’e “Kardeşinin oğlu sana babanın nereye gittiğini söyledi mi?” diye sormuşlar o da Allah Resûlü’ne bu soruyu yöneltince; Resûlullâh, kendi ataları dahil müşrik ve puta tapar hâlde ölenlerin Cehenem’e gideceğini söylemiş; Lât, Menât ve Uzzâ başta olmak üzere putlara karşı takındığı tavrı ortamuştur. Bunun üzerine Ebû Leheb, O’nu himaye sözünden vazgeçtiğini ilân etmiş ve “Vallahi, artık sana işkenceden nefes aldırmayacak, temelli düşmanlık edeceğim!” diyerek yollarını tamamen ayırdığını ortaya koymuştur.. Allah Resûlü’nün Taif’e yönelip yeni yüzler için seyehatinin, bu olay üzerine gerçekleştiği bilinmektedir. İbn-i Hişam, Sîre 2/57-58; İbn-i Sa’d, Tabakât 1/211; İbn-i Kesir, Bidâye ve’n-nihâye 3/134
[29] Taberî, Tefsir 20/336; Kurtubî, Tefsir 20/235
[30] İbn-i Hişam, Sîre 1/376; Râzî, Tefsir 32/167; Taberî, Tefsir 3/87; Suyûtî, Dürru’l-mensûr 6/ 408
[31] İbn-i Sa’d, Tabakât 8/35
[32] Ebû Leheb Bedir’e katılmamış ve yerine, kendisine dört bin dirhem borçlu olan Ebû Cehil’in kardeşi Âsî İbn-i Hişâm’ı göndermişti. İbn-i Kesîr, Bidâye, 3/323; Taberânî, Kebîr 1/308. Onun bu savaşa katılmak istemeyişinin altında, Âtike Bint-i Abdilmuttalib’in gördüğü rüyanın yattığı da ifade edilmektedir; korkmuş ve savaşa cesaret edememiştir. Bkz. Vakıdî, Megâzî 59; Taberî, Târîh 3/40
[33] Bkz. Hâkim, Müstedrek 4/385-386 (5457-5458); İbn-i Hişâm, Sîre 1/381, 382; İbn Sa’d, Tabakât 4/73-74; Taberî, Târîh 3/41; Beyhakî, Delâil 3/146; İbn-i Kesîr, Bidâye 3/324; Halebî, Sîre 2/258; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ 4/67; Nevevî, Tehzîbü’l-Esmâ 2/543; İbnü’l-Cevzî, Muntazam 3/123
[34] Onun acınası hâlini tasvir ederken Kur’ân, “Kurusun Ebû Leheb’in elleri! Zaten kurudu ya! Ona ne malı ne de yaptığı işler fayda verdi. O, alev alev yükselen ateşe girecek, eşi de boynunda bükülmüş urgan olarak, o ateşe odun taşıyacak.” demektedir. Bkz. Tebbet Sûresi 111/1-5
[35] Mekke fethi sonrasında kaçan Utbe ile Muattıb’ın ardından Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), amcaları Hazreti Abbâs’ı gönderdi ve kaçtığı yerden geri getirtti. Mekke’ye geldiklerini görünce o kadar sevindi ki onların ikisini de birer koluna alarak hep birlikte Kâbe’ye geldi. Duaların kabul olunduğunu ifade ettiği Mültezem’de durdu ve onlar için de uzun uzadıya dua etti. Gelişmeleri hayranlıkla takip etmekte olan Hazreti Abbâs, bir aralık Resûlullah’ın yüzündeki tebessümü görünce, “Ne oldu ki yâ Resûlallah!” diye sordu. “Tebessüm ettiniz!”
Şefkat Peygamberi amcasına döndü ve şunları söyledi:
“Onların da kalbine iman koyması için Allah’a dua ettim; Allah (celle celâluhû) bu duamı da kabul buyurdu!” İbn-i Sa’d, Tabakat 4/44, 45; İbn-i Abdilberr, İstîâb 2/251; İbn-i Hacer, İsâbe 2/1230; Halebî, Sîre 3/139
[36] Adının, Sübey’a olduğu da söylenen Hazreti Dürre, babası ve kocası Hâris İbn-i Âmir’e rağmen Mekke’de iken Müslüman olmuştu. Kocasının Bedir’de öldürülmesi üzerine Medîne’ye hicret etti. Bir süre, Râfi’ İbn-i Muallâ’nın evinde misafir kaldıktan sonra Dıhyetü’l-Kelbî ile evlendi. Onun, Hazreti Üsâme veya Zeyd İbn-i Hârise ile evlendiği de ifade edilmektedir. Şair kimliğiyle bilinen Hazreti Dürre, üç hadîs rivayet etmiştir. İbn-i Hacer, İsâbe 4/2498; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe 7/103, 139
[37] İbn-i Hacer, İsâbe 4/2578
[38] İbn-i Hacer, İsâbe 4/2478