Sosyal Sorunların Çözümünde Peygamber Yolunun Temel Esasları
İnsanî bağlar bütün beşerî toplumların temel dayanaklarındandır. Çünkü insan topluluğu da –tıpkı bir bina gibi- farklı birimlerini birbirine bağlayan ve onlardan tek bir cisim oluşturan bağlara muhtaçtır. Beşerî toplumun zorunlu olduğu bu bağlar, değişik yönlerden toplumun fertlerini bir araya getiren ve onları tek bir amaca götüren edebî bağlardır. Toplum, ancak bu bağlar sayesinde birlikte yaşamak için uygun hale gelir.
Bu bağlar, ibtidâî insan topluluğunda bulunduğu basitlikten başlayarak gelişerek günümüze kadar gelmiş, sonunda modern medeniyette karar kılmış, böylece de daha çetrefilli ve farklı boyutlar kazanmıştır. Toplumun bu bağları, gelişerek, yeni ilimlere ihtiyaç duyan iç içe girmiş ilişkilere ve beşerî toplumda, çetrefilliği ve boyutları gittikçe artan, soysal ve iktisadî eylemlere dönüşmüştür.
Bütün bunların bir araya gelmesiyle, insan hayatında en büyük etkiye sahip sosyal sorunlar ortaya çıkmıştır. Örneğin, okur-yazar olmama sorunu, genel olarak aile ve özel olarak da kadın–erkek ilişkisi sorunu, eğitim ve değerler sorunu gibi. Ve yine aynı şekilde, servetin kötü dağılımı ve bunun dışında büyük sosyal problemleri temsil eden diğer büyük toplumsal sorunlar…
Okuryazar olmama sorunu, -örneğin- bu sorun, İslâm âleminde tehlike derecesine ulaşmış, tehlike çanları çalan toplumsal bir olguyu teşkil eden sorun hâline gelmiştir. Bu sorun tehlike bakımından, birçok İslâm ülkesinde fakirlik, cahillik, hastalık, kötü (hayat) şartları ve güvenlik sorunu gibi sorunların üstünde bir sorundur. Bu hep böyle olagelmiştir; çünkü okuryazar olmama, gelişmeyi engelleyen ve toplumları geriliğe mahkûm eden o tür olguların birçoğunun da temel kaynağıdır. Okuryazar olmama sadece harfleri, alfabeyi bilmemekle sınırlı değildir, bilakis; meslekî bilgileri, kültürel bilgileri ve teknolojik bilgileri bilmemeyi de kapsar.
Aile sorunlarına gelince –ki bunlar kadın– erkek ilişkisi, aile içi şiddet vb. sorunlardır-, kuşkusuz bu sorunların da çok kötü etkileri vardır. Öyle kötü etkileri vardır ki, bunları tam olarak saymak bile zordur. Bu kötü etkiler, aile fertlerinin çok çektiği ve bütün toplumun da çok sıkıntı duyduğu etkilerdir. Çocukların kin, nefret, korku ve toplumdan soyutlanma tohumları üzerine yetişmeleri… bu etkilerden bazılarıdır. Aynı şekilde çocukların evden kaçmaya yönelik eğilimleri de sosyal, ahlâkî ve fikrî sapma nedenlerindendir. Sokak çocukları sorunu da toplumun ekonomik kalkınmasını sekteye uğratan bir etkiye sahiptir. Öyle ki bu sorun, insanî sermayenin bu alanda zayıflamasına neden olur, bu da gelirin azalması ve ekonominin zayıflaması sonucunu doğurur.
Eğitim ve değerler sorununa gelince; bu sorun da, İslâm toplumu olarak karşımıza çıkan en önemli sorunlardan sayılır. Bu alanda, öz İslâmî değerler üzere yetişmiş yeni bir nesil yetiştirme yolunda önümüzde birçok meydan okuma ve handikapla karşı karşıyayız. Günümüz nesli, karşısına çıkan ve içinde bulunduğu toplumla uyuşmayan âdetlerden dolayı olumsuz bir yönelimle varlığını devam ettirmektedir.
Gençlerin –ister dindarlaşmak isteyenleri olsun, ister medenileşme taraftarı olanlar olsun- içinde bulundukları toplumdan farklı başka bir toplumdan kendilerine gelen kültürle gözlerinin kamaşması, onların bu dindarlaşma ve medenileşme görüntüsünü, o toplumu taklit etmekte bulur hâle getirdi. Bu sebeple de hoşgörü, acıma, adâlet, birlikte yaşama, hürriyet vb. büyük İslâmî değerlerin etkisi azaldı.
Servetin dağılımı sorununa gelince, kuşkusuz Adâletin olmayışından ötürü, onun da günümüz sorunlarında çok etkisi vardır. Fakirlik, insanlar arasındaki mahrumiyet, devletlerin insanların ihtiyaçlarını karşılama güçlerinin olmayışı, onların sosyal, sağlıkla ilgili ve kültürel taleplerini yerine getirememesi vb. sorunlar da olumsuz pek çok toplumsal sorunun ortaya çıkması sonucunu doğuran etkenlerdendir.
İşte bunlar, toplumumuzu ilgilendiren ve çok önemli sonuçları olan büyük sorunlardan bazılarıdır. Ki, bizim ehemmiyet bakımından önceliği vermemize neden olan da bu, yani önemli sonuçlarının oluşudur. Zira İslâm açık bir sistemdir, geniş bir dindir, kuşkusuz her sorunun karşılığında, her asırda ve ümmetin işlerinden her işinde, bir cevap ortaya koymuştur.
Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) mümini nitelendirip şöyle buyurmuştur: “Akıllı kişiye gerekli olan, içinde yaşadığı zamanını iyi görmesi, kendisini işine vermesi, dilini korumasıdır. Kim sözünü eyleminden (bir parça) sayarsa, üstüne lâzım olmayan konularda fazla konuşmaz.”[1] Bu, çalışma konusunda hem onu, hem de o sayede nasıl amel edeceğimiz hususunu mutlaka kavramamız gereken temel bir kuraldır.
Peygamber yolunu inceleyen birisi, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), değişik sosyal hastalıkların ortadan kaldırılmasına ve bu sorunların tedavi edilmesine uygun kapsayıcı temel prensipleri ortaya koyduğunu görecektir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bütün âlemi en gelişmiş sosyal usuller çerçevesinde bir ümmet yapmıştır.
Bu yöntem, insanî bağları, maddi çıkarlara ve etnik kabullere dayanmaktan çıkarıp, insanî prensiplere ve -insanların karşılıklı ilişkilerini düzenleyen kanunların çıkarıldığı- genel kurallara dayanan ilişkilere dönüştürmüştür.
Gerçek Müslüman, bu İslâmî bağların güzellik ve olgunluk boyutunu toplumunun fertleriyle birlikte hisseder. Onun ruhu, sosyal sorumluluklarını yerine getirmede bundan yararlanır. Onu bu toplumla ilişki ağlarını savunur bulursun. Böylece o, bütün bu toplumsal bağların gereklerini dünya talebiyle veya ün arzusuyla yapmaz, bilakis bütün bunları kendi arzusuyla en mükemmel sonuçlara götürmek ve var olan en yüksek olgunluk seviyelerine ulaştırmak için yapar.
İşte bu toplum, Peygamber Efendimiz’in (aleyhissalâtu vesselâm) şu sözüyle ifade ettiği toplumdur:
“Müminleri birbirlerine karşı merhametli oluşlarında, birbirilerini sevme ve birbirlerine karşı şefkatlerinde, tıpkı bir beden, bir ceset gibi görürsün. Bir uzvu ağrıdığında, bütün uzuvlarının da uykusuzluk ve ateşte ona ortak olduğu bir beden…”[2]
Sorunların Çözümünde Peygamber Yolunun Esasları
1. İlme önem verme
Kuşkusuz Peygamber Yolu büyük sosyal sorunların çözümünde bir takım esaslara dayanmıştır. Bunlardan birincisi ilme önem vermektir. Bunda da şaşılacak bir şey yoktur; çünkü okuma emri Kur’ân-ı Kerim’in ilk inen âyetidir.[3] Kitâb-ı Hakim İslâm dininde ilmin ve öğrenmenin yerini ve derecesini açıklayan çok sayıda âyetle doludur.
Allah (celle celâluhu), Müslümanın ilim derecesiyle yükseldiği makama hiçbir şeyle yükselemeyeceğini belirtmiş ve şöyle buyurmuştur: “Allah sizden inanların ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir. Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.”[4] ve yine başka bir ayette de “Kulları içinde ancak âlimler, Allah’ı gerektiği tarzda tazim ederler. Muhakkak ki Allah, azîz ve gafurdur (mutlak galiptir, çok affedicidir).”[5] buyurmuştur.
Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) çağırdığı ve kana kana içmeye teşvik ettiği ilim, insanın kevnî (evrenle ilgili) âyetlerden yola çıkarak, yaratıcısına akılla ulaşmayı sağlayan, temel dayanağı tefekkür ve derin düşünce olan ilimdir. O, insanı yeryüzünde halife olmaya layık kılan ilimdir. Ve o ilim sayesinde Allah’ın mesajını yüklenebilir ve gerçek anlamıyla idrak eder. İlmi ve anlayışı sayesinde Allah’ın (celle celâluhu) bütün bu kâinatı; yeryüzüyle, gökyüzüyle, yıldızlarıyla, semavî varlıklarıyla, güneş ve ayıyla, suyu ve havasıyla onun emrine verdiğini gerçek anlamda şükrederek idrak eder.
Bütün bunların yüce ve derin bir hikmete binaen kendisine verildiğini, bunların O’nun (celle celâluhu) celâlini, cemalini ve nimetlerini canlı bir şekilde en mükemmel bir tarzda dile getirdiğini anlar. …Bu ilim insanoğlunu irfan, anlayış ve takdirce bu halifeliğe layık olmaya götürür. …ilim, anlayış, hikmet ve faaliyetle yer yüzünü -harap etmeye değil- imar etmeye …hayatı -fakirleştirmek için değil- zenginleştirmeye çalışmaya iter. Allah Teâla şöyle buyurur: “O’dur ki sizi dünyada halifeler yapmış ve verdiği nimetlerle sizi denemek için kiminizi kiminize üstün kılmıştır. Muhakkak ki Rabbin, cezalandırmayı dilediğinde işi çarçabuk bitirir ve muhakkak O gafurdur, rahimdir (affı, merhamet ve ihsanı pek boldur).”[6]
Yol gösterici ve müjdeleyici olan Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünnetinde öğrenmeye çağrılan ilim, bir alanla sınırlı olup diğeriyle ilgilenmeyen bir ilim değildir; O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Müslüman’ı dünyanın her neresinde olursa olsun öğrenmek talebiyle ufuklar aşmaya çağırır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “İlim hazine (gibi)dir, onun anahtarları da soru sormaktır. Artık öğrenmek için sorunuz, biliniz ki bu hususta dört kişiye mükâfat verilir: Soran, öğreten, dinleyen ve soranlara cevap verenler.”[7] Ve yine başka bir hadisinde de şöyle demiştir: “Kim ilim öğrenme isteğiyle yola çıkarsa, işte o, dönünceye kadar Allah yolundadır.”[8]
2. Amel
Toplumsal sorunların çözümünün esaslarından ikincisi –Peygamber yönteminde görüldüğü gibi- amel/çalışmadır. Peygamber yolu sadece ilme teşvik etmekle sınırlı kalmamış, aksine amelsiz ilim olmadığını da ortaya koymuştur. Yeryüzünde halife olma amacının başarısı ve hikmeti ancak amelle olur. İnsanoğlunun başarısızlığının ya da başarısının; onun, (akılla, anlayışla ve ilimle kuşatılmış ve ileriye itilmiş olarak) çalışması, gayret etmesi, yorulması ve fedakârlıkta bulunmasından başka bir ölçüsü de yoktur.
İşte bundan dolayı Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizleri bildiğimizle amel etmeye teşvik etmiştir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), ashabını (radıyallâhu anhüm) ruhlarını arındırmak, kimliklerini oluşturmak, dinî ve dünyevî sorumluluklarını üslenmek üzere eğitmiş ve bunu sağlamalarına yardımcı olacak yolu da onlara göstermiştir.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadece zâhirî ibadetleri teşvik etmekle yetinmemiş; aksine; ashabını, değişik üsluplarla, aynı şekilde mekârim-i ahlâk sahibi olmaları üzere de eğitmiştir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ahlâkı, ibadet ve inançlarla aynı anda sunuyordu; çünkü ahlâkla inanç arasındaki ilişki Allah’ın (celle celâluhu) kitabında açıkça belirtilmiştir.
Amelin, dünya ve ahiret imarının olmazsa olmazlarından biri ve hayatın vazgeçilmezlerinden, türün bekâsı ve fıtratın gereği oluşundan dolayı, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), onun için özel bir nizam koyup ameli niyete bağlamıştır. Öyle ki amelin salâhı niyetin salâhiyle, fesadı da niyetin fesadıyladır. Şöyle buyurmuştur: “Ameller ancak niyetlere göredir, herkes için niyeti ne ise (karşılığında) o vardır.”[9]
Sosyal Adâletin göstergesi sayılan fırsat eşitliğini sağlamak için de Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ameli (çalışmayı) her fert için, devletin sağlaması gereken bir hak kılmıştır. Devletin bu önemli sosyal görevi yerine getirmekte ihmalkâr davranması caiz değildir, fertlerin enerjilerinin âtıl kalmaması, onların faaliyetlerinin sürmesi ve toplumun, fertlerinin çaba ve yeteneklerinden mahrum kalmaması için, devletin bu görevini yerine getirmesi gerekir.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) işi olmayana iş temin etmeye mutlaka yardımcı olurdu. Nitekim Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şunu da yerleştirmiştir: Hiç bir ferdin, işlerden belli bir işte, kendi zenginliğine veya ailesinin servetine ya da nüfuzuna göre asla herhangi bir imtiyazı yoktur. İş imkânlarının kesinlikle herkes için, kendi yeteneğine, gücüne ve kabiliyetine göre hazırlanması zorunludur. Binaenaleyh, görevlerini yerine getirmek için, fertler arasından en uygun ve en yetenekli olanı seçmesi devletin üzerine vaciptir.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hususta şöyle buyurmuştur: “Kim Müslümanların idaresini üstlenir de, -Müslümanlar içerisinde daha uygunu varken-, bir adamı –ehil olmadığı- bir göreve atarsa, bilsin ki, kesinlikle Allah’a ve O’nun elçisine ihanet etmiştir.”[10] İşte bundan dolayı, her görev, tabiatı itibariyle neyi gerektiriyorsa o göreve uygun ve ehil olanı tam olarak seçebilmek için uzmanlık esasına bağlı kalınmak ve ondan ayrılmamak lâzımdır.
3. Denge ve Eşitlik
Üçüncü esas: Dengedir. Denge hayatın her yerinde karşımıza çıkar. Bunlardan biri fertler arasında eşitlik (müsavat )tir, aynılık (tesâvî) değildir. Örneğin, İslâm dini kadın-erkek arasında, haklar ve görevlerde eşitlikten bahsederken her iki cinsin hilkatten ve yaratılıştan sahip oldukları ilâhî niteliklerde ve mükellef oldukları görevlerde birbirinin aynısı olduklarını söylemez.
Çünkü böyle bir şeyi aklı olan hiçbir kimse söylemez. Buna binaen, kadın ve erkeğin birbirinin tıpa tıp aynısı olduğunu kabul etmeye çağırmak zulüm türlerinden bir türdür; bu, onlardan herhangi birini, Allah’ın (celle celâluhu) insanları üzerinde yarattığı fıtratlarıyla uyuşmayan, karanlık bir yola itmektir. Onlardan her birine altından kalkamayacağı bir zulmü yüklemektir. Her iki cinse ve Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunun tesis ettiği dengeye uygun olansa (aynılık değil) eşitliktir.
İslâm’da eşitlik demek, asla insanlar arasındaki farklılığı ve ayırıcı nitelikleri ortadan kaldırmak demek değildir. Zira farklılık Allah’ın (celle celâluhu) yaratıklarında uyguladığı kevnî sünnetlerinden bir sünnettir. Bu, yaratılışta var olan bir gerçektir. Bunu ortadan kaldırmak yahut görmezlikten gelmek mümkün değildir.
Fakat eşitlik demek, yani Adâlet demektir. Adâletse insanlar arasında kendi eylemi ve seçimiyle yaptıklarında ayırımcılık yapmamakla olur. Bundan dolayı insanlar arasında eşitlik anlayışlarının, onlar arasındaki farklılığa ve ayırıcı niteliklere saygı göstermek çerçevesinde ele alınıp uygulanması; bunun, onların özel kişiliklerine saldırmaması ya da bu kişiliği silip yok etmemesi zorunludur.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), eşitliği bütün insanlar arasında bir genel prensip olarak yerleştirmiş ve onu, yasalaştırdığı ve hükmettiği her nizam ve hükümde, kadın-erkek bütün fertler arsındaki ilişkiyi ayakta tutan bir destek gibi, insan ruhuna sirayet etmiş bir gözcü kılmıştır. O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), herkes arasında ortak insanî değeri takdirinin örneklerinden birisi de, kadın-erkek arasında hiçbir ayırım yapmaksızın, her iki türüyle beşer cinsine saygı gösterip değer vermesidir.
Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hadislerinde insanların eşitliğini gösteren bir çok işaret vardır. O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Kuşkusuz sizin soylarınız her hangi birinize sövme sebebi değildir, siz hepiniz ancak Âdem’in çocuklarısınız, hepiniz birinizin hemen hemen aynısısınız, hiçbir kimsenin diğerine karşı, din ve sâlih amelden başka her hangi bir üstünlüğü yoktur. Kişiye fahiş -ağzı bozuk, cimri– korkak olması (ar olarak) yeter…”[11]
Bundan dolayı Müslüman’ın inancında, bütün insanların ilk yaratılışları itibariyle (tarağın dişleri gibi) eşit oldukları kesinleşmiştir. İslâm’a göre, insanların, insan olmaları itibariyle aralarında her hangi bir üstünlük söz konusu değildir. Üstünlük, ancak yaratılıştan sahip oldukları yetenekleri üzerine, sonradan kendileri tarafından gerçekleştirilen, temeli takva ve sâlih amel olan kendi kazanımlarıyla olur.
Her ferdin, toplumuna sunduğu karşısında hakkını garantilemedikçe, hiçbir kimsenin diğerini sömürmemesine ya da hakkını yememesine kefil olmadıkça insanlar arasında eşitliğin hiçbir anlamı yoktur. Günümüzde bütün İslâm ülkelerinde yaygın olarak gördüğümüz, gelirlerde ve servetlerdeki aşırı farklılık İslâm’ın özüne aykırıdır; çünkü böyle bir durumda, İslâm’ın Müslümanlar arasında yaymak istediği kardeşlik duygularının kesin olarak ortadan kaldırılması söz konusudur.
Kuşkusuz servetin vatandaşlar arasında dağılımının Adâletli oluşu, toplumun her ferdine, insan onuruna yaraşır bir şekilde yaşamasını sağlayan bir yaşam düzeyi sağlamasıyla olur. Bundan başka âlimlerden seçkin bir guruba, iş arayanlara iş teminine ve çalışanlara Adâletli ücret ödenmesini sağlamaya çalışmaları ve İslâm ekonomik nizamını oluşturma vasıtaları üzerinde düşünmeleri gerekir. Ki, zekât, sadaka ve vakıflar bu nizamın esas rüknünü teşkil etmektedir. İslâm ekonomik nizamının uygulama vasıtalarını inceleyen bu âlimler, yeryüzünde çalışıp rızıklarını kazanamayan ya da aklî ve bedenî engellerle boğuşan veya iradelerinin dışındaki şartların yükü altında ezilen fakirlere yeniden Adâletli bir gelir dağılımı sağlamaları için bu görevlerini yapmaları gerekir.
4. Adâlet
Dördüncü esas: Adâlettir. Adâlet, mülkün üzerinde durduğu en büyük bir mesele, en önemli bir konudur. Allah’ın (celle celâluhu) Kur’ân-ı Kerim’de ve Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) de sünnetinde teşvik ettiği, İslâmî yüksek bir ahlâktır. Allah (celle celâluhu) şöyle buyurur: “Kuşkusuz Allah size Adâleti ve iyiliği/ihsanı emreder…”[12] Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) de hadis-i şeriflerinde: “Bu ümmet; konuştuğunda doğru söylediği, hükmettiğinde Adâlette hüküm verdiği, merhamet etmesi istendiğinde merhamet ettiği sürece hep hayır üzeredir.”[13]
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) birçok hadisinde de zulmü/haksızlığı yasaklamıştır. Aşağıdaki hadisler bunlardandır: “Zulüm, kıyamet günü karanlıklardır.”[14] Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem kudsî bir hadiste Allah’ın (celle celâluhu) şöyle buyurduğunu ifade eder: “Ey kullarım, zulmü kendime haram kıldım. Onu sizin aranızda da yasakladım; artık siz de birbirinize zulmetmeyin, birinize haksızlık yapmayın…”[15]
Adâletin insanlar arasında tam olarak tesisinin göstergelerinden bir diğeri de her hak sahibine hakkını vermek, uygun şeyi uygun yere koymak ve uygun şahsı uygun yere, göreve getirmektir. Bunun örneği, sorunları çözmek ve Allah’ın (celle celâluhu) kanunlarından ve O’nun kâinatta sabit olan sünnetlerinden/yasalarından hareketle krizlerden çıkış yolunu belirlemek için bir gurup seçkin âlimin bulunmasıdır.
Bu, seçkinler (nuhbe) mefhumunu kitap ve sünnette açıkça görürüz ve beşer tarihi ve gerçeğiyle bağlantılı olduğunu da müşahede ederiz. Daha doğrusu o Allah Teâlâ’nın kâinattaki sünnetinde/yasasında apaçıktır. Kuşkusuz Allah (celle celâluhu) bazı zamanları bazısına, üstün bazı yerleri bazı yerlere, bazı şahısları diğerlerine ve bazı durumları da diğer durumlara üstün kılmıştır.
Bu farklılığı da, tarih boyunca, insanları ileri itmeye, onların tanışmalarını ve birlikte hareket etmelerini sağlamaya sebep kılmıştır. Allah (celle celâluhu) şöyle buyurmuştur: “Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Biz onların aralarında dünya hayatındaki geçimliklerini taksim ettik ve bir kısmının diğerlerine iş gördürebilmesi için bazısını bazısından derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdiklerinden daha iyidir.”[16] Ve yine şöyle buyurur : “… Allah, sizden inananların ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir. Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.”[17] Ve şöyle buyurur : “İşte bu elçilerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık…”[18] Ve ayrıca şöyle buyurmuştur: “Ey inananlar, Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin.”[19]
Allah (celle celâluhu) insanlar için liderler yaratmıştır. Bunu onların yeteneklerine ve ıslahtaki –ifsatta değil- arzularına uygun olarak kılmıştır. Buna binaen bütün insanların mutlak eşit olduğu düşüncesini/tasavvurunu da kınamıştır.
Aynılığın (tesâvî) olmaması, daha önce geçtiği ve açıkladığımız gibi, asla, eşitliğin de olmaması demek değildir. Fakat bu seçkin ve mümtaz kişilerin varlığı, toplumda sorunların çözümüne ve insanlar arasında güven ve istikrara götürür. Bütün insanlara gereken, bu seçkin gurubu muhafaza etmeleri, onu savunmaları, yüklendiği rolünü yerine getirmeleri için onlara yardımcı olmalarıdır.
Bu demek değildir ki bu grup kanunların üzerindedir. Fakat ithamlar yöneltildiğinde, bunların sağlam gerçeklere dayandırılması gerekir. Değişik olaylara, ya da sağlıklı olmayan hayallere değil. Bu seçkin âlim ve hikmet sahiplerinin bulunması ve onların muhafazası, belki de ayakları kaydığında onların kaymalarının engel olunması, bütün insanların üzerine vaciptir. Bu husus, toplumsal sorunların çözümünde Nebevî yolun/yöntemin esaslarından bir esası temsil eden, uygun kişiyi uygun yere getirmeyi sağlamasıyla da bir Adâlet örneğidir.
5. Rahmet ve rıfk ile muamele
Beşinci esas: Rahmet (acıma) ve rıfk (yumuşaklık) ile muamele etmektir, şiddet ve sertlikle değil. Rahmet, Allah’ın (celle celâluhu) kitabında Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) de hadislerinde övdüğü güzel ahlâk örneklerindendir. Rahmet, dünya hayatında, değişik alanlarıyla, birçok hayra/iyiliğe kaynak olan bir ahlak çeşididir, nitekim ahirette de birçok sevabın kaynağı da bu acıma duygusudur.
Bu ümmetin, yegâne rahmet ve hidayet toplumu olması hasebiyle, muhaddisler, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hadislerini öğrencilerine tebliğlerinde, derslerine öncelikli olarak hep şu rahmet hadisiyle başlamayı gelenek hâline getirmişlerdir: “Merhamet edenlere Rahmân da merhamet eder, siz yerdekilere merhamet edin ki göktekiler de size merhamet etsin!”[20]
Peygamber Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem), Müslümanları, kendi aralarında ve bütün yaratılanlara karşı, rahmetle davranmaya teşvik eden çok sayıda hadis-i şerif gelmiştir. Kuşkusuz Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetini bu güzel sıfatı terk etme konusunda da uyarmış ve bunun kıyamet günü Allah (celle celâluhu)’ın gazabına neden olacağını bildirmiştir.
Bu hususta O (sallallâhu aleyhi ve sellem), şöyle buyurmuştur: “İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez.”[21] Yine o doğru sözlü Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) başka bir hadisinde de şöyle demiştir. “Rahmet ancak şakî (cani)nin (kalbinden) sökülüp çıkarılır.”[22]
Müslümanlar, medeniyetlerinde, bu rahmet duygusunu birçok hayır müesseselerinde pratik olarak uygulamışlardır. Bunu sadece hastanelerinde ve sığınma evlerinde uygulamakla kalmamışlar, onların merhamet elleri, hanîf dinlerinin de emrettiği şekliyle hayvanlara kadar uzanmıştır.
6. Örf ve âdetleri koruma
Altıncı esas: Tolumda geçerli olan örfleri/âdetleri korumadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Affa sarıl ve örfü emret!”[23] İslâm’ın kesin esaslarıyla çelişmedikçe her âdet ve örfle, bu âyetin zâhirî anlamına göre hüküm verilir. Ancak ortada buna engel bir delil bulunursa o başka. Haberde de şöyle gelmiştir. “Müslümanlar’ın güzel gördükleri şey Allah katında da güzeldir.” Bunun anlamı: Müslümanların, kendi akıllarıyla, âdetlerinden ve diğer geleneklerden güzel gördükleri, güzel buldukları her şey, Allah (celle celâluhu) katında da kesinlikle güzeldir, Allah (celle celâluhu) onu kabul eder, ona kıymet verir.
Bu haberde örfe itibar etmenin nedeni: Müslümanların müstahsen/güzel gördüğü her şeyin Allah (celle celâluhu) katında da güzelliğine ve kabul edilirliğine hükmedildiğine göre, aynı şekilde örf de Müslümanlar tarafından toplumda güzel/beğenilir bulunursa, onun da kabul edilirliğine hükmedilmesidir.
7. Tedricilik
Yedinci esas: Şeriatta tedriciliktir. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanlara hükümleri toptan uygulatmazdı; onun prensibi tedricilik yani aşama aşama/derece derece uygulamaktı. Zira O (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştu: “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde tedricilik iki esas eksene dayanırdı:
Birincisi: Şer‘î hükümlerin gökten inişine göre, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından, din tekâmül edip tamamlanıncaya kadar tedricî olarak açıklanması, yorumlanması ve izah edilmesidir. Şeriatın bu tedricilik yönü vahyin kesilmesiyle sona ermiştir. Fakat bu husus, yeni ortaya çıkan hususlar ve yeni olaylarda, içtihat etme konusunda bir örnek ve esas olarak âlimlerin önünde durmaktadır.
İkincisi: İnen, açıklanan ve izah edilen şer‘î hükümlerin pratik olarak uygulanmasıdır. Bu uygulama da tedrici olarak yapılırdı.
Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in sünnet-i seniyyesinde dindeki bu tedriciliği açıklayan birçok hadis-i şerif gelmiştir. Bunlardan en meşhuru Hazreti Muaz’ın (radıyallâhu anh) Yemen’e gönderilmesi hadisidir ki Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Muaz’a dinî hükümlerin yerine getirilmesi ve uygulamasında tedricilik yöntemini şu sözüyle göstermiştir: “Kuşkusuz sen kitap sahibi bir kavme gidiyorsun. Onları davet edeceğin ilk şey Aziz ve Celil Allah’a ibadettir.
Allah’ı tanıdıkları zaman, artık onlara Allah’ın üzerlerine bir günde farz kıldığı beş vakit namazı bildir. Onu da yerine getirdiklerinde, Allah’ın (celle celâluhu), zenginlerinden alınıp fakirlerine verilen zekâtı da onlara farz kıldığını söyle, onu kabul ettiklerinde, onlardan verdiklerini al ve mallarının en iyilerini ellerinden almaktan da sakın!”[24] Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) böylece, sağlam imanı kelime-i şahadetle kabul ettirmek ve onun esaslarını gönüllerde yerleştirmek konusunda ilk hedefin ne olduğunu Hazreti Muaz’ın –sanki gözlerinin- önünde resmetmiştir.
Şayet bu gerçekleşirse diğer aşamalara geçip, onlara İslâm’ın rüknü ve direği olan namazı emretmesini istemiş, bu da gerçekleşirse onlara mallarıyla ilgili yükümlülüklerini, zekâtı bildirmesini emretmiştir.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanları, dinin bütün emirlerini bir anda yapmakla sorumlu tutmamıştır; ister inançta olsun, ister amelde olsun, önce en önemli olanından başlamış, ondan sonra ikinci derecede önemli olanına geçmiştir. Onlara inanç esaslarını ve hükümleri açıklamada, bi’set dönemi (peygamberliğinin ilk yılları) boyunca, öncelik sırası esasına göre, tedricilik yolunu izlemiştir.
Önce inancı yerleştirmeye ağırlık vermiş, sonra, derece derece dini değerleri ve önceki peygamberlere de inmiş olan genel hükümleri açıklayarak ilerlemiştir. Sonra da, yine aşama aşama onları emir ve yasaklarla sorumlu tutmuştur. Bütün bu aşamalarda, zaruriyattan (ister istemez yapılması gerekenlerden) olan beş şeyi öne almıştır ki bunlar da: Nefsi, aklı, dini, nesli ve malı muhafazadır.
8. Durumu Dikkate alma
Sekizinci esas: Durumu dikkate almadır. İster insanın durumu, ister cemaatin durumu, ister ümmetin durumu, isterse de bütün âlemin durumu olsun, kuşkusuz Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şer‘î hükümlerin uygulanmasında, siyasî, iktisadî ve içtimaî işlerde, insanların durumlarını dikkate alıp, gözetmiş ve buna uygun hareket etmiştir. O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) ferde muamelesiyle, -cemaat olmaları itibariyle- cemaate ve aynı şekilde ümmete, ya da bütün ümmetlere karşı muamelesi bir birinden farklı oluyordu.
Herkese karşı muamelesi aynı olmuyordu; aksine onların durumlarındaki farklılıkları ve şartlarını da dikkate alırdı. Sağlıklı olanla hasta olan arasında, mukîm olanla yolcu arasında, zayıfla güçlü arasında, barışta ve savaşta, İslâm’a giriş itibariyle önce olanla, daha sonra Müslüman olanlar arasındaki durum farklılıklarını dikkate alırdı.
O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) durum ve şartları dikkate almasının en büyük ve önemli delillerinden birisi, Kâbe’yi yıkıp ve Hazreti İbrahim’in (alehisselâm) attığı temeller üzerine yeniden yapmak istemesi konusunda bizlere gelmiş olan rivayettir. Çünkü Kureyşliler Kâbe’yi yaptıklarında, tasarrufta bulunup Kâbe’de kısıtlamaya gitmişlerdi. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Âişe’ye (radıyallâhu anhâ) bu konuda şöyle diyordu: “Ey Âişe, kavmin şirkten yeni ayrılmış olmasalardı, kesinlikle Kâbe’yi yıkardım, onu yer seviyesine indirir ve iki de kapı yapardım…”[25]
Bir görüş, bir hüküm ve bir tutum üzerinde donup kalmak, şartlar değişse de hiç değişmemek Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yönteminden değildir. Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabını, kendilerini savunmak için silah taşımaktan Mekke’de men ettiğini görüyoruz. Oysa Ashabı ona geliyorlardı, dövülmüş ve yaralanmış hâlde huzuruna çıkıyorlardı, buna rağmen onlara izin vermiyor, sabretmelerini, kendilerine bu zulmü yapanlara el uzatmamalarını emrediyordu. Ta ki Medine’ye hicret edip, kendilerinin bir yurtları ve bir devletleri oluncaya dek buna izin vermedi, ondan sonra Allah (celle celâluhu) onlara, kendilerini savunmaları için savaşmalarına izin verdi.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ashabının şartlarını gözetirdi, güçlülere tanımadığı kolaylığı zayıflara tanırdı, şehirlilere göstermediği kolaylığı bedevîlere gösterirdi.
Bu yöntem, din âlimlerinin de fetva verirken izlediği yöntemdir. Müftü bazen bir fetva isteyene her hangi bir konuda sert/şiddetli fetva vermeyi uygun görürken, başka birisine yine aynı konuda hafifleterek fetva verir. Binaenaleyh, birine tavizsiz bir fetva, öbürüne kolaylaştırılmış/toleranslı bir fetva verir. Bunları, uygun gördüğü yaklaşımlara göre yapar. Bu durum, onlardan her birinin durumunun diğerinden farklı oluşuyla ilgilidir.
İmam Ahmed’in rivayetine göre Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem), oruçlunun hanımını öpüp öpemeyeceği sorulunca soru soranlardan birine ruhsat verirken diğerine bunu yasaklamıştı. Bunun nedeni araştırılınca ortaya çıkmıştır ki bu soruyu soranlardan birisi yaşlıydı, Efendimiz ona, öpme izni vermiş; diğeri gençti onu da öpmekten men etmişti. Kuşkusuz Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) cevapları, aynı soruda, bir şahıstan diğerine farklı olmuştu. Çünkü O (sallallâhu aleyhi ve sellem), soru soranların durumlarını dikkate alıyor, buna göre onlardan her birine kendi durumuna uygun cevap veriyordu.
İslâm şeriatının genişliği ve yeni ortaya çıkan hususları dikkate almadaki esnekliği, şer‘î esaslardan bir esas kabul edilen hadlerin/cezaların uygulanmasına da ulaşmıştır. Kuşkusuz Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bize; ortaya çıkan durumları dikkate almamızı, yeni oluşan şartları gözetmemizi, eğer hüküm içtihada dayanıyorsa o hükmü değiştirmemizi ya da uygulanmasını geciktirmemizi veya eğer kesinleşmişse, sahibinden onun etkisini düşürmemizi gerektiğini öğretmiştir.
Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Dâvûd’un yaptığı bir rivayette: Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) savaşta hırsızın elinin kesilmesini yasaklamıştır. Oysa bu ceza Allah’ın (celle celâluhu) hadlerinden (koyduğu kesin cezalardan) bir haddir. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu durumda haddin/cezanın uygulanmasını yasaklamıştır. Bunu, onun uygulanmasının getireceği sonucunun, uygulanmamasından ya da geciktirilmesinden daha kötü olacağı endişesiyle yapmıştır. Ki bu da, had uygulananın öfkelenerek ya da kızarak düşman saflarına katılmasıdır.
İşte münafıkların durumu, Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisine ulaşan onca işlerine rağmen onları cezalandırmamıştır. Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh), Abdullah İbn-i Übey İbn-i Selûl’ü öldürmek istediğinde ona şöyle demiştir: “Bırak onu, insanlar Muhammed arkadaşlarını öldürüyor diye konuşmasınlar!”[26] İşte bütün bu rivayetlerde, Peygamber yolunun genişliğinin, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) durumları, şartları ve ortaya çıkan yeni şartları dikkate aldığının en büyük delili vardır.
Bu esnekliğe ve bu genişliğe rağmen, burada bir takım belli kurallar (davâbıt) da vardır, bunların da bilinmesi gerekir ki bu iş, ilgili olmayan durumlarda, kötüye kullanılmasın. Bu kurallardan birisi, -her ne kadar dış görünüşü değişse de-, durumu gözetmenin veya dikkate almanın, işleri şeriat hükmü altında tutmayı hedeflemesidir. Hiçbir şekilde şeriatın dışına çıkıldığı ve yeni hükümler ihdas edildiği anlamına gelmemelidir.
Bundan dolayıdır ki, ilim sahipleri durumların dikkate alınması ve geleneklerin gözetilmesi derken, kuşkusuz bununla sadece şeriatın kendilerini mecbur etmediği hususlarda, kulları buna zorlamak suretiyle onlara haksızlığı ortadan kaldırmayı dile getirmektedirler. Onlardan birisi de: Hallerin ve örflerin değişmesi durumunu belirleyenlerin, ilim ehli ve şeriatı bilenler olmasıdır, heva sahipleri ve cahiller değil.
Kuşkusuz İslâm geldiği zaman, toplumlar aralarında yerleşmiş bir takım sosyal bağlarla birbirlerine bağlıydılar. Fakat bu bağlar bir takım âdetler ve bozuk inançlarla çevrilmişti. İslâm, bu zâhirî bağlardan daha gelişmiş ve daha kuvvetli bağlar getirdi. Çünkü İslâmî bağlar, varlıklarını en uygun sosyal prensiplerden ve Kur’ân-ı Kerim’in ve Sünnet-i Seniyyenin getirdiklerinden oluşturmuşlardı. Müslümanlardan az sayıda insanın, sayıca kendilerinden kat kat fazla olan cemaatlerin karşısında sebatlarının/dayanmalarının yegâne sebebi de işte bu husus olmuştur.
Kuşkusuz Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu esaslar ve bu şerefli yöntemden yola çıkarak mevcut sosyal bağları ele almış, onlardan uygun olanı koruyup bozuk olanlarına da karşı çıkmıştır. Sonunda, temelleri en gelişmiş nizam ve en yararlı yöntem üzerine atılmış olan, her zaman ve mekâna uygun sosyal bağların temelini atmış ve inşa etmiştir.
Allah’ın salât ve selâmı Efendimiz Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun bütün âl ve ashabının üzerine olsun! Amin!
Dipnotlar:
[1] Sahîh-i İbn-i Hibban 2/361
[2] Sahîh-i Buharî, 5/2238
[3] Alak Sûresi 96/1
[4] Mücâdile Sûresi, 58/11
[5] Fâtır Sûresi, 35/28
[6] En’âm Sûresi, 165
[7] Hilyetü’l-Evliya, 3/192
[8] Tirmizî, 5/29
[9] Buhârî, 1/30
[10] Sünen-i Beyhakî, 10/ 118
[11] Müsned-i Ahmed, 28/548
[12] Nahl Sûresi, 16/90
[13] el-Mu‘cemu’l-Esved, 1/243
[14] Buhârî, 2/867
[15] Müslim, 4/1994
[16] Zuhruf Sûresi 32
[17] Mücadile, 58/11
[18] Bakara Sûresi, 2/203
[19] Nisa Sûresi, 4/59
[20] Sünen-i Ebî Dâvud, 4/285
[21] Sahîh-i Buhârî, 6/2686
[22] Sünen-i Ebî Dâvud, 4/286
[23] A’râf Sûresi, 7/199
[24] Sahîh-i Müslim, 19
[25] Sahîh-i Müslim, 2/969
[26] Sahîh-i Buhârî, 3/1296
Yazar: Prof. Dr. Ali Cuma; Çev.: Prof. Dr. Hüseyin Elmalı “Peygamber Yolu Sempozyumu” 2012