Şifanın Metafizik Temelleri
İnsan her meselede sebeplerin gereğini yaptıktan sonra Allah’a tevekkül etmeli, hakikî tesiri ve neticeyi Cenâb-ı Hak’tan beklemeli, akabinde de başına ne gelirse gelsin “Elhayru fî mahtârahullah” deyip takdir-i ilahîye teslim olmalıdır.
Tedavi-Şifa Münasebeti
Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) tıp ilmine getirdiği en önemli yenilik muhtemel bütün hastalıkların tedavi edilebileceğini, her hastalığın şifasının bulunduğu hakikatini bildirmesidir. “Allah Teâlâ, hiçbir hastalık indirmemiştir ki onun devasını da indirmiş olmasın” mealindeki rivayet hadîsçiler tarafından “Kitâbu’t-Tıbb” bölümlerinin ilk hadîsi olarak zikredilmiştir.[1] Şüphesiz bu şuurlu bir tercihtir. Zîrâ söz konusu hadîs tedavi olmanın şer’î delili olduğu gibi “hastalık ve deva”nın her ikisinin de Allah Teâlâ (celle celâluhu) tarafından yaratıldığını bildirmektedir. Bu ontolojik yakınlık, hastalık ve devanın birlikte, aynı seviyede ele alınması gerektiği neticesini doğurmaktadır. Hastalığın yaratılmış olması keyfiyeti hastalığı bir yokluk, vücudun tabiî şeklinin kaybolması şeklinde algılayan klâsik yaklaşımın[2] isabetli olmadığını ortaya koymaktadır. Hayat ve ölüm arasındaki münasebet gibi sağlık ve hastalık da birbirini tamamlayan, biri olmadan diğeri anlaşılamayan hakikatlerdir.
Tıbbın konusu hastalık ve tedavidir. Hastalık hâli, bir yokluk ve hiçlik durumu değildir. Hastalık, sıhhatin zıt anlamlısıdır. Sıhhati engelleyen durumlar, hastalık olarak kabul edilir. Hastalık canlı varlıklarda belirli sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan arizî durumlardır. Organizmanın işleyişini değiştiren, görevini engelleyen veya düzensizleştiren farklılıklar hastalık telâkki edilir. Bu değişimler bir sebeple birlikte ortaya çıktığı için hastalıklarla sebepler arasında bir yakınlık münasebeti vardır.[3] Bu yakınlık zorunlu bir illiyet ilişkisi değildir. Hastalık-ilâç alâkası kâinatta var olduğu kabul edilen genel illiyet/nedensellik ilkesi ekseninde temellendirilse de aralarında sınırlı bir illiyet münasebeti bulunmaktadır.
Kâinatta sebeplerle, netice gibi gözüken durumlar arasında cebri bir determinizm bulunmadığı gibi hastalıklarla hastalığı ortaya çıkaran sebepler arasındaki münasebet de cebri/zorunlu bir ilişki değildir. Belki kelâmcıların ifade ettiği gibi bir mukarenet/yakınlık ilişkisidir.[4] Diğer bütün varlıklarda olduğu gibi hastalıkların da gerçek bir sebebi (müsebbibü’l-esbâb) vardır. Her şeyin yaratıcısı olan Allah (celle celâluhu), hastalıkları ve sebeplerini birlikte yaratmıştır.
Her hastalığın bir sebebe bağlı olduğu ve sebepleri tespit edildiği takdirde hastalıkların sırlarının çözüleceği inancı, Müslüman ilim adamlarını bütün hastalıkların sebeplerini araştırma düşüncesine sevk etmiştir. Hastalıkların Cenab-ı Hakk tarafından yaratıldığının ifade edilmesi bazı hastaların ve hastalıkların lânetlenmesi gibi hatalı davranışları engellemiştir. Yine her hastalığın bir sebebinin bulunduğu fikri, hastalıkların kökeni ile ilgili bâtıl inançlardan kurtulmanın yolunu açmıştır. Çünkü sebeple netice arasında uygunluk, yakınlık, tekrarlanan, ölçülebilir bir alâka arayışı bâtıl inançların tıp ilminden arındırılmasına vesile olmuştur. Keza sebebi açıklanamayan hastalıklarda hastalığı Allah Teala’nın yarattığına inanma, hastalıkların bilim dışı sebeplere bağlanmasını engellemiştir.
Hastalıkların şifasının insanlara Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu olarak indirildiğini beyan eden Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bazı hastalıklara şifa olarak indirilen devaları da bildirmiştir. Meselâ Peygamber-i Zişan (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Acve hurmasının Cennet meyvelerinden olduğunu, zehirlenmeye karşı şifalı olduğunu, mantarın da (İsrailoğullarına semadan indirilen) nimetler (el-mennü/kudret helvası) cinsinden olduğunu, suyunun göze şifa verdiğini” söylemiştir.[5] Ayrıca başka bir hadîslerinde “Miraç’ta meleklerin kendisine “ümmetine kan aldırmayı emretmesini söylediklerini” haber vermiştir.[6]
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), büyü, kehanet, fal ve uğursuzluk ve benzeri uygulamaları şiddetle yasaklamıştır. Hastalıklardan korunmak veya iyileşmek maksadıyla bu tür uygulamalara başvuranların dinden uzaklaştığını ve dinin emirlerinin dışına çıktığını açıkça beyan etmiştir. “Kim bir kâhine gider ve onun sözünü tasdik ederse, Allah’ın Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) indirdiğinden (dinden) dışarı çıkmış olur.” buyurmuştur.[7]
Peygamber Efendimiz kâinatta hiçbir şeyin başıboş olmadığını, her şeyin Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatlarına bağlı olduğunu beyan etmiştir. Cenab-ı Hakk’ın dışında kâinata hükmeden mânevî bir gücün bulunmadığını, kâinatta birtakım esrarengiz ruhanî güçler veya Allah Teâla’nın hükmünden ayrı maddî kuvvetler aramanın Allah’ı inkar mânâsı taşıdığını açıkça ifade etmiştir. Uğursuzluk inancının şirk olduğunu söylemiş, belirli bazı gün ve ayların uğursuz olduğuna inanmanın dinde yeri olmadığını beyan etmiştir. “Sizden birisi hoşuna gitmeyen bir şeyle karşılaştığında ‘Allah’ım! İyilik yalnızca Sen’den gelir. Kötülüğü giderecek de yalnız Sen’sin. Dayanılacak ve sığınılacak kuvvet yalnızca Sen’sin.’ Desin.” buyurarak, musibetler karşısında Tevhid inancının nasıl korunacağını öğretmiştir.[8]
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), yeryüzünde büyü, kehanet ve uğursuzluk olmadığını açıkladığı gibi gökyüzünün de Cenab-ı Hakk’ın mülkü olduğunu orada da tesadüfe yer olmadığını belirtmiştir. Yıldızlara itibar etmenin, astroloji ile ilgilenmenin bir çeşit büyü olduğunu söyleyerek, gök cisimlerine olağanüstü güçler atfedilmesini yasaklamıştır.[9]
Cahiliye Arapları, hastalıkları ve şifayı gökcisimlerinin hareketlerine veya görünmeyen bazı varlıklara bağlıyorlardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu tür bâtıl inançları şiddetle yasaklayarak, insanların yüzünü tevhide çevirmiştir. Hudeybiye’de bir gece yağmur yağdıktan sonra Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), sabah namazını tamamladı ve insanlara dönerek “Rabbiniz ne buyurdu biliyor musunuz?” diye sordu. Ashab-ı kiram, “Allah ve Resûlü en iyi bilir.” dediler. Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), şöyle söyledi: “Allah buyurdu ki, kullarım bana iman ederek ve inkar ederek sabaha ulaştı; Allah’ın fazlı ve rahmetiyle yağmura kavuştuk diyenler, Bana iman etti, yıldızı inkar etti; şu yıldızın doğuşu ile yağmura kavuştuk diyenler de Beni inkar etti yıldıza iman etti.”[10]
Resul-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), şifacılara ve hekimlere sürekli Tevhid inancını talim etmiştir. Mânevî hastalıkları tedavi ettiğini iddia eden bir şifacıyı, fayda ve zararı, hastalık ve şifayı yaratanın Allah olduğunu söyleyerek uyarmıştır. Mekke’de Dımad el-Ezdî adlı bir zât, müşriklerin Efendimiz hakkındaki iftiralarının tesiriyle, “Ey Muhammed! Ben delileri tedavi ederim.” diyerek, kendisini tedavi edebileceğini ima ederek yanına yaklaşmıştır. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ona “Hamd, Allah’adır. O’ndan yardım diler, O’ndan bağışlanma isteriz…” diye mukabelede bulunmuş; bu sözleri dinleyen Dımad (radıyallâhu anh), hayranlığını dile getirerek Müslüman olmuştur.[11]
Cahiliye döneminde cerrahi müdahale yapabilen bazı hekimler vardı. Hekimler çeşitli vesilelerle Resul-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanına geliyorlardı. Allah Resûlü onlara Tabib’in Allah olduğunu hatırlatarak, şifayı Allah Tealâ’nın yarattığını beyan ediyordu. Ashab-ı kiramdan Ebû Rimse (radıyallâhu anh), şöyle rivayet etmiştir: “Ben babamla birlikte Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanına gittim. Babam, Allah Resûlü’nün sırtındaki peygamberlik mührünü kastederek, “Sırtındakini bana göster ben tabibim.” dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü, “Tabib Allah’tır. Belki sen refik/şefkatli bir kişisin. Onun tabibi onu yaratandır.” buyurdu.[12] Bu hadîsin yorumunda İmam Beyhakî (ö. 458/1066), şu değerlendirmeyi yapar:
“Hastayı tedavi eden kişi, uzman ve sanatında öncü de olsa hastalığın tam olarak ne olduğunu (nefsu’d-dâ) ilmiyle ihata edemez. Hastalığı tanısa ve diğer hastalıklardan ayırsa bile hastalığın ölçüsünü ve hastanın bedeninde ne kadar ilerlediğini ve kuvvetini ne kadar zayıflattığını bilemez. Anılan hastayı, ancak zann-ı galibine ve anladığı kadarına istinaden hareket eden bir tabip taslağı (mütetabbib) olarak tedavi eder. Çünkü onun ilâç hakkındaki bilgisi de hastalık hakkında söylediğim gibidir. Bu sebeple o, bazen doğru bazen de yanlış yapar. Bazen fazla ilâç kullanır aşırıya kaçar, bazen eksik kullanır, tedavide yetersiz kalır… Tabip, hastalığın ve ilâcın hakikatini bilen ve sıhhat ve şifa vermeye kâdir olan demektir. Bu sıfatlar da ancak Hâlik (takdire göre Yaratan’dır), Bârî (Yaratan’dır) ve Musavvir (en güzel şekli vererek Yaratan’dır) olan Allah’a aittir, O’nun dışında bir başkasının bu isimle adlandırılması uygun olmaz.”[13]
İlâhî İsimler ve Şifa
İslâm inancına göre her şeyin temeli ve varlığın kaynağı Cenab-ı Hakk’ın Esmâ-i Hüsnâsı’dır. İlâhî isimler, yaratılışın esası olduğu gibi hayatın farklı tezahürleri ve değişimlerinin de kaynağıdır. İlâhî isimler, tecelli cilvelerini göstermek için kâinatı sürekli bir değişim ve tahavvülle hâlden hâle dönüştürdüğü gibi insan hayatını farklı hâllere çevirmektedir. Hastalık ve şifa hayatın iki önemli gerçeğidir. Cenab-ı Hakk, bu âlemde her şeyi bir sebebe mukarin yarattığı gibi şifayı da birtakım sebeplere bağlamıştır. Hastalıkları yarattığı gibi tedavide kullanılan ilâçları da dünya/tabiat eczanesinde yaratmıştır. Hastalıklara uygun ilâçların bulunması ve bu ilâçlarla yapılan tedavi, âlemde var olanın bulunması veya keşfedilmesi mânâsına gelmektedir. Dolayısıyla yeni ilâçlar, yeni tedavi usulleri, icatlar ve yeni terkipler insanın yeryüzünde Cenab-ı Hakk’ın halifesi olmasının neticesidir.
Allah Teâlâ ubudiyet edilecek tek Ma’bud olduğu gibi Rububiyeti’nde de eşi ve benzeri olmayandır. O, insanı yarattıktan sonra kendi hâline veya başıboş bırakmamış; insanın hayatı boyunca ihtiyaç duyduğu her şeyi yaratarak, her daim Rububiyet’ini ona hissettirmiştir. Hazret-i İbrahim (aleyisselâm), kavmine kulluğun yalnızca Allah’a (celle celâluhu) yapılması gerektiğini hatırlattıktan sonra Tevhid-i Rububiyet’e dikkatlerini çekerek, “O’dur beni doyuran, O’dur beni içiren; hastalandığımda O’dur bana şifa veren; O’dur beni öldürecek ve sonra da diriltecek olan.” buyurmuştur.[14]
Cenab-ı Hakk’ın Rububiyet’ine duyulan ihtiyaç hastalık esnasında daha iyi hissedilir. İnsan şifayı O’ndan isteyerek, Rabb’ine duyduğu bağlılığı dile getirir. İnsan, aczini ve zaafını hissettiği ölçüde Cenab-ı Hakk’ın Rububiyet’ine olan ihtiyacını hisseder. Aczin en iyi hissedildiği anlar ise hastalık vakitleridir. Bu sebeple hastalık esnasında şifa isterken Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Cenab-ı Hakk’a; “Yâ Rabb! İnsanların Rabbi!” diye yakararak dua etmiştir. Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hasta ziyaretlerinde hastaya “Hastalığı gider, insanların Rabbi! Şifa ver, Şâfi yalnızca Sen’sin.” diye dua etmiştir.[15] Hastalara yaptığı dualarda hastalığın “Rabbimizin izni ile” iyileşeceğini özellikle ifade etmiştir.[16] Böylece, hastalık ve şifanın Cenab-ı Hakk’ın Rabb isminin âlemdeki tecellisi olduğunu açıklamıştır.
Hastalığı yaratan Allah Teâlâ olduğu gibi hastaları sıkıntılı anlarında bakıp gözeten de âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’dır. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Hastalarınızı yemek yemeye zorlamayın, Allah onları yedirir içirir.” buyurarak, hastaların adeta Cenab-ı Hakk’ın bakım ve gözetimi altında olduğunu bildirmiştir.[17] Hastaların duasının kabul edildiğini bildiren hadîsleri onların Allah Teâlâ’nın bakım ve gözetiminde olmasıyla açıklamak da mümkündür. Nitekim Hazret-i Ömer Efendimiz, Hazreti Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) bana; “Hastanın yanına girdiğinde sana dua etmesini söyle; hastanın duası meleklerin duası gibidir, diye tavsiyede bulundu.” demiştir.[18]
Şifa, Cenab-ı Hakk’ın Rahmân isminin hastalar üzerindeki tecellisidir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hastalara dua ettiğinde Cenab-ı Hakk’tan rahmetini indirmesini niyaz eder. Ashabına, sizden birisi bir sıkıntı veya hastalıktan rahatsız olduğunda veya bir kardeşi hastalandığında şöyle dua etsin: “Bütün eksik sıfatlardan münezzeh müteâl Allah, ey Rabbimiz! Senin hükmün gökyüzü ve yeryüzündedir. Gökyüzündekilere rahmet ettiğin gibi yeryüzündekilere de rahmetinle muamele et. Günah ve hatalarımızı bağışla. Sen temiz ve pakların Rabbi’sin. Şu ağrı/acı üzerine rahmetinden bir rahmet, şifandan bir şifa indir.”[19]
Hastalıklar, Cenab-ı Hakk’ın eş-Şâfi isminin tecellisi olan şifa hakikatini fark etmemizi sağlar. Şifanın gerçekleşmesi Şâfi isminin tecellisine bağlıdır. Hastalığı yaratan Allah olduğu gibi şifayı yaratan da O’dur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, “O’dur beni doyuran, O’dur beni içiren; hastalandığımda O’dur bana şifa veren; O’dur beni öldürecek ve sonra diriltecek olan.”[20] mealindeki âyetinde, şifayı yalnızca Allah’ın verebileceğini bildirir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), hastalara dua ettiğinde Cenab-ı Hakk’a “eş-Şâfi” adıyla yakararak, “Şâfi yalnızca Sen’sin, Sen’den başka Şâfi yoktur” diyerek, Şâfi isminden yardım istemiştir.[21] Allah Teâlâ’nın Şâfi isminin tecellisi ile şifanın gerçekleştiğini göstermiştir.
Allah’ın Zâtı’nın kusurdan, sıfatlarının noksanlıktan ve fiillerinin şerden salim olması mânâsına gelen es-Selâm ismi ise, var olan her çeşit selâmetin kaynağının O olduğunu anlatır.[22] Bu takdirde insanda hastalıklardan selamet halinin kaynağı Selâm ismidir.[23]
Cenab-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de geçen isimleri arasında Tabîb olmamakla birlikte Hazreti Aişe Validemiz, gerçek tabibin Cenab-ı Hakk olduğunu ifade için Allah Teâlâ’ya “Tabib Sensin.” diye dua etmiştir.[24] Hazreti Aişe (r.anha), vefat ettiği hastalığı esnasında Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) göğsüne elini sürerek “Ey insanların Rabbi, sıkıntıyı gider, Tabib Sen’sin, Şafi Sen’sin.” diye dua ediyordu; Allah Resûlü ise “Beni Yüce Dost’a kavuştur.” diyerek, Cenab-ı Hakk’a olan iştiyakını dile getirmiştir.[25]
Ölümün de varlığı olan diğer bütün şeyler gibi bir hakikati ve mevcudiyeti vardır. Hattâ ölümün gerçekliği ve gücü bazen hayatın önüne geçer. Bu sebeple “Her toplumda, baskın olan ölüm imgesi egemen olan sağlık kavramını belirler.”[26] Hayat veren, hayatı yaratan Allah olduğu gibi ölümü yaratan da Allah Teâlâ’dır. O, Muhyî ve Mümît’tir.[27] Kur’ân-ı Kerîm’de, “Göklerin ve yerin hâkimiyeti O’nundur. Hayatı veren ve hayatı alıp öldüren O’dur. O, her şeye kadirdir.” buyrulmuştur.[28] İmam Beyhakî, bu âyet-i kerîmeyi yorumlarken, “Allah Teâlâ, hayır ve şerrin, fayda ve zararın O’nun tarafından yaratıldığı bilinsin diye, kendini hayat verme fiiliyle övdüğü gibi öldürme fiiliyle de övmüştür”. der.[29]
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), şifanın Allah Teâlâ tarafından yaratıldığını ifade ettiği gibi ölümün de Allah’ın (celle celâluhu) takdiri ile olduğunu belirtmiştir. Sa’d İbn-i Zürare (radıyallahu anh) ağır hastalandığı zaman Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu dağlamış fakat Sa’d vefat etmiştir. Bunun üzerine “Yahudiler için kötü bir ölüm. Şimdi derler ki ‘Muhammed’in arkadaşına bir faydası olmadı. ‘Ben ne onun için ne de kendim için Allah’a karşı hiçbir şey yapamam.” diyerek bir yandan üzüntüsünü diğer yandan da Allah’a bağlılığını ve ölümün de Cenab-ı Hakk tarafından yaratıldığını dile getirmiştir.[30]
Görüldüğü gibi kâinatta var olan sağlıkla alâkalı gerçekler, İlâhî isimlerin tecellilerine dayanmaktadır. Bu takdirde hastalığın ve şifanın varlığını inkâr etmek mümkün değildir. Zîrâ her ikisinin de kaynağı İlâhî isimlerdir. Fizik âlemdeki diğer tüm hakikatler gibi sağlık etrafında şekillenen hastalık, ilâç, şifa ve sıhhat sebeplere bağlı yaratılmış hattâ sebepleri ile birlikte yaratılmış hakikatlerdir. Ancak Allah Teâlâ, hayat ve ölümü sebeplere bağlamamış onları doğrudan kendi fiili olarak zikretmiştir. Nitekim hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ölüm hâriç her hastalığın sebepler âleminde çaresinin bulunduğunu haber vermiştir.[31]
Şifa ve Dua
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tedaviyi teşvik etmiş, hastaları hekimlere göndermiş hattâ kendisi de tedavi olmuştur. Böylece o, her konuda olduğu gibi tedavi konusunda da ümmetine örnek olmuştur. Ancak ilâçla tedavi olan kişinin şifa için Allah Teâlâ’ya dua etmeyi ihmal etmemesi gerektiğine de dikkatlerimizi çekmiştir. Tedavi için tıbbın gerekli gördüğü sebepleri yerine getiren hastanın sebeplerin tesirini yaratan ve şifayı verenin Allah Teâlâ olduğunu unutmaması gerektiğini vurgulamış; böylece duanın tedavi edici gücünü göstermiştir.
Uygun ilâçların kullanılması neticesinde her hastanın tedaviyi kabul etmediği bilinmektedir. Hücrelerin, bünyenin her ilâç tedavisine cevap vermediği, bu sebeple de kişiye göre şifa durumunun değiştiği görülmektedir. Sebepler yerli yerine getirilse de, neticeyi yani şifayı yaratan Allah’tır (celle celâluhu). Dolayısıyla sebeplere başvurulmalı, çünkü sebepleri yerine getirmek de bir nevi duadır; ancak unutulmamalıdır ki, şifayı yaratan gerçekte Allah Teâlâ’dır. Binaenaleyh fiilî dua ile kavlî dua birlikte yerine getirilmeli, beden ve ruhun ihtiyaçları beraberce karşılanmalıdır. Nefis ve ruhun tedavi sürecine katılmasının, Cenab-ı Hakk’ın izniyle, beden üzerinde olumlu tesir icra ettiği sık karşılaşılan bir durumdur.
Cenab-ı Hakk, şifayı yaratan, yani Şâfi’dir. Mülk sahibi O’dur. Mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Rububiyet’ini bizlere göstermek için insanı hâlden hâle çevirir. İnsana düşen her halükârda Rabb’ine teveccüh ederek, O’na yönelmesi ve şifayı O’ndan talep etmesidir. Her hastalık, insan için kötü/şer değildir. Ölüme sebebiyet veren ağır hastalıklar, sabreden insanlara bir nevi şehitlik kazandırdığı için öbür âlem itibarıyla hayırdır. Sakatlık ve vücutta iz bırakan hastalıklar, insanın Cennet’i kazanmasına vesile olabilir. Diğer hastalıklar ise insanın manen arınmasına ve temizlenmesine vesile olmaları itibarıyla dünya hayatı için bile bazı hayır ve güzellikleri içlerinde barındırmaktadır.
Hâsılı hastalığın yalnızca maddî yönlerinin dikkate alınması zamanla hasta ve hastalık mefhumunun iktisadî bir vakıa olarak görmeye sebep olmuştur. Bazı hekimler için hastalar bir gelir kapısı ve meta olarak algılanmaya başlanmıştır. Tıpta şefkat ve merhamet eksenli yeni bir bakış açısına duyulan ihtiyaç açıktır. Bu dönüşümün gerçekleşmesi için hastalık ve şifa mefhumlarının yeniden yorumlanması gerekmektedir. Hastanın Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinin tecelli alanı olduğunu kabul etmek, hem hastalıklara yaklaşımımızı hem de hastaya bakışı değiştirecek; tıp, kâinatı, hayatı ve insanı bir bütün olarak kucaklayan yeni bir metafiziğe kavuşacaktır.
Dipnotlar:
[1] Buhârî, “Tıbb” 1; Ebu Dâvud, “Tıbb” 1; İbn Mâce, “Tıbb” 1; İbn Habîb, s. 35. Hadisin metni bir rivayette “Allah Teala, indirdiği her hastalığın devasını da indirmiştir” şeklinde, (Buhârî, “Tıbb”, 1; İbn Mâce, “Tıbb”, 1) başka bir rivayette ise “Tedavi olunuz, Allah Teala, (yeryüzüne) koyduğu her hastalığın devasını da koymuştur, tek bir hastalık müstesna o da ihtiyarlıktır.” şeklindedir. Ebû Dâvud, “Tıbb” 1
[2] İbn Kayyim, et-Tıbbu’n-nebevî, (Beyrut 1987), s. 4.
[3] Yakınlık münasebetini (iktiran) Bediüzzaman şöyle açıklar: “Esbâb-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, “iktiran” tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem bir şeyin ademi, bir nimetin mâdum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki, o şeyin vücudu dahi, o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnetdarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünkü bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddemâtına ve şerâitine terettüb eder. Halbuki o nimetin âdemi, bir tek şartın âdemiyle oluyor.” Bediüzzaman Saîd Nursî, Lem’alar, (Işık yay. İstanbul 2004), s. 211.
[4] Kelâmcıların illiyet problemine yaklaşımı hakkında bir çalışma için bk. Yener Öztürk, Kur’an Işığında Sebeplerin Sorgulanması, (Yeni Akademi yay. İstanbul 2006).
[5] Buhârî, “Tıbb” 20; Tirmîzî, “Tıbb” 22; İbn Mace, “Tıbb” 8.
[6] Tirmîzî, “Tıbb” 12.
[7] Ebû Dâvud, “Tıbb” 21.
[8] Ebû Dâvud, “Tıbb” 24.
[9] Ebû Dâvud, “Tıbb” 22.
[10] Ebû Dâvud, “Tıbb” 22.
[11] Ahmed b. Hanbel, I, 302.
[12] Ebû Dâvud, “Tereccul” 18.
[13] Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyn el-Beyhakî, el-Esmâ ve’s-sıfât, (nşr. Imaduddîn Ahmed, Dâru’l-kütübi’l-Arabî, Beyrut 1985), I, 155.
[14] Şuarâ Sûresi, 26/79-81.
[15] Buhârî, “Mardâ” 20; “Tıbb” 38.
[16] Ebû Dâvud, “Tıbb” 19.
[17] Tirmizî, “Tıbb” 4.
[18] İbn Mâce, “Tıbb” 1.
[19] Ebû Dâvud, “Tıbb” 19.
[20] Şu’ara, 26/79-81.
[21] Buhârî, “Tıbb” 38, 40; Müslim, “Selâm”, 46, 48.
[22] Gazâlî, Esmâü’l-hüsnâ, (çev. Yaman Arıkan, Bedir yay. İstanbul 1982), s. 114.
[23] İmam Müslim’in el-Câmi’u’s-sahîh adlı eserinde bölüm başlıkları İmam Nevevî tarafından konulmuştur. Tıp hadislerinin bulunduğu bölümün başlığı Kitâbu’s-Selâm’dır. bk. el-Câmi’u’s-sahîh, 27. bölüm. Bu bölümde, diğer konularla ilgili hadislerin yanında tıpla alakalı 30 rivayet de yer almaktadır.
[24] Ali el-Müttekî, Kenzu’l-ummâl, (Beyrut 1998), X, 3.
[25] Ahmed b. Hanbel, III, 108.
[26] Illich, Ivan, Sağlığın Gaspı, (çev. Sûha Sertabiboğlu, Ayrıntı yay., İstanbul 1995)., s. 120.
[27] Gazâlî, Esmâü’l-hüsnâ, s. 220.
[28] Hadîd Sûresi, 57/2.
[29] Beyhâkî, el-Esmâ ve’s-sıfât, I, 134.
[30] İbn Mâce, “Tıbb” 24.
[31] Buhârî, “Tıbb” 7.
Yazar: Prof. Dr. Ayhan Tekineş