Sahabede Üslup Hassasiyeti ve İnsan Onuru

1.175

Duygu, düşünce, bilgi, tespit ve tecrübeler, sözlü ya da yazılı beyan edilirken takip edilen yola, söyleme tarzına, ifade etme şekline ve ele alış biçimine, üslup denir. Üslup, fiil, fikir ve mülahazalarımızın kalıbıdır. Herkesin üslubu kendine hastır ve sahibinin, ilim irfan seviyesini, ahlak ve karakter yapısını, hayat felsefesini, dünya görüşünü ve niyetini yansıtır. Üslup, sözde ya da yazıda verilmek istenen mesaj kadar önemlidir. Olumlu ya da olumsuz muhatap üzerinde çok etkilidir ve çoğu zaman, ifade edilen manayı geri planda bırakır. Bu yüzden konuşurken ve yazarken duyarlı olunmalı ve üsluba hak ettiği değer verilmelidir. Zaman, mekân ve şartlar asla göz ardı edilmemeli, jest ve mimiklere dikkat edilmeli, ses tonu ve kelime tercihinde hassas davranılmalıdır. 

Kur’ân ikliminde ve Allah Resûlü’nün terbiyesinde yetişen ashâb-ı kiram, her hususta kılı kırk yararcasına dikkatli hareket ederlerdi. Allah’la irtibat, Resûlullah’a itaat ve çevreleriyle münasebet adına her şeyi istikamet üzere götürmeye çalışırlardı. Hassas ve özel bir konumda ve tarihi bir misyon eda ettiklerinin şuuruyla hareket ederlerdi. Bu da onların her türlü hal, hareket ve hamlelerine, duygu ve düşüncelerine, usul ve üsluplarına etki ederdi. Şahit oldukları hadiseleri, hüküm ve hikmetlerinden istifade etmeleri için yeri geldiğinde etraflarındaki insanlara anlatır ya da tarihe not düşülmesi için talebelerine aktarırlardı. Bunu yaparken her ayrıntıya dikkat ederlerdi ve bu, üsluplarına da yansırdı. Eğer yaşanan hadise olumsuz ise faili müphem bırakır, hata yapan insanın veya insanların isimlerini zikretmezlerdi. Böylece hem gıybete girme riskinden kurtulur hem de hataları sonrası tevbe etmiş bu insanları, mahcup duruma düşürmez, yakınlarını ve sevenlerini rencide etmez ve onlarla alakalı zihinlerde meydana gelmesi muhtemel suizanların önüne geçmiş olurlardı. 

Hiç şüphesiz bu hassasiyet de onların Kur’ân ve Rehber-i Ekmel’den aldıkları ayrı bir edep örneğidir. Öncelikle Kur’ân, tevhit ve nübüvvet tarihinde yaşanan hadiseleri haber verirken şahıslardan daha ziyade yapılan yanlışlıkları dile getirir. Bunu yaparken şahısları isimleriyle değil de sıfat, ünvan ve lakaplarıyla anlatır. Firavun, Nemrut ve Ebû Leheb gibi… Allah Resûlü de insanlardan birisinde tasvip etmediği bir şey gördüğünde sessiz kalmaz, terbiye ve ıslah adına toplumun huzuruna çıkar, isim vermeksizin, ya “Bana ne oluyor ki sizi şöyle şöyle görüyorum.”1 ya da “Bazılarına ne oluyor ki böyle yapıyor/şöyle söylüyor…”2 buyurur ve problemi, ya kendi üzerinden ya da kimseyi afişe ve rencide etmeden, utandırmadan genele konuşarak çözerdi. 

 Sahabenin bu husustaki hassasiyetinin bir sebebi de şahsi ayıpların örtülmesiyle alakalı ilahî ve nebevî ikazlardı. “Müslümanların ayıplarını ve gizli hallerini tecessüs etmeyin…”3 ve “Birbirinizin özel ve mahrem hayatını araştırmayın.”4 şeklindeki beyanlar, kişisel günah, ayıp ve hataların araştırılmasının haram olduğunu gösteriyordu. Bir şekilde muttali olunan ferdi hata ve kusurların başkalarıyla paylaşılması ise muhatabını küçük düşüreceği, şahsiyetini lekeleyeceği ve insanlar nezdinde rezil olmasına sebep olacağı için elbette daha büyük bir günah ve ahlaksızlıktır. Üstelik çok tehlikeli bir durumdur ki Allah Resûlü, bu tehlikeye şöyle dikkat çeker: “… Her kim Müslüman kardeşinin meydana çıkmasını istemediği bir şeyini ortaya çıkarırsa ve dile dolarsa; Allah da onun ayıplarını, kimsenin bilmesini istemediği hallerini meydana çıkarır. Bu suretle kendi evinde de olsa onu rezil eder. Müslüman kardeşinin ayıplarını örten, bir ölüyü diriltmiş gibidir.”5 

İsim vererek işlenen bir günahı anlatmak, o kimseyi, tarihe not düşmek anlamına gelir. Bu ise hem onu hem de yakınlarını sürekli rencide edecek bir durumdur. Üstelik bu onun aleyhine şeytana yardımcı olmaktır. Onun arınma yollarını tıkamaktır. Halbuki esas olan şahıslara değil yanlış niyet, söz, fiil, fikir ve faaliyetlere odaklanmak, kötülüğün kendisine dikkat çekmek ve onları haber vermektir ki sahabenin yaptığı da tam olarak buydu. İşte onların bu konudaki hassasiyetlerini yansıtan bazı örnekler:

“Ümmü Kays’ın muhâciri”

Hicret, vuku bulduğunda Mekkeli bir şahıs, Ümmü Kays isimli bir kadınla evlenmek maksadıyla Medine’ye göç etmişti. Bu şahsın Medine’ye hicretinden yanına ahireti adına bir sevabın kalıp kalmayacağı kendisine sorulunca Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir; herkesin niyeti ne ise eline geçecek odur. Kimin hicreti, Allah ve Resûlü (rızası ve hoşnutlukları) için ise, onun hicreti Allah ve Rasulü’ne müteveccih sayılır. Kim de nâil olacağı bir dünya/lık veya nikâhlanacağı bir kadından ötürü hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye göredir.” buyurmuştu.6 

Efendimiz’in açıklamaları niyette problem olduğunu ve tashihe ihtiyaç bulunduğunu ortaya koyuyordu. Onun rencide olmasını istemeyen ashâb, bu mühim hadisi ve hadiseyi geleceğe taşırken bildikleri halde şahsın ismini zikretmemiş ve “muhaciru Ümmi Kays/Ümmü Kays’ın muhâciri” tabirini kullanmışlardı.

“Benî Seleme’den bir adam”

Tebûk ordusu Medine’den ayrıldıktan bir müddet sonra Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Ka’b İbn-i Mâlik’in sefere niçin katılmadığını/katılamadığını sormuştu. Birkaç kişi fikir beyan etmişti ki aralarından birisi, “Yâ Resûlallah! Elbiselerine ve sağına soluna bakıp gururlanması onu Medine’de alıkoydu.” diyerek hak ve hoş olmayan bir cevap vermişti. Ka’b İbn-i Mâlik yıllar sonra yaşadığı bu zor günleri anlattığı meşhur hadisinde olumlu söz söyleyen Muaz İbn-i Cebel’in ismini zikreder. Ama hakkında olumsuz söz söyleyen şahsın ismini, gıybete girmemek ve zihinlerde onunla alakalı menfi düşünceler meydana getirmemek için zikretmez. “Raculün min Benî Seleme/Benî Seleme’den bir adam” diyerek onun sözünü aktarmakla yetinir.7 Bu arada Ka’b İbn-i Mâlik’in de aynı kabileden olduğunu ayrıca ifade edebiliriz!

“Bir kadın”

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gün kabir ziyaretine gitmişti. Ziyaret esnasında bir kadının, evlâdının kabri başında feryâd u figân edip ağladığını, üstünü başını yırtıp, uygunsuz sözler sarf ettiğini gördü. Yanına yaklaşıp nasihat etmek istedi. Ancak kadın, Efendimiz’i tanıyamamıştı. “Git başımdan! Sen benim başıma gelenleri bilmiyorsun!” dedi. Bunun üzerine Rahmet Peygamberi hiçbir şey söylemeden oradan ayrıldı. 

Olaya şahit olanlar, kadına, nasihatte bulunanın Allah Resûlü olduğunu hatırlatıp haber verdiler. Sarsılan kadın çok üzülmüştü. Zira bilmeden de olsa Efendiler Efendisi’ne karşı saygısızlıkta bulunmuştu. Telafi adına özür dilemeli ve kendini affettirmeliydi. Hemen toparlanıp hane-i saadete geldi. Mahcup bir halde özür diledi. Kadını affeden Allah Resûlü, bu vesileyle hikmet dolu şu sözünü beyan etti: “Sabır, musibetin ilk şokunu yediğin andadır.” 

Hz. Enes İbn-i Malik başta olmak üzere hadiseyi ve hadisi bize aktaran sahabiler, yaşadığı olayın şokuna kapılıp farkına varmadan Rahmet Peygamberi’ne hürmette kusur eden bu kadının ismini ifşa etmez ve “biimree/bir kadın” diyerek kimliğini meçhul bırakırlar.8

“İki adam”

Allah Resûlü yine bir gün ashâb-ı kiramla sohbet-i cananda bulunuyorken iki kişi birbirlerine karşı söz söyleyerek tartışıyordu. Öyle ki taraflardan birisi adeta öfkeden çılgına dönmüş; yüzü kıpkırmızı kesilmiş ve boynundaki damarlar şişip dışarı çıkmıştı. Hadiseye şahit olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), yanındakilere dönmüş ve:

– Ben bir söz biliyorum, eğer bu kişi onu söylerse, üzerindeki bu kızgınlık hali geçer. Eğer o, “Eûzü billâhi mine’ş-şeytânirracîm/İlâhi rahmetten kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım” derse, üzerindeki hâl kaybolur.” buyurmuştu. Bunun üzerine hemen harekete geçen bazı sahabiler, öfkeden kıpkırmızı kesilen bu adama gelip Allah Resûlü’nün tavsiyesini iletirler:

– İlâhî rahmetten kovulmuş şeytandan Allah’a sığın!” 

Bu hadisi ve hadiseyi bize aktaran sahabî Hazreti Süleyman İbn-i Surad (radıyallahu anh), Efendimiz’den aldığı hassasiyet gereği birbirine kötü söz söyleyen bu iki şahsın ismini tasrih etmemiş; “raculân/iki adam” diyerek müphem bırakmıştı.9 Burada da temel maksat sonrası itibarıyla tevbe etmiş bulunan bu insanların zihinlerde böylesi bir hadiseyle yer etmesinin önüne geçmekti. 

“Bir adam”

Müslüman olan insanlar, cahiliye günlerinde yapıp ettiklerini, İslamî hak ve hakikatlerle tartıyor ve vicdan azabı çekiyorlardı. O karanlık günlerde örf ve adetlerin etkisinde kalıp yaptıklarını Allah Resûlü’ne anlatıyor ve ne yapmaları gerektiğini soruyorlardı. Yine birisi gelmiş ve şunları anlatmıştı: “Biz Câhiliyye insanlarıydık; putlara tapar, çocukları öldürürdük. Benim bir kızım vardı. Anlayacak yaşa geldiğinde, onu çağırdığım zaman sevinerek koşa koşa yanıma gelirdi. Bir gün kendisini çağırınca peşimden geldi. Onu bize ait, uzak olmayan bir kuyuya götürdüm. Elinden tutarak kuyuya attım. Duyduğum son sözleri, “Babacığım, Babacığım!” çığlıklarıydı.” 

O bunları anlatırken Rahmet Peygamberi’nin mübarek gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Durumu fark eden birisi “Resûlullah’ı üzdün!” diyerek adama sitem etmişti. Bunun üzerine “Bırak kendisi için önemli olan şeyi soruyor.” buyuran Allah Resûlü, adama dönerek “Hâdiseyi yeniden anlat.” buyurdu. Maksadı, İslam ile gelen değişimi ve kazanılan güzellikleri orada bulunanlara hissettirmekti. Adam olayı yeniden anlatmış; Allah Resûlü de sakalı ıslanıncaya kadar ağlamıştı. Peşinden de adama “Allah, Câhiliyye döneminde yapılanları affetti. Sen iyi davranışlarına devam et.” buyurdu.10 

Anlatılan çok elim ve üzücü bir hadiseydi. Sahabe olayı aktarırken pişmanlık hisleri ve vicdan azabıyla Allah Resûlü’nün yanına gelen şahsın ismini ifşa etmemiş ve onun tarih boyunca cahiliye döneminde işlediği bu cinayetle anılmasının önüne geçmiştir. Ama İslam’dan önce kız çocuklarının yaşadığı dramı ve İslam’ın insanların kalplerinde ve hayatlarında meydana getirdiği büyük değişimi kaydetme adına sadece olayı aktarmıştır.

“Bir genç”

Allah Resûlü, ashabıyla birlikte Mescid-i Nebevî’de bulunuyorken içeriye birisi girer ve kendisine yaklaşır. Ardından mescittekilerin duyacağı şekilde “Ya Resûlallah! Zina edebilmem için bana izin ver!” der. Bu beklenmedik talep, şok etkisi yapar ve hazır bulunanlar, ilgili şahsı kınamaya ve bağrışmaya başlarlar. Fakat Allah Resûlü, sükûnetini muhafaza eder, onu rahat bırakmalarını söyler ve yumuşak bir ses tonuyla ondan karşısına oturmasını ister.  Sonra da ayrı ayrı “Annenle, kızınla, kız kardeşinle, halanla ve teyzenle zina yapılmasını ister misin?” diye sorar. O, “Kurbanın olayım Ya Resûlallah! Hayır, vallahi istemem.” cevabını verir. Allah Resûlü, “Diğer insanlar da anneleriyle, kızlarıyla, kız kardeşleriyle, halalarıyla ve teyzeleriyle zina yapılmasını istemezler.” buyurur. Peşinden elini onun göğsüne kor ve: “Ya Rabbi! Bunun günahını bağışla, kalbini temizle ve namusunu muhafaza et!” diye dua eder. İkna olan ve Rahmet Peygamberi’nin duasıyla hisleri sükûnete kavuşan şahıs huzur-u Nebevî’den ayrılır. 

Bu hadiseyi aktaran Hz. Ebû Ümâme (radıyallahu anh), tanıdığı halde ismini ifşa etmez ve “Bir genç/feten şâbben” tabirini kullanır.11 Böylece hayatı boyunca bir iffet abidesi olarak yaşayan, bizzat Allah Resûlü tarafından evlendirilen ve şehit düşünce “Benim kaybım!” diyerek anlatılan bu genci, yakınlarını ve arkadan gelen nesillerini rencide etmez. Ders ve ibret alınması için hadiseyi anlatmakla yetinir.

Netice

İnsanı, onun kalbini, onurunu ve geleceğini ilgilendiren her hususta çok dikkatli konuşan ve hareket eden Allah Resûlü’nün bu hali ve üslubu, ashâbına da etki etmiştir. Onlar da şahit oldukları ve duydukları hadiseleri, beyan ederken kelime seçimi hususunda çok titiz hareket etmişlerdir. Böylece hiç kimse rencide edilmemiş; setredilen isimlerin arkadan gelen nesilleri, toplum içerisinde atalarının yaptığı şahsi hataların yükünü taşımak zorunda bırakılmamıştır. Aynı zamanda hadiseleri okuyanlar ve anlatanlar da gıybete girme riskinden kurtulmuşlardır. 

İlerleyen zaman diliminde ilim adına hadiselerin peşine düşen şarihler, müphem bırakılan isimleri ortaya çıkarmış olsalar da bu, sahabenin üsluptaki hassasiyetine zarar vermez. Bizler için rehber konumunda bulunan, Allah’ın rızasına nail olmuş bu nadide insanların, takındıkları hassasiyetleri örnek almak ve başkalarıyla alakalı konuşurken belli kriterler çerçevesinde hareket etmek, yazarken ve konuşurken temel bir ölçü olmalıdır. Zira mü’min, insan/larla ilgilenir; problemli söz, fikir ve fiillerle uğraşır. O insanın değil ondaki kötü vasıfların düşmanıdır. Hedefi de muhatap olduğu insanı bitirmek, itibarsızlaştırmak değil onu bu vasıflarından kurtarıp ahlak-ı hasene ve hak ile donatmaktır.

Dipnot:

  1. Buhârî, Menâkıb 25; Müslim, Salât 119
  2. Ebu Dâvud, Edeb 5
  3. Hucurât Sûresi, 49/12
  4. Müslim, Birr ve Sıla 30
  5. Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58
  6. Buharî, Bedü’l-Vahy 1; Müslim, İmare 155; Ebû Davud, Talak 11
  7. Buharî, Meğâzî 79; Müslim, Tevbe 53
  8. Buharî, Cenâiz 32, 43, Ahkâm 11; Müslim, Cenâiz 14, 15
  9. Buharî, Bedü’l-halk 11; Edeb 44, 76; Müslim, Birr 109
  10. Dârimî, Mukaddime 1
  11. Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 36/545 (22211)
1 yorum
  1. […] huzuruna çıkar, isim vermeksizin, ya “Bana ne oluyor ki sizi şöyle şöyle görüyorum.”1 ya da “Bazılarına ne oluyor ki böyle yapıyor/şöyle söylüyor…”2 buyurur ve problemi, […]

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.