Öfkeye Hakim Olmanın Nebevî Yolları (2)

1.528

İnsanın imtihana tabi tutulduğu duygularından birisi de kuvve-i gadabiyyedir. Bu duygu kontrol altına alınıp hayra yönlendirilemezse insanın başına şahsî, ailevî ve içtimâî hayatta çok büyük gaileler açabilir. Dolayısıyla öfke, insanı kontrol altına almadan, insan öfkesini kontrol altına almalı ve onu, doğru ve güzel davranışa dönüştürmeye çalışmalıdır. Aksi takdirde insana, mukaddesatını, kendisini, yakınlarını ve malını müdafaa için verilen bu duygu, dengeli bir şekilde kullanılamazsa bir anda hayatî bir problem kaynağı haline gelebilir. İnsanı içinde yaşadığı çevreden tamamen kopararak yalnızlaştırabilir. Bundan dolayı öfkeye hâkim olunarak onun hayra yönlendirilmesi hayatî bir meseledir. Bu noktada Kur’ân ve Sünnet’te müminlere bir yol haritası çizilmiş ve temel bazı ilkeler vazedilmiştir. 

Abdest Almak

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir nurlu beyanında “Öfke şeytandandır. Şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Ateşi söndüren de sudur. Onun için, biriniz öfkelenince hemen abdest alsın!”1 buyurur. Dolayısıyla bir kimse işin başında öfkesine hâkim olmazsa içine şeytan girer ve damarlarında dolaşan kan gibi dolaşmaya başlar. Onun aklını ve şuurunu esir alır. Kalbini, vicdanını ve insafını devre dışı bırakır. Böylece o tamamen şeytanın hakimiyetine girer. Şeytan istediği gibi onu yönlendirir ve telafi edilemeyecek kırıcı ve yıkıcı davranışlara sürükler. Hatta şeytan böyle bir öfkeyle, insanı dininden ve imanından bile uzaklaştırabilir.

Bir de vücutta statik bir elektrik dengesi vardır. Öfkelenince vücuttaki elektriksel yük, normalin dört katına çıkar ve bu hassas denge bozulur. İşte tam bu esnada insan, alacağı bir abdest ya da gusülle, hem vücudun elektriksel gerilimini azaltır hem de şeytanın kendisine yaptığı telkinlerden kurtulma imkanı bulur. Bir taraftan abdestle maddi kirlerinden arındığı gibi diğer taraftan şeytanın ve nefsin ortaklaşa kendisini sevk etmeye çalıştığı kötü duygu ve düşüncelerinden de arınmaya başlar. Abdest alırken okuyacağı dualar hatta sadece abdest alma şuuru bile aklını, kalbini Rabbine bağlar ve duygularına güzel düşünceleri aşılar. Ardından bir de iki rekât nafile namazla kalplerin hakiki sahibine yönelebilir ve içini O’na dökerse, his dünyası itibariyle azar azar gevşemeye ve psikolojik olarak rahatlamaya da başlar. Öfkeyle çözemediği problemini, Rabbini hatırlamakla ve anmakla çözer.  Zira “Kalpler, ancak Allah’ı zikirle itmi’nana, sukûna ve huzura erer!”2 Zikirle, Allah ile beraberlik şuuruna ulaşan kimse, sonunda bu ilahi murakabe altında daha itidalli hareket eder. 

Allah’a Sığınma: İstiâze

İnsan, öfke duygusuyla imtihan edildiğinde takip edeceği Nebevî bir yol da istiâze, yani kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınmasıdır. Muaz İbn-i Cebel’in (radıyallahu anh) anlattığına göre iki kişi Peygamber Efendimiz’in yanında birbirleriyle tartışmaya başlamış ve karşılıklı birbirlerine hakaret etmişlerdi. Hatta bunlardan birinin gözleri kızarmaya ve şah damarı da şişmeye başlamıştı. Bunun üzerine Allah Resûlü (aleyhi’s-salatü ve’s-selam): “Ben bir kelime biliyorum ki eğer şu kimse onu söylese bu hâl ondan gider. O kelime: “Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım!” sözüdür, buyurdu.”3 Demek ki öfke anı, öfkelerin kusulacağı bir an değil Allah için öfkelerin yutulup, şeytanın şerrinden Rahmeti Sonsuza sığınılacağı andır. Başka bir ifadeyle öfke anı, şeytanın ve onun ortağı nefsin şerrinden Allah’a sığınma vaktinin girdiği andır. İnanarak ve samimiyetle bunu uygulayan kimse hem öfkesine hâkim olur hem de o anı ibadete çevirmiş olur. Bu ruh hali de onun duygularının yatışmasına ve konuşacaksa daha yapıcı konuşmasına şayet bir şey yapacaksa daha dengeli davranmasına vesile olur.

Hal ve Durum Değişikliği

Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem), bir nurlu beyanlarında, “…Öfke, insanoğlunun kalbinde bir ateş korudur. Öfkelenen kimsenin gözlerinin kızarıklığını ve boyun damarlarının şişdiğini görmediniz mi? Kim kendisinde böyle bir hal hissederse yere yapışsın, otursun..”4 buyurmaktadır. Bu aslında insanın içinde bulunduğu durum ve konumunu değiştirmesi demektir. Peygamber Efendimiz, öfkeden kurtulma adına bu vesileyi şöyle açıklamaktadır: “Biriniz öfke anında ayaktaysa hemen otursun. Öfkesi giderse iyi, gitmezse hemen yatsın.”5 Zira bu pozisyon değişiklikleri, insan psikolojisini müspet etkileyecek, rahatlatacak ve öfkeye hâkim olmayı kolaylaştıracaktır. Aksi takdirde ayakta olan ve kendisinde öfkesini gerçekleştirme gücü hissseden kimse bir de karşı tarafı zayıf görüyorsa şiddete başvurabilir. Fakat böyle bir kimse oturursa eline hâkim olma ve kendisine düşünme fırsatı vermiş olur. Bununla öfkesi biraz daha yatışabilir. Eğer içinde öfke duygusu hala kendisini tahrik ediyorsa bir miktar uzanmak hatta uyumak da iyi gelecektir.  

Bu anlamda bazen mekân ve meşguliyet değiştirme de faydalı olacaktır. Zira insanın kendisini öfkelendiren söz ve davranışların bulunduğu ortamdan, işten ve şahıslardan uzaklaşması tabiatıyla sakinleşmesini netice verecektir. Böylece insan kendini dinlemeye ve muhasebe yapmaya başlayacak, bununla öfkesinin altında yatan gerçek sebebi ya da düşünceyi bulmaya çalışacaktır. Duygularının tesirinden kurtulacak; akıl, mantık ve kalbin bakışıyla meseleyi tefekkür etme ve ele alma imkanına kavuşacaktır. Diğer taraftan mekân değişikliği ile hem kendisinin hem de muhatabının öfkesinin kontrolden çıkmasına da izin vermemiş olacaktır. Duyguları yatıştıktan sonra ise döndüğünde meseleyi istişare zemininde ele alıp konuşma ortamını daha da hazır bulacaktır.

Öfkeyle Karar Vermemek

Peygamber Efendimiz’in idarecilikte ve insanî ilişkilerde temel ilkelerinden birisi de iki kişi arasında asla öfkeyle karar vermemesidir. Zira o esnada insanın sağlıklı düşünmesi ve hakka/adalete uygun karar verebilmesi mümkün değildir. Allah Resûlü’nün ümmetine tavsiyesi de daima bu istikamette olmuştur: “Hiçbir hakim, iki kişi arasında öfkeliyken karar vermesin!”6 Bu ilkeyi eşleriyle münasebetlerinde de bırakmayan Allah Resûlü (aleyhi’s-salatü vesselam), onlara karşı öfkesine kapılarak söz söylememiş ya da haklarında öfkeyle karar vermemiştir. Zira Efendimiz, duygularına göre değil her halükârda adaletten ayrılmama prensibine ve tamamlamak üzere gönderildiği yüce ahlaka göre hareket etmiştir. 

Söz söylemişse Hak için söylemiş, susmayı tercih etmişse Allah için susmuştur. Bu durumlarda O, sadece kendisini değil mübarek eşlerinin içinde bulunduğu ruh hallerini, psikolojilerini de dikkate almıştır. O’nun, Hz. Âişe validemize söylediği şu cümleler bunun apaçık bir göstergesidir: “Ya Âişe! Ben, senin bana kızdığın ve benden hoşnut olduğun zamanları biliyorum” Bunun üzerine Hz. Aişe validemiz: “Bunu nereden anlıyorsunuz?” diye sordum. Resûlüllah bana: “Ya Aişe! Benden hoşnut oldun mu ‘Hayır! Muhammed’in Rabbine yemin olsun!’ diyorsun. Bana öfkeli olunca: ‘Hayır! İbrahim’in Rabbine yemin olsun!’ diyorsun.” buyurdu. Ben: ‘Doğru, ey Allah’ın Resûlü! Ben sadece senin adını terk ederim?’ dedim.”7 İşte imanın ve İslam ahlakının mümine kazandırdığı söz ve davranış güzelliği budur. Yüce Resûl’ün ifadesiyle “..ya hayır konuşur ya da susar.” Öfkeli bile olsa diline hâkim olur, konuştuğunda ise haktan ayrılmaz. Bir şey söyleyecek ya da anlatacaksa da saygı sınırlarını ihlal etmez, gönül kırmaz.  

Susmayı Başarmak

Öfke kontrolünde Allah Resûlü’nün tavsiye ettiği önemli bir esas da susmayı bilmektir: “…Sizden Allah’a ve ahirete iman eden bir kimse ya hayır söylesin ya da sussun.”8 Zira öfke anında susup bir müddet beklemek, duyguların yatışmasına ve insanın sakinleşmesine iyi gelecektir. Allah Resûlü’nün verdiği yukardaki ölçü, asıl öfke anında uygulanması gerekli bir ilkedir. Dolayısıyla İslam ahlakına sahip bir kimse, ya güzel söz söylemeli ya da öfke anında buna muvaffak olamıyorsa sünnete uyarak susmayı tercih etmelidir. Çünkü bir kimse öfkesini, ancak sükût ve sükûnetle teskin edebilir.  Aksi takdirde insan, hem dünya hem de ahiret saadetini kaybetmesine sebep olacak sözler sarf edebilir. 

Peygamber Efendimiz bir hadislerinde öfke anında susmayı, kolaylaştırma prensibiyle de irtibatlandırarak şöyle tavsiye etmiştir: “Öğreten olunuz, kolaylaştırınız ve zorlaştırmayınız. Sizden birisi öfkelendiğinde sussun.”9 Bu irtibat birçok nükte ve hikmeti içinde barındırmaktadır. Buna göre öfkeliyken susan işini kolaylaştırmış, susmayı başaramayan ise zorlaştırmış olur. Zira susmayı başaramayanların öfkeleri, daha da katlanır ve sonunda öfke ateşi, kendilerini ve çevrelerini de yakabilir. Çünkü öfkeler katlandıkça insanların girdiği kul hakları ve işledikleri zulümler de o oranda artacaktır.

Bir de öfkeli insan, genellikle düşünmeden yargılama ve karar verme eğilimindedir. Onun için öfke anında susabilmek, kişiye söylenilecek sözün ya da gösterilecek tepkinin üzerinde düşünme imkanını verecektir. O esnada karşı taraf konuşuyorsa onu dinleme ve anlama zemini de hazırlayacaktır. Bu sessizlik, doğuracağı sulh ortamıyla öfkeleri kontrol altına alacak daha sonrasında ise kendini daha doğru ve isabetli ifade edebilme imkânı verecektir. Bu açıdan da öfke kontrolü için susabilmek önemli bir hikmettir.

Allah Resûlü’nün, Hz. Aişe validemizle yaşadığı şu olay da öfke anında muhatapların susmasının nasıl bir hikmeti olduğunu anlama adına manidardır. Hz. Safiyye validemiz bir defasında özel bir yemek yapmış, bir tabak da o akşam Hz. Aişe validemizin yanında geceleyecek olan Efendimiz’e göndermişti. O an Hz. Aişe validemizi kıskançlık duyguları sarmış hatta titremeye başlamıştı. Bu öfkeyle ayağa kalmış ve hizmetçinin elinden aldığı tabağı yere çalmıştı. Bu tabloyu seyreden Allah Resûlü ise onun bu öfkesi ve hareketi karşısında susmuştu. Zira konuşsa Hz. Âişe’nin o anki psikolojisi konuştuklarını dinlemeye ve anlamaya müsait değildi. Bir de o an konuşsa hislerine kapılarak rencide edici bir söz söyleyebilirdi. Fakat O, insanlığa gönderilmiş En Güzel Örnek olarak iradesinin hakkını vererek sükût buyurdu. 

O’nun bu sukûtü bile çok şey anlatmaya yetmişti. Onun sabrı, hilmi ve şefkatli bakışları karşısında mahcup olan Hz. Aişe validemiz dersini almış ve biraz sonra yaptığından pişmanlık duymaya başlamıştı. Sabır, sükût ve şefkat, onun duygularını da yumuşatmış ve kendisine doğru yolu göstermişti. Artık içindeki öfkeyi kontrol altına almış ve yaptığı bu işin keffaretini sormaya başlamıştı. Efendimiz de mütebessim bir çehreyle ona, ‘Kırılan tabağa karşı tabak ve dökülen yemeğe bedel misliyle yemek!’ buyurmuştu. O bu hikmetli yaklaşımıyla hem Hz. Aişe validemizi öfkesinden arındırmış hem de Hz. Safiyye ile hediyeleşmelerini temin ederek aralarında bir ünsiyet oluşmasına vesile olmuştu.10

Susamayacaksa İsabetli Bir Sözle Karşılık Vermek

Öfkeli bir kimse, çoğu zaman derecesine göre çevresini görmez, duymaz ya da görüp duymak istemez. O an adeta herkes ve her şey durmalı/susmalı ve onu dinlemelidir. Böyle bir kimse o esnada adeta herkesten bir huşu ve sukût bekler. Dolayısıyla böyle bir kimseye hak da olsa bir şey söylemek ya da ona cevap vermek çoğu zaman onu sakinleştirmez bilakis öfkesini daha da alevlendirir. Bu durumda yapılacak en güzel ve isabetli davranış susmak ya da susulamayacaksa, ortamı ve muhatabı sakinleştirecek en yapıcı, en hikmetli cevabı bulup verebilmektir.

Hz. Aişe validemizin anlattığı bir hadise bu mevzuda çarpıcı bir misaldir: “Peygamberimiz’in hanımları arasında Hz. Hadice’yi kıskandığım kadar hiç kimseyi kıskanmıyordum. Halbuki ben Hz. Hadice dönemine yetişmemiştim. Fakat Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) her kurban kestiğinde, mutlaka Hz. Hadice’nin arkadaşlarına gönderilmesini isterdi. Bir gün yine kurban kesilmiş ve Hz. Hadice’nin arkadaşlarına et gönderilmesini söylemişti. Bunun üzerine dayanamamış ve öfkelenmiştim. Bir de artık, ‘Dünya da başka kadın yokmuş gibi Hadîce, Hadîce!’ (deyip duruyorsun) diye de söylenmiştim.”

Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Aişe validemizin bu çıkışına kızabilir hatta öfkeyle söylenen bu söz karşısında misliyle karşılık verebilirdi. Ancak Efendimiz, o an eşinin kıskançlık duygularına kapılıp öfkelendiğini görmüş, bunu onun tabiatının bir parçası kabul ederek anlayışla karşılamıştı. Öfkeye karşılık öfkeyle mukabelede bulunmak aralarındaki iletişime daha da zarar verebilirdi. Bundan dolayı Allah Resûlü hem ona hem de onun şahsında bütün ümmetine öfkeye hakimiyet dersi vererek sözlerin en güzelini söylemişti. Öyle bir söz söylemişti ki hem Hz. Hadice’nin hakkını vermiş hem de eşi Hz. Aişe’nin gönlünü yumuşatmıştı: “Şüphesiz Ben, onun sevgisiyle rızıklandırıldım…”11 

Dolayısıyla öfkesine kapılarak bir söz söyleyen kimseye karşı hikmetli davranış ona itfaiyeci gibi yaklaşmaktır. Yani ateşin üzerine körükle gitmemektir. Unutulmamalıdır ki öfkeyi kusmak mesuliyet olduğu gibi başkasını öfkelendirmek ya da öfkesini artırmak da mesuliyettir. Ailevi ilişkiler açısından meseleyi değerlendirdiğimiz de ise eşler, birbirini pekâlâ iyi tanır. Öfkeli anındaki davranışlarını, öfkesinin sınırlarını o anki iradesinin zafiyet ya da dayanıklılığını az-çok bilir. Herkes bu bilgisine ve Sünnet’te kendisine verilen ölçülere göre hareket eder birbirinin öfke duygusuyla imtihanını ağırlaştırmazsa iletişim yolları daha da hızlı açılır. Böylece insan öfke ile imtihanında hem kazanır hem de kazandırır. 

Kazanacaktır, zira böyle bir kimse Allah için susmayı ya da yapıcı konuşmayı tercih edip diline ve davranışlarına hâkim oldukça öfkesini de yutmuş olacaktır. Yuttuğu ölçüde sahip olacağı fazilet de onu kul hakkına ve buna bağlı çeşitli günahlara/zulümlere girmekten alıkoyacaktır.  Kazandıracaktır, çünkü böyle bir mümin, karşı tarafın da öfkesine kapılmasına ve buna bağlı çeşit çeşit kul haklarına girmesine mâni olmuş olacaktır. Bundan dolayıdır ki Allah Resûlü: “Hiçbir kul, Allah katında, O’nun rızasını gözeterek öfkesini yutmasından daha faziletli bir lokma yutmuş değildir.”12 buyurmuştur. Mütefekkirlerimiz de “Nefisler hiddetle değil, sukûnetle teskin olur!” demişlerdir.  

“Sana da Selam Olsun!” Diyebilmek

İnsanın öfkeyle imtihanını aşabilmesinde Kur’ân’ın öğrettiği yöntemlerden birisi de selam ilkesidir. Daima selam öncelikli söz ve silm öncelikli davranabilmektir. Bu anlamda Rahman’ın kulları olarak vasıflandırılan kimseler anlatılırken ilk özellik olarak onların tevazu sahibi oluşları ve kendilerine cahilâne hitap edenlere karşı duruşları nazara verilir: “Rahman’ın has kulları o kimselerdir ki onlar yerde tevazu ile yürürler. Cahiller kendilerine yakışıksız bir şekilde hitap ederse onlara karşı gayet ağır başlı ve yumuşak davranır, ille de bir şey söyleyeceklerse kimseyi incitmeden, ‘selam olsun size ya da size selâmet dileriz!’ der, geçerler.”13 

Kendileri silm/sulh üzere yürüdükleri gibi muhataplarını da silme, hayra ve esenliğe davet ederler. Yine Furkan Sûresi’ndeki bir ayette ifade edildiği üzere “boş bir söze muhatap olduklarında ya da maddî-manevî faydasız bir işe rastladıklarında oradan yüzlerini çevirip vakarla uzaklaşırlar.”14 Yani ne olursa olsun onlar, kendilerine yakışan tavır ve davranışlardan ödün vermez, öfkelerine kapılıp mağlup olmaz ve vakarlarını da bozmazlar. Bu vakarlı ve onurlu duruş ilkesi de öfkelere hâkim olma da ve ilişkilerde seviyeyi düşürmemede önemli bir dinamiktir. 

Alacağı Mükafatı Düşünmek 

Mü’minler, ahirette kendilerine ihsan edilecek mükafatı da düşünerek gadap duygusuna hâkim olup onu hayra yönlendirebilirler. Bu çerçevede yukarıda belirttiğimiz hususların yanında Allah Resûlü’nün şu müjdesi de önemli bir vesiledir: “Öfkesinin gereğini yerine getirebilecek gücü olduğu halde öfkesine hâkim olan kimseyi, Allah (celle celaluhu), kıyamet günü mahlukatın başları üzerinde davet eder ve onu cennetine alır…”15

Dolayısıyla kadın erkek hiçbir mümin, hem dünyada Allah’ın sevgisini kazanmak hem de ahirette adeta özel ağırlanma imkanını elde etmek varken nefs-i emmaresine uyup öfkesine kapılmaz. Şûra Sûresi’nde ifade edildiği gibi: “Onlar, büyük günahlardan ve hayasızlıktan kaçınırlar öfkelendiklerinde dahi bağışlarlar!” emrine imtisal eder ve zayıflıktan ya da korkaklıktan dolayı değil sırf Allah için öfkesine, kinine, gayzına ve intikam duygularına hâkim olur. Bununla yetinmez bir de affı ve bağışlamayı şiar edinir. Hiç kimse yaşamasa ve yaşatmasa bile o, bu ilahi emri ve unutulmuş sünneti, şahsî, ailevî ve sosyal hayatında yaşayarak Rabbinin hoşnutluğuna talip olur. Bu salih amelle hem dünya hem de ahirette Rabbinin rızasına ve hususi teveccühüne mazhar olur.  

Sonuç 

İnsanî açıdan baktığımızda öfkelenmek her ne kadar yaratılışımızın gereği gibi düşünülse de ona hâkim olmaya çalışmak da akıl, iman ve güzel ahlak sahibi olmamızın gereğidir. Zira her insana öfke duygusu verildiği gibi bu menfi duygusuna hâkim olabileceği kabiliyet ve donanım da verilmiştir. Yeter ki öfke duygumuzu kullandığımız kadar onu kontrol altına almayı da düşünelim. Öfke halinde dilimizi ve elimizi kullanmayı düşündüğümüz kadar onun yerine irademizi, imanımızı, teslimiyet şuurumuzu ve Kur’ân ve Sünnet’in bize öğrettiği temel ölçüleri kullanmayı düşünelim. Kaldı ki kızmak, insanın akıl, şuur ve iradesini zayıflatacağı için kızgınlık anında kişinin doğru düşünmesi, doğru konuşması ve isabetli davranışlarda bulunması da mümkün değildir. Böyle bir kimse duygu planında dengeyi kaybettiğinden dolayı isabetli ve itidalli düşünemeyecek buna bağlı olarak da konuştuğunda karşı tarafa hakaret edecek belki de bununla yetinmeyip fiili saldırıda bulunacaktır. Buna karşılık ise Allah ve Resûlü’nün yukarıda belirttiğimiz tavsiyelerine uyan kimseler, kuvve-i gadabiyye duygularını hayra yönlendirecek ve bir öfke anını ibadete çevirerek hem dünya hem ahirette kazançlı çıkacaklardır.

Yazar: Dr. Selim Koç

Dipnot:

  1. Ebû Dâvud, Edeb 3
  2. Ra’d Sûresi, 13/28
  3. Buharî, Edeb 76; Müslim, el-Birr ve’s-sıla ve’l-Âdâb 30 (2610);Tirmizi, Daavat 53
  4. Tirmizî, Fiten 25, (2191)
  5. Ebû Dâvud, Edeb 4
  6. Bkz. Buharî, Ahkam 13 (7158)
  7. Buhari, Nikâh 108, Edeb 63; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 90
  8. Buharî, Nikah 80, Edeb 31, Rikâk 23; Müslim, İman 74,75
  9. Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, I/239
  10. Nesaî, İşretu’n-Nisa 4; Ebu Davud Buyu’ 91
  11. Müslim, Fedâil 12 (2435); Buharî, Menâkıbu’l-Ensâr 20 (3818)
  12. Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, II/128
  13. Furkan Sûresi, 25/63
  14. Bkz. Furkan Sûresi, 25/72
  15. Tirmizî, Birr 74 (2022); Ebu Davud, Edeb 3 (4777)
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.