MİSAFİR, EV SAHİBİNE EMANETTİR
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse misafirine ikram etsin. Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse akrabasına iyilik etsin. Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse ya faydalı söz söylesin veya sussun!”1
Dünya, bir taraftan dolarken diğer taraftan boşalan bir han bir misafirhanedir. Allah, ebedi hayatın kazanılacağı bu misafirhaneyi, değerli misafirlerini güven içinde en güzel ağırlayabileceği şekilde sapasağlam bir planda yaratmıştır:
“O Allah ki yeryüzünü size güven ve itmi’nan içerisinde dinlenebileceğiniz rahat bir döşek, göğü de sizi her türlü tehlikelerden koruyacak bir kubbe/tavan yaptı…”2 O, mükerrem/değerli misafirlerinin güvenliğini ve rahatını sağladığı gibi rızıklarını da düşünmüş; yeryüzünü zengin bir sofra olarak önlerine sermiştir: “…Sizi en güzel şekilde ağırlamak için de gökten yağmur indirip, onunla size rızık olarak topraktan çeşit çeşit meyveleri/ürünleri çıkardı. Öyleyse siz gerçeği bilip dururken/görüp yaşarken sakın Rabbinize eş koşmayın.”3
Bu açıdan Kur’ân ayetlerine bakıldığında genellikle emniyet ve rızık nimetleri hep bir arada zikredilir ve O’nun misafirlerine maddi-manevi sonsuz ikramlarına özellikle dikkat çekilir:
“Gökleri, gördüğünüz herhangi bir direk olmaksızın yarattı, sizi sarsmasın diye yeryüzüne haşmetli sabit dağlar yerleştirdi ve orada her çeşit canlıyı yaydı. Bir de, gökten su indirdik de orada renk, koku, tat bakımından türlü türlü o güzel bitkilerden çift çift yetiştirdik.”4 “Allah, sizi sarsmaması/rahatınızı kaçırmaması için yeryüzüne sağlam, sarsılmaz dağlar çaktı; yolunuzu bulabilmeniz için de ırmaklar ve yollar açtı.”5
Bu yönüyle Kur’ân, Hz. Nûh aleyhisselam’ın dilinden Rabb’imizi “Hayru’l-münzilîn” yani “misafirperverlerin en hayırlısı/en iyisi” olarak tanıtır:
Konukseverlerin En Hayırlısı
Hz. Nûh (aleyhisselam), yılmadan ve usanmadan büyük bir sabır, ümit ve metanet içerisinde dokuz elli yıl kavmine tebliğde bulunur ancak kendisine çok az bir topluluk iman eder. Büyük bir çoğunluk ise iman etmediği gibi ona mecnun der, yalancılıkla itham ve taşlamakla tehdit eder. Bunlarla yetinmez bir de Hz. Nûh’tan gücü yetiyorsa kendilerini tehdit ettiği azabı getirmesini isterler. Bunun üzerine Hz. Nûh iman etmeyecekleri kesinleşen bu kimselerin helak edilmelerini ister. Hz. Nûh kendisine emredildiği gibi bir gemi yapar ve iman edenleri içine alır. Ardından gelen sel ve tufanla kafirler helak edilir. Geriye sadece gemide koruma altına alınan müminler kalır.6
Tufanın sonuna doğru ise Hz Nûh’a şöyle dua etmesi öğretilir: “De ki ey Rabbîm! Beni güvenli ve bereketli bir yere kondur/indir. Çünkü sen konuk edenlerin/konukseverlerin en hayırlısı, en iyisi, en mükemmelisin.”7
Hz. Nûh, hem şahsı hem de beraberinde bulunan kendisine emanet yolcuların/misafirlerinin adına yaptığı bu duada onların güvenliğini düşünür. Geminin sağ-salim güvenli bir mekana/limana kondurulmasını isterken aynı zamanda kendilerinin de maddî-manevî bereketli bir coğrafyaya yerleştirilmelerini de talep eder. Bu isteğini Rabb’ine arz ederken de O’nun “misafirperverlerin en iyisi/hayırlısı/cömerdi” olduğunu ifade eder. Bununla bütün müminlere bir yere yerleşmeyi düşündüklerinde ya da orada misafir olarak bile kalmayı düşündüklerinde bu duayı yapmalarını öğretir.
Aynı zamanda bütün inananlara bu vasıfla muttasıf olmayı yani “misafirperverlerin en iyisi olma” hedefini de gösterir. Nitekim Hz. Yusuf (aleyhiselam), kendisini tanımayan kardeşlerinden, daha fazla erzak almaları için baba bir kardeşleri Bünyamin’i de getirmelerini isterken kendisinin bu vasıfla muttasıf, çok konuksever biri olduğunu özellikle nazara verir: “Sonunda Hz. Yûsuf onların yüklerini hazırlayınca dedi ki: ‘Bana, babanızdan bir erkek kardeşinizi Bünyâmin’i de getirin! Görmüyor musunuz, doğrusu ben ölçeği adam başına tam olarak veriyorum ve kardeşinizin payını da vermekle ben misâfirperverlerin en hayırlısıyım.’ dedi.”8
Dolayısıyla ilahî ahlakla ahlaklanmanın gereği bütün peygamberler misafirperver ve bunun bir yansıması olarak da onlar misafirlerini koruyan; emniyet ve güvenliğini de düşünen/temin eden kimselerdir. Onlara iman eden müminler de onlara tabi olarak bu misafirperverlik örneğini en güzel şekilde yaşayan ve yaşatan topluluklardır.
Medine’ye Girerken Allah Resûlü’nün Duası
Hz. İbrahim başta olmak üzere bütün peygamberlerden gelen bu sünnet/ilahi ahlak, Cahiliye Arap toplumunda da devam ettirilen güçlü bir gelenekti. Onun için Arap kabileleri arasında misafirperverlik şeref ve asaletin gereği sayılır bununla övünürlerdi.9
Bu güzel adetin bir yansımasıdır ki Allah Resûlü (sallallahu aleyhi vesellem) hicret yolculuğunda Kuba’dan, Yesrib’e/Medine’nin içine doğru ilerlerken geçtiği her kabile, bineğinin yularından asılıyor “Ya Rasûlallah! Biz sayıca daha kalabalık ve silah olarak da çok güçlüyüz. Seni en iyi en güvenli şekilde biz misafir ederiz.” diye ısrar ediyor; şayet kendilerine misafir olursa -her ne pahasına olursa olsun- O’nu düşmanlarına karşı koruyacaklarına dair söz veriyorlardı.
Peygamber Efendimiz ise onların bu misafirperverlik yarışını takdir ediyor ve onlara hiç kimsenin kırılmayacağı bir çözümü öneriyordu: “Devemi salın. Zira o bir memurdur, emredildiği yere doğru gidecektir.” Onun için artık herkes deveyi gözlüyor nereye çökeceğini merak ediyordu. Bu esnada ise Allah Rasûlü, bineğinin yularını serbest bırakmış ve dilinde Hz. Nûh’un, tufan sonrasında gemisine emniyet ve bereket dolu bir yer ararken yaptığı yukarıdaki duayı tekrar ediyordu: “Ya Rabbi! Beni mübarek, bereketli, güvenli bir yere indir/yerleştir. Çünkü Sen, konuk edenlerin en hayırlısı, en mükemmelisin.”10
Zaten O, hicret yolculuğunun başında Mekke’den çıkarken de Rabb’ine el açıp şöyle yalvarıp/yakarmıştı: “Rabbim! Dürüst olarak yiğitçe girilmesi gereken yere (Medine’ye) emniyetle/güven içerisinde girmemi sağla. Yine dürüst olarak yiğitçe çıkılması gereken yerden (Mekke’den) selametle çıkmamı temin et. Bana kendi katından zalimlere karşı mücadelede beni -ve bütün müminleri- destekleyen yardımcı bir güç, bir kudret bahşet.”11
O’nun bu istikamette aldığı tedbirler/fiilî dualar ve yakarışlarına Allah’ın bir ihsanıdır ki, düşmanlarının, başına yüz deve ödül koymalarına ve yaman takiplerine rağmen sağ-salim Medine’ye ulaşmış ve çok kısa zamanda Rabb’inden istediği gibi bu şehir onun için berektli/emin (harem) bir beldeye dönüşmüştü. Rabb’i bu kutlu yolcuyu bereketli/güvenli bir şehre yerleştirmiş ve koruma altına almıştı. Bineği Kasva’nın da çömeltildiği yeri ertesi gün satın aldırmış ve hemen mescidinin/eğitim merkezinin temelini attırmıştı. Hicretin ilk günlerinde temelleri takva üzerine atılmış bu Mescit de O’nun, Rabbinden istediği gibi bereketin kaynağı olmuş; İslâm bu kutlu/mübarek mekanda güçlenmiş ve bütün dünyaya yayılmıştı. Bugün yeryüzünün en nurlu ve bereketli bir şehri olan “Medine-i Münevvere”, “Kabe”den sonra dünyanın en faziletli mescidi olan Mescid-i Nebevî ve yine bugün müntesipleri iki milyarı aşan İslâm dünyası, O’nun kabul edilmiş bu dualarının tecessüm etmiş halidir.
Hz. Lût’un, Misafirlerini Koruma Mücadelesi
Hz. İbrahim’e misafir olan ve ailesini müjdeleyen melekler ayrılmaya niyet edince bu sefer onlara “Ey elçiler! Başka ne istiyorsunuz, ne işiniz var?”12 diye sordu. Melekler kendisine “Haberin olsun! Aslında ‘Biz, suçlu-günahkâr bir topluma ilâhî azabı tattırmak için gönderildik. Tabii ki Lût ve ailesi bunun dışında onların hepsini kurtaracağız. Yalnız Lût’un karısı hariç; onun helak edileceklerden olmasını kararlaştırdık.’ dediler.”13
Bunun üzerine Hz. İbrahim misafir meleklere Lût kavmi konusunda ısrarla yalvarmaya başlar.14 “Çünkü İbrahim, insanlara karşı çok yumuşak ve yufka yürekli idi ve kendini Allah’a adamış biriydi.”15 Ancak melekler “Ey İbrahîm! Bu konuda bize yalvarmaktan vazgeç! Çünkü Lût kavminin helak edileceğine dair Rabbi’nin kesin emri gelmiştir. Artık onlar önlenmesi mümkün olmayan/karşı konulamayacak kesin bir azaba mahkum olmuşlardır.”16 der. Onların bu açıklaması üzerine Hz. İbrâhim artık bir şey yapılamayacağını anlar ve Rabb’inin hükmüne boyun eğer ve teslim olur.
Hz. İbrâhim’le vedalaşan melekler, onun yanından kalkıp Hz. Lût aleyhisselam’ın yanına gelince Hz. Lût, onları insan sanar ve sapkın olan kavminin kendilerine saldırıp zarar vereceklerinden korkar: “Elçilerimiz Lut’a gelince onlar yüzünden kaygılandı. Onlar için göğsü daraldı/ne yapacağını bilemedi ve ‘Bu, çetin bir gündür!’ dedi.”17
Derken çok geçmeden de Hz. Lût’un yanına gelen misafir gençlerden haberi olan kavminden bir grup da çıka gelir: “Esasen kötü işler yapagelen halk, kötü niyetle koşa koşa Lût’a geldiler. Lût: ‘Ey halkım! dedi, işte benim ve ümmetimin kızları! Onlar, sizin için nikâh akdi ile daha temiz, şaibeden daha uzaktır. Öyle ise Allah’tan korkun, emirlerini, çiğnemekten sakının da, bari misafirlerimin yanında beni rüsvay etmeyin! Yok mu içinizde aklı başında bir adam?’ dedi.”18
“Buna karşılık da onlar ‘Sen de pek iyi bilirsin ki senin kızlarında hakkımız ve onlarla hiç bir alâkamız, yani onlarda gözümüz yoktur.. Zaten sen bizim ne istediğimizi pekâla biliyorsun!’ dediler.”19 Bu gözü dönmüş topluluğun istekleri karşısında çaresiz kalan Hz. Lût, (aleyhisselam) misafirleri hakkında endişeye kapıldı ve bu söz dinlemez gürûha “Keşke, size karşı yetecek bir gücüm olsaydı veya pek sağlam bir kaleye sığınabilseydim! dedi.”20
Zira Hz. Lût, bu şehre sonradan yerleşmiş bir yabancı olduğu için onu koruyacak ve ona destek olacak kabile desteğinden mahrumdu.
Misafirlerine zarar geleceği ve onları koruyamayacağı endişesi/hüznü onu ciddi manada düşündürürken melekler imdadına koşar ve gerçek kimliklerini ve ona geldikleri vazifeyi de bildirerek açıklarlar: “Ey Lût! dediler: Biz Allah’ın elçileri seninleyiz, hiç merak etme! Onlar size/bize hiçbir kötülük yapamayacaklardır. Haydi öyleyse, gecenin bir vaktinde ailenle yola çık, yürü! Beraberindekilerin hiç biri geri dönüp bakmasın, yalnız eşin bunun dışındadır. Zira ötekilere ulaşan hangi rüsvaylık varsa, ona da gelecektir. Onların helâk olma zamanı sabah vaktidir. Sahi! Sabah da pek yakın değil mi?”21
Ve nihayet Sodom şehri için “infaz vakti gelince o ülkenin üstünü altına çevirdik ve üzerlerine pişirilmiş balçıktan yapılıp istif edilmiş ve Rabbinin nezdinde damgalanmış taşlar yağdırdık. Evet bu taşlar şimdiki zalimlerden de uzak değildir.”22
Görüldüğü üzere bu kıssada, ev sahibi olarak Hz. Lût aleyhisselam misafirleri için endişe eder ve kavminin onlara kötülük yapmasını engellemek için onlarla mücadeleye girişir. Misafirlerini korumak için, isterlerse onları kendi kızları ve ümmetinin kızlarından münasip adaylarla evlendirebileceğini söyler. Misafirlerine dokunulmaması için onlara meşru’ helal bir yol gösterir. Fakat gözü dönmüş topluluk O’nun bu teklifini kabul etmeyince Hz. Lût (aleyhisselam) çok ciddi üzülür ve “Misafirlerini müdafa edecek bir güce ya da onları koruyacak sağlam bir kaleye sahip olmayı” çok arzu ettiğini dile getirir.
Dolayısıyla Hz. Lût’un bu arzusu ya da duası, emanet olarak gördüğü misafirlerini koruma adına büyük bir sorumluluk duygusu hissettiğini açıkça gösterir. Aynı zamanda O’nun bu yaklaşımı, bu sağlam duruşu bütün müminlere misafirlerini korumada hassas davranma dersini/ilkesini de verir.
Bu manada gerçek misafirperver, misafirin canını canı, malını malı bilen ve kendi şahsiyetini koruduğu gibi onu da maddî-manevî koruyan kimsedir. Allah Resûlünün “Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu zalime teslim etmez; gerektiğinde onu korumasız ve sahipsiz bırakmaz…”23 beyanı da bunu açıkça ifade eder.
Sonuç
Bir yolcunun ya da misafirinin en önemli ihtiyacı güven içinde barınma ve karnını helalinden doyurma sonra da kalkıp yoluna/yolculuğuna devam etmektir. Allah (celle celaluhu) yeryüzünü güvenli bir misafirhane olarak yaratmış ve konuklarına muhtaç oldukları her şeyi ikram etmiştir.
O, bu icraatiyle bütün insanlığa konuklarını güven içinde ve en güzel şekilde ağırlama dersi vermektedir. Dolayısıyla misafiri en güzel şekilde ağırlayıp “Hayru’l-münzilîn” yani misafirperverlerin en hayırlısı/iyisi olabilmenin bir şartı da onu güvenli bir ortamda huzur duyacağı şekilde misafir etmektir. Bu anlamda mümin, elinden-dilinden/kendisinden herkesin ve her şeyin emniyet ve güven duyduğu kimse olduğu gibi, onların evleri de misafirlerinin, her türlü şer ve kötülüklerden güvende olduğu; içinde güven soluklanan hanelerdir.
Misafirlerini Allah için emniyet ve güven ortamında en güzel şekilde ağırlayanlar hem dünya hem ahirette güvende olur ve en güzel şekilde ağırlanmaya hak kazanırlar. Allah Resûlü’nün “… İçinizden Allah’a ve ahirete iman eden kimse misafirine ikramda bulunsun..”24 beyanı, bu iyiliğin karşılığının dünya ve ahirette bu şekilde tecelli edeceğinin de bir ifadesidir. Zira “İhsanın/iyiliğin karşılığı ancak iyiliktir.”25 ayetinin gereği misafire kim ne ikram ederse onun mükafatını kat kat bulur.
Yazar: Dr. Selim Koç
Dipnot:
- Buhârî, Nikâh 80, Edeb 31, 85, Rikâk 23; Müslim, Îmân 74, 75, 77. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 123; Tirmizî, Kıyâmet 50; İbni Mâce, Edeb 4
- Bakara, 2/22
- Bakara, 2/22
- Lokman, 31/10
- Nahl, 16/15; ve bkz. Enbiya 21/31; Neml, 27/61, 88; Fussılet 41/10; Kaf, 50/7; Mürselât 77/27; Nebe’, 78/7; Naziat, 79/32
- Bkz. Nûh 71/1-28; Ankebût 29/14; Yûnus 10/71; Hûd 11/25-26; Şuarâ 26/106-110
- Mü’minûn, 23/29
- Yusuf, 12/59
- Bkz. Cevad Ali, el-Mufassal, IV/428
- Mü’minûn Suresi, 23/29
- İsrâ, 17/80
- Hicr, 15/57
- Hicr, 15/58-60
- Bkz. Hûd, 11/74
- Bkz. Hûd, 11/75
- Hûd, 11/76
- Hûd Sûresi, 11/77; ve bkz. Hicr, 15/61-64
- Hûd Sûresi, 11/78
- Hûd, 11/79; ve bkz. Hicr, 15/67-73
- Hûd, 11/80
- Hûd, 11/81
- Hûd, 11/82, 83; ve bkz. Hicr, 15/74-77; Zâriyât, 51/32-37; Şuarâ, 26/165, 166
- Bkz. Buhârî, Mezâlim 3 (2442); Müslim, Birr 15/58 (2580)
- Buhârî, Edeb 31 (6018); Müslim, İman 19/74, 75, 77
- Rahman, 55/60