İnsanların Birbiriyle İmtihanı ve Sahabe
Cenâb-ı Hak (celle celâluhu) bir âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: “Biz onların bir kısmını diğerleri ile imtihan ettik.”[1] Demek oluyor ki, insanlar birbirleriyle imtihan olabiliyorlar… Bu meseleyi birkaç madde hâlinde sıralamak mümkündür:
Birincisi: İnsanlar içinden bir peygamber gelir ve diğer insanlar için o bir imtihan sebebi olur. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderilişinde de aynı durum olmuştur. Meselâ, o gün bazı insanlar şunları söylemişlerdir: “Taif’te, Mesud İbn-i Urve; Mekke’de Velid İbn-i Muğîre gibi insanlar varken ve bunlar peygamberliğe daha lâyık iken, nasıl oluyor da Ebû Talib’in Yetimi gibi fakir ve kimsesiz bir insan peygamber olabiliyor?”[2]
“Hem, Kureyş kabilesi asil olmakla birlikte o günün en güçlü kabilesi değildir. Hâlbuki bir peygamber en güçlü kabileden gelmelidir. Ta ki kabilesi onu koruyabilsin…”
“Ayrıca bizim gibi yiyip içen, çarşılarda dolaşan bir beşer, nasıl olur da peygamber olduğunu söyleyebilir? O bir melek olmalı değil miydi?”[3]
Bu ve benzeri sözler hep aynı noktada birleşmektedir ve insanlar birbiriyle imtihan olmaktadır…
İnsanın dünyaya geliş gayesi imtihandır. O sık sık elenecek, kalburdan geçirilecek ve saf ruhlar saf olmayanlardan ayrılacak; elmaslar kömürden tefrik edilecek ve şeytan yapılı insanlarla melek yapılı insanlar ortaya çıkacak ve böylece dünyanın kuruluş gayesi tahakkuk etmiş olacaktır. Eğer böyle bir imtihan olmasaydı, elmas ruhlu Ebû Bekir, kömür ruhlu Ebû Cehil’den ayrılmaz ve herkes aynı seviyede kalır giderdi. Evet, eğer böyle bir imtihan olmasaydı, mahiyet-i Ahmediye’deki hakikat, hiçbir zaman parlamaz, ortaya çıkmaz, incilâ etmez ve göz kamaştırıcı bir güneş hâline gelmezdi…
Allah Resûlü insanları ele alırken onları madenlere benzetmiştir. Cahiliyede hayırlı olan, Müslümanlıkta da hayırlıdır; elverir ki dinin ruhunu kavramış olsun.[4]İslâm insanları alıp belli bir süre belli potalarda eritip şekillendirir. Sonra da onları ruhlarıyla bütünleştirerek özlerine ulaştırır, yani esasen mahiyetlerinde mevcut olan Hakk’a (celle celâluhu) aynadarlık hususiyetini kuvveden fiile çıkarır. Ama madenlerin asıl yapıları her zaman hususiyetlerini korur.. altın yine altın, gümüş yine gümüş ve bakır yine bakır olarak kalır.. fark, hepsinin som ve sâfi hâle gelmiş olmasındadır. İmtihanlar, insanın aslî madenine girmiş bulunan yabancı unsur ve tortulardan onu temizler ve her insanı kendi istidadının zirve noktasına çıkarır.
İkincisi: Şeytan bazı şerleri süslü gösterip hiç ümit edilmedik şahısları kandırabilir. Şeytana alet olan insanlar içinde, bazen mânevî yapısı itibarıyla çok seviyeli olanlar da bulunabilir. İyilikleri sevimsiz ve kerih, fenalıkları sempatik ve şirin gösterme gibi, basit fakat tahripkâr pek çok kisbî şeyler vardır ki, bunlar şeytana nisbet edilebilir. Sahib-i Şeriat tarafından ona, kötülükleri güzel gösteren mânâsına “Müzeyyin”[5]denmesi de işte bundandır.
Ayrıca, nefsanîlik ve şeytan, ruhlarda rekabet hissini tahrik eder ve bizler de bununla imtihan oluruz. Hatta gıpta gibi, ilk başta masum görünen ve hizmette insanları yarışa sevk eden bir duygu dahi eğer neticesi itibarıyla rekabet hissine dönüşecekse, burada da bir imtihandan söz etmek mümkündür.
Meselâ, bir şahsın insanların hidayetine vesile olucu çaba ve gayretleri, semere bakımından bir başkasından daha çok olabilir. Eğer az olan çok olanı kıskanıyor veya gıpta ediyorsa, bilmelidir ki ciddî bir imtihan geçiriyor.
Hâlbuki Allah (celle celâluhu), bir âyetinde “Muhakkak sen, insanları doğru yola iletirsin.”[6]dediği hâlde başka bir âyetinde “Sen istediğini hidayete erdiremezsin; fakat Allah (celle celâluhu) istediğini hidayete erdirir.”[7]demektedir. Demek ki asıl hidayete erdiren Allah’tır (celle celâluhu). Mürşid, doğru yolu açar ve icabında onu bir şehrah hâline getirir, yanlarına ışıklar, reflektörler kor ve insanlar sapmadan o yolda yürür ve doğruyu bulurlar; fakat neticede “hâsıl-ı bi’l-masdar” olarak imanı gönüllere koymak tamamen Allah’a (celle celâluhu) ait bir keyfiyettir. Biz ve irademize bırakılan “mânâ-i masdarî”dir. Bunun da haricî vücudu yoktur, yani kudret ve iradenin taalluk ettiği sahada ona “var” denemez. Ancak onun ilmî ve izafî bir vücudu vardır.
Yine bu imtihan cümlesinden olarak, birisine Cenâb-ı Hak (celle celâluhu), beyan gücü verir ve o insan imanî ve Kur’ânî hakikatlere en güzel şekliyle tercüman olur. Bir başkası da bunu kıskanır.. ve “Niçin bana da aynı haslet verilmedi?” diye hayıflanır durursa; işte bir imtihan daha ve işte onun fena akıbeti!
Cenâb-ı Hak (celle celâluhu), peygamberlerin hepsini seçmiş ve peygamber kılmıştır ama “Peygamberlerin bazısını diğer bazısından üstün kıldık.”[8]âyetinin ifadesince, bir kısmını diğer bir kısmına tafdil etmiştir. Bazı peygamberlere verdiği öyle hususî faziletler vardır ki, diğerleri o mevzuda onun topuğuna bile yetişemezler. Ancak umumî mânâda ve mutlak olarak peygamberliğe verilen bir fazilet başka hiçbir faziletle kıyas kabul etmeyecek kadar büyüktür. Bu hususî faziletler, diğer peygamberlerin peygamberliğini hiçbir zaman küçültmez.
Evet, yukarıda zikrettiğimiz şikâyet ve rekabet mânâsını taşıyan “Niçin”leri çoğaltmak mümkündür. Niçin ben daha fazla hizmet edemiyorum? Niçin ben maddî yönden daha fazla destek olamıyorum? Niçin ben daha fazla dinlenmiyorum? Ve daha binlerce niçinler… Aslında bunların her biri, birlik ve beraberliğe indirilen darbelerdir.
Cenâb-ı Hak (celle celâluhu), inananları böyle niçinlerden sakındırıyor ve nizaya götüren bütün yolların, daha işin başında kapanmasını istiyor.
وَأَطِيعُوا اللهَ وَرَسُولَهُ وَلاَ تَنَازَعُوا ile başlayan âyet[9] madde madde bu hususu tenvir etmektedir.
Bu âyet bir mânâda inanan kesime, şu tavsiyelerde bulunmaktadır:
“Kat’iyen maddî veya mânevî çekişmeye girmeyin! Daima aranızda “hayt-ı vuslat” denen birlik noktaları bulunduğunu düşünerek müşterek hareket etmeye çalışın. Müsbet dahi olsa nizaa düşmeyin. Haset, kıskançlık veya gıpta sizi nizaa sevk etmesin. Aksi hâlde bütün gayret ve çalışmalarınız fiyasko ile neticelenir. Kuvvetiniz de zail olur gider. Ferdî çalışmaların mükâfatı fert plânında kalır. Hâlbuki birlik ve beraberlik içinde yapılan amellere, Cenâb-ı Hak (celle celâluhu) umumî rahmetiyle mükâfat verir ve böylece her fert bir cemaat sevabı kazanmış olur.”
Evet, teker teker her birerlerimiz, kulluğumuz neticesinde birer mükâfat urbası giyebilmemize karşılık; toplu ibadet, ellerin Allah’a (celle celâluhu) toplu olarak kalkması, yüreklerin toplu çarpması, toplu olarak herkesin aynı sancıyı çekmesi ve Allah’tan (celle celâluhu) aynı şeyi istemesi, başımıza öyle ilâhî bir saadet kubbesinin konmasına sebep olur ki, tek başımıza onu yakalamamız mümkün değildir. Ferdî harekette, olsa olsa insan ancak kendi ailesinin reisi olur; hâlbuki yürekler toplu atar ve aynı hat üzerinde fertler omuz omuza verirse, bu kuvvet devlet çapında ve devlet planında bir derinlik kazanır. Bu sağlam kubbenin altında binler ve yüz binler korunur ve her fert bir ölçüde mensubu bulunduğu milletin gücünü temsil eder.. dışa karşı da işte bu güçle korunur.
Şayet fert, bu birlik ve beraberlikten kopar ve müstakil bir korunma ve barınak yapmaya kalkarsa, gök kubbe kadar geniş olan bu ilâhî şemsiye ellerinden alınır ve her fert elindeki yelpaze ile baş başa kalır. Daha sonra da “Nasıl olursanız öyle idare edilirsiniz.”[10]hakikati zuhur eder. Derken bütün bir millet, bu hakikatin tokadını yer ve sarsılır.
Toplum iyi, Cenâb-ı Hak’la (celle celâluhu) münasebeti de kavî ise, o zaman öteler başımızı okşar ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), mağarada Hazreti Ebû Bekir’e dediği gibi, iki iseniz üçüncüsü, üç iseniz dördüncüsü, dört iseniz beşincisi, altıncısı, yedincisi ilh.. Allah’tır.[11]Ve Allah (celle celâluhu) dostlarını koruyup kollamayı taahhüt etmiştir.
Biz, tek başımıza hareket eder, iki kişi ile dahi olsa omuz omuza vermez, dost ve arkadaşlarımızdan kopuk hâle gelirsek, Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) şahs-ı mânevîye (toplum fertlerinin bir araya gelmesinden hâsıl olan mânevî şahsiyete) olan hususî lütuflarından mahrum kalırız. O zaman da, Cenab-ı Hak (celle celâluhu), ikinin üçüncüsü olup bizi desteklemez. Bu mevzuda terakkî tarîkiyle bir maiyyet ve bir çeşit bütünleşme söz konusudur. Yani birinci, ikinci, üçüncü vs. fert sağlam olacak ve bu sağlam fertler üzerine sağlam bir cemiyet kurulacak ve Cenâb-ı Hak (celle celâluhu) da bu cemiyeti koruyup kollayacak, hususî himayesine alacak, inayet kubbesi altında toplayıp muhafaza edecek.. böylece fertler şahsî şemsiyeleriyle kendilerini korumaya çalışmak gibi bir külfetten kurtularak semavî bir emniyet ve güvene ereceklerdir.
Evet, topluluk içinde ve insanlarla beraber yaşama önemli bir faktördür ve tevfik-i ilâhînin de en büyük vesilesidir. Evet, bir insan tek başına bir inzivahanede veya bir dağ başında hiç durmadan namaz kılsa, oruç tutsa, eline geçen her şeyi sağa sola infak etse, gidip hac yapsa, Hacerü’l-Esved’e yüz sürüp gözyaşı dökse; Kâbe’de, Ravza’da birleri binler hâline getirme kapılarını zorlasa, yine de Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) ona lütufları fert plânında olacaktır.
Ne zaman ki o, “Himmetim milletimdir.” der ve gönlünü bir millet ve hatta bütün insanlık çapında genişletir, gelecek rahmet de o derece vüs’atli gelir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, Hazreti İbrahim’den bahsederken “İbrahim bir ümmetti.”[12]der. Ve himmetini âli ve yüce tutan Hazreti İbrahim’i tek başına bir millet olarak kabul eder.
Himmeti bu denli âli insanların meydana getireceği cemaate, Allah’ın (celle celâluhu) lütfu da o seviyede büyük olacaktır.
Mü’minlerin himmetleri âlidir, ancak yine de insanlar birbiriyle imtihan olmada çok başarılı sayılmazlar. Fazla sayılmasa bile, şahsî iş ve küçük hesaplar umumî dengeye tesir edip bozmakta ve çakıl taşları kadar âdi ve basit meseleler, Kâbe hürmetinde büyük ve muazzam birleşme, bütünleşme sebeplerine tercih edilebilmektedir. Bu ise, her an, her lahza gelmesi muhtemel ilâhî inayetten mahrum kalmayı netice vermektedir.
Eskiler, بقَدْرِ الكدِّ تُكتَسَبُ المَعَــالي derlerdi. Hadis değildir, fakat “cevamiü’l-kelim” gibi bir sözdür.[13] Bunu, “Çekilen sıkıntı, katlanılan meşakkat, maruz kalınan sancı ve ızdırap nisbetinde yükselme mukadderdir.” şeklinde ifade etmek mümkündür. Değiştirip şöyle de diyebiliriz: Maddî-mânevî her türlü muvaffakiyet ve adım adım ilerlemek, her türlü mahrumiyet ve sıkıntıyla doğru orantılıdır.
Evet, bir tohum toprağın altından başını çıkaracağı âna kadar, kim bilir ne sancılar çeker, nasıl yarılır, nasıl çatlar.. rüşeymler toprağı nasıl zorlar, güneşe karşı nasıl hazırlıklı olur.. bütün bunlar var olma yolunda, dirilme çağında verilen kavgaları gösterme bakımından çok mühimdir.
Rabbimiz, lütuf ve ihsanlarıyla, bizi serfiraz kıldıkça, imtihanlar da ağırlaşacaktır. Şayet O, bize Kendi keremiyle, Kendisine dost olma pâyesini bahşetmişse, bunu kat’iyen şahsımıza ait bir faziletten dolayı verilmiş kabul etmemeliyiz. Bize düşen, bütün bunları Allah’ın (celle celâluhu) lütfu görüp öyle değerlendirmek olmalıdır.
Evet, iyilikler, güzellikler gelip geçiyor ve geçerken de bize uğruyor; çünkü o güzelliklere biz, herkesten daha çok muhtaç bulunuyoruz. Aynı zamanda biz, kendi şahsımızla o güzelliklerin mazharı olamayız. Bütün bu güzellikler bizde, damlalar üzerinde güneşin ışınlarının aksetmesi gibi, akıp akıp gitmektedir. Kat’iyen unutmamalıyız ki, gelen bu lütuflar sağanak sağanak başımızdan aşağı yağıp iliklerimize kadar varlığını hissettiren bu rahmet ve bu ihsanlar hep cemaat adına gelmektedir. Hiç kimsenin tek başına bunları sahiplenmesi de mümkün ve doğru değildir.
Üçüncüsü: Maddî menfaat ve kelepir sevdası da cemaat hayatındaki imtihanlardan biridir. Bilhassa, siyasîler arasındaki boğuşmalar hep bu menfî, tahripkâr ve fena düşünceden kaynaklanmaktadır. Bir makam ve mansıba çoklar gözlerini diktiğinden ve doyma bilmeyen hırslarla şahsî çıkar peşine düştüklerinden çok defa vifak, ihtilafa; birlik ve beraberlik de tefrikaya dönüşüp durmaktadır. Hâlbuki, yapılan her iş ve gösterilen her fedakârlık, bir karşılık görme düşüncesiyle değil; Rabbin rızasını kazanma arzusuyla yapılmalıdır ki, bence, çoklarını boğuşmalara sevk eden bu maddî menfaatler imtihanını kazanmanın yolu da bu olsa gerektir.
Soruda birlik ve beraberlikle alâkalı imtihan sorulduğu için cevabımız da o yönde oldu. Yoksa, mutlak mânâda insanın başından geçmesi muhtemel imtihan çeşit ve şekillerini belli bir adetle sınırlandırmak mümkün olmadığı gibi, onları burada teker teker saymamız da mümkün değildir. Soru sahibi, sahabenin birbiriyle imtihan olup olmadığını da soruyor. Şimdi de bir nebze bu husus üzerinde durmak istiyorum:
Böyle bir imtihandan sahabe vâreste tutulamaz. Onlar mânevî hayatın en ileri saflarında yerlerini aldıkları gibi, imtihanın en ağırına da yine onlar maruz kalmışlardır. Hele daha sonraki dönemde, idare keyfiyetindeki farklı içtihatlar, onlara imtihanların en ağır ve altından kalkılmazlarını yaşattırdı. Ancak imtihan ne kadar sert olursa olsun hiçbir sahabi hakperestlikten ayrılmadı. Kılıçların, kınlarına konmayacağı yerde bile, çok rahatlıkla, haksız olduklarını anlayınca geriye dönmesini bildiler.
Hazreti Âişe Validemiz, Hazreti Ali’nin karşısına çıktığı esnada, seneler önce Allah Resûlü’nün üstü kapalı olarak belirttiği, hata işleyecek hanımının kendisi olduğunu anlar anlamaz, derhal devesine binip geriye dönmesini bilmişti.
Hazreti Zübeyr İbn-i Avvam, mert, cesur bir insandı. Müslüman olduğunda henüz dokuz yaşındaydı. Amcası onu hasıra sarar, sonra hasırı tutuşturur ve Zübeyr’in dininden dönmesini söylerdi. Bu kadar eza ve cefa ona, asla taviz verdirememişti. Allah Resûlü “Her nebinin bir havarisi vardır. Benim havarim ise Zübeyr İbn-i Avvam’dır.”[14]buyurmuş ve onun şecaatine dikkatleri çekmişlerdi.
Zübeyr, Allah Resûlü’nün halası Safiyye’nin oğluydu. İşte bir gün bu şanlı sahabiyle, yine Allah Resûlü’nün amcasının oğlu, Haydar-ı Kerrar, Damad-ı Nebi Hazreti Ali (radıyallâhu anh) Medine sokaklarından birinde el ele geziyorlardı. Derken Allah Resûlü karşılarından geliverdi, o esnada mı daha önce mi bilinemez.. birbirini bu derece seven bu iki gencin istikbalde nasıl karşı karşıya geleceklerini Cenâb-ı Hak (celle celâluhu) O’na gösterivermişti. Allah Resûlü, Hazreti Ali ve Hazreti Zübeyr’i karşısına almış ve şöyle demişti: “Zübeyr! Bir gün Ali’nin karşısına çıkacaksın; fakat o gün sen haksızsın!.”[15]
Aradan seneler geçti. Zübeyr kendisine söylenen bu sözü her nasılsa unutmuş ve gelip Cemel’de Hazreti Ali’nin karşısına dikilmişti. Bir ara Hazreti Ali’yle karşı karşıya geldiler. Her ikisinin de kılıcı kınından sıyrılmıştı. Tam o esnada Hazreti Ali, Zübeyr’e “Atından in, sana söyleyeceğim şeyler var!” dedi. Zübeyr İbn-i Avvam atından indi. Hazreti Ali ona, senelerce evvel Allah Resûlü’yle aralarında geçen konuşmayı hatırlattı. İşte Allah Resûlü’nün haber verdiği günün, bugün olduğunu söyledi. Zübeyr beyninden vurulmuşa döndü.
Evet, hatırlamıştı Allah Resûlü’nün senelerce evvel haber verdiği şeyi.. derhal kılıcını kınına soktu. Hazreti Ali’ye sarıldı ve helâllik diledi. Atına bindi ve harp meydanını terk etti. Fakat gözü dönmüş bir tali’siz onu arkadan vurdu ve şehit etti. Sonra da başını kesip Hazreti Ali’nin çadırına getirdi. Büyük bir mükâfat bekliyordu. Nöbetçi durumu Hazreti Ali’ye söyleyince, Hazreti Ali hıçkırıklarını tutamadı ve bir çocuk gibi ağladı. Sonra da dudaklarından şu sözler döküldü: “Zübeyr’in katilini Cehennem’le müjdelerim! Allah Resûlü’nün havarisini öldüren bir insanın yeri ancak Cehennem olabilir…” Hazreti Ali kendinden konuşmuyordu… O, aynen Resûlullah’tan böyle duymuştu.
Görüyorsunuz ki sahabe de birbiriyle imtihan oluyor ama onlar sadece ve sadece Hak namına birbirleriyle vuruştukları gibi, haksız olduklarını anlayınca da anlaşıp sulh olmasını biliyorlardı.
Hiçbiri kaderi tenkit etmedi, arkadaşını suçlamadı ve böyle yapıp da musibeti ikileştirmedi. Allah (celle celâluhu) onları imtihan ettikçe onlar, Kur’ân’ın aydınlatıcı tayfları altında, Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) kendilerine verdiği muhteşem fetaneti kullandılar ve doğruyu bulmaya çalıştılar.
Bir keresinde de Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh) ile Hazreti Ömer arasında küçük bir anlaşmazlık olur. Hazreti Ömer kırıcı bir söz söyler veya dargınlığını ifade eden bir hareketle ayrılır ve evine gider. Her ikisi de bir iki dakika sonra olanlardan üzüntü duyar ve birbirlerini aramaya başlarlar. Nihayet her ikisi de birbirinden habersiz gidip durumu Allah Resûlü’ne arz etmeyi düşünürler. Evvel gelen Hazreti Ebû Bekir olmuştur. “Yâ Resûlallah!” diye söze başlar ve devam eder “Ömer’le aramızda bir münakaşa oldu; fakat ben haksızdım ve Ömer’in kalbini kırdım.” Daha o bunları konuşurken ileriden Hazreti Ömer görülür. Telaş içindedir. O da Allah Resûlü’ne, aynı şekilde, Hazreti Ebû Bekir’in gönlünü kırdığını ve ne yapması gerektiğini sormaya gelmiştir. Gerçi Allah Resûlü meseleyi dinledikten sonra bütün cihana Hazreti Ebû Bekir’in kim olduğunu anlatacak ve şöyle diyecektir: “Arkadaşımı bana bırakın! Vallahi hepiniz beni inkâr ettiğinizde o bana iman etmişti.. hepiniz beni kovduğunuzda evini ve sinesini bana o açmıştı…”[16]
Ancak burada bizim söz konusu etmek istediğimiz husus, her iki sahabinin de kendisini suçlu görüp, Hakk’ın (celle celâluhu) hatırını her şeyden âli tutmaları gerçeğidir. Evet, onlar ateşin içinde dahi birleşmek gerekseydi, hiç şüphesiz oraya, Cennet’e girer gibi girerlerdi.
Hazreti Ali, ilk altı ayında Hazreti Ebû Bekir’e biat etmemişti. Çevresi onun hilafete sahip çıkmasını istiyor ve durmadan ısrarda bulunuyorlardı. Altı aylık düşünme müddetinden sonra ve Hazreti Fatıma Validemiz’in vefatını müteakip mescide geldi ve herkesin meraklı bakış ve heyecanlı bekleyişleri karşısında şunları söyledi: “Altı aydır biat etmeyişim, Hazreti Ebû Bekir’e muhalefetimden değildi. Şimdi gelişim de korkumdan değildir. Ancak şimdi, hakkın ona ait olduğu kanaatine vardım ve onun için de biat etmeye karar verdim.”
İnsan hak karşısında “vakkâf” olmalıdır. Sahabe bu sözü Hazreti Ömer için söylerdi. O herhangi bir meselede, şahsî olarak ne düşünürse düşünsün, biri gelip de ona, âyet veya hadisle o husustaki doğruyu söyleyince hemen fikrini değiştirir ve eski düşüncesinden vazgeçerdi.
Halifeydi ve minberde hutbe irad ediyordu. Kız babalarına ve velilerine hitapla, evlenmenin kolaylaştırılması gerektiğini anlatıyordu. “Gençlerden fazla şeyler istemeniz doğru olmaz.” diyordu ki; bir ihtiyar kadın arka saflardan şöyle seslendi:
“Ey Allah Resûlü’nün Halifesi! Bunları kendi fikrin olarak mı söylüyorsun; yoksa bizim bilmediğimiz bir âyet veya hadis mi biliyorsun da böyle bir hükme varıyorsun!”
Ömer, “Hayır!” dedi, “Kendi fikrim ve düşüncem olarak söylüyorum.” Bunun üzerine kadın bir âyet okudu ve “Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) müsaade ettiği bir şeyi sen nasıl yasaklarsın?” dedi. Âyet şöyle diyordu: “Eğer bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine yüklerle mehir vermiş olsanız dahi hiçbir şeyi geri almayın.”[17]Demek ki yüklerle mehir almak bir kadın için caizdir.
Hazreti Ömer, bu ihtiyar kadını edeple dinledi. Aslında bir tavsiye olarak Hazreti Ömer dediklerinde haksız da değildi. Ancak ondaki titizlik ve hassasiyettir ki, ona şöyle dedirtiyordu: “Yâ Ömer, sen yaşlı bir kadın kadar dahi dinini bilmiyorsun!.” Hâşâ ki, Ömer dinini bilmemiş olsun. Ancak ondaki hakperestlik anlayışı o derece geniş ve derin idi ki, bir ihtiyar kadının böyle bir itirazı karşısında, her türlü tevile açık sözünde, kendini müdafaa ve görüşünde ısrar yerine derhal hakkı kabul ediyordu.
Yüce işler, büyük meseleler, daima aynı çapta insanlar tarafından halledilmiştir. Bizler sahabi ruhuna sahip çıktığımız ölçüde Cenâb-ı Hak’tan (celle celâluhu) beklediğimiz muvaffakiyeti elde etme imkânı doğacaktır.
Tenasüb-ü illiyet prensibine göre, bir dönemde belli ağırlıktaki bir yükü kaldırmak için kuvvetli pazular gerekiyorsa -ki öyledir- başka bir dönemde de aynı yükü, aynı ölçüde kuvvetli pazular kaldırabilecektir. Cılız ellerin o yükü kaldırması mümkün değildir.
Nasıl ki, bir kiloluk ağırlığı, karşısına konacak aynı miktardaki bir başka ağırlık dengeleyebilir -ki bu sabit bir kanundur, aslâ değişmez- aynen öyle de bu yüce hakikatler ve yüce mefkûreler, eğer bir dönemde sahabi gücündeki insanlarla tahakkuk ettirilmişse, bir başka dönemde onu, çelimsiz ve cılız insanlardan beklemek muhaldir ve doğru değildir… Öyleyse, hakperestlik anlayışında, birlik ve beraberlik şuurunda sahabi gibi olmalıyız ki, hasımlarımız fitne kapılarının sonuna kadar sürmeli olduğunu görmeli ve biz ümitle coşarken, onlar da ümitsizlikten kendilerini yiyip bitirecek hâle gelmelidirler. Bu da ancak nefisperestliği bırakıp hakperestliğe dilbeste olmakla mümkündür… Birlik ve beraberliğe giden yol da bu şuur ve bu düşünceden geçer…
Dipnotlar:
[1] En’âm sûresi, 6/53.
[2] Bkz.: Taberî, Câmiu’l-beyan, 25/65.
[3] Furkân sûresi, 25/7.
[4] Bkz.: Buhârî, enbiyâ 8; Müslim, fezâil 168.
[5] Deylemî, Müsned, 2/12.
[6] Şûrâ sûresi, 42/52.
[7] Kasas sûresi, 28/56.
[8] Bakara sûresi, 2/253; İsrâ sûresi, 17/55.
[9] Enfâl sûresi, 8/46.
[10] Deylemî, Müsned, 3/305; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 2/166.
[11] Bkz.: Buhârî, fezâilu ashab 2; Müslim, fezâilu’s-sahabe 1.
[12] Nahl sûresi, 16/120.
[13] el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 4/661
[14] Buhârî, cihad 40, 41, 135; fezâilü’s-sahabe 13; megâzî 29; Müslim, fezâilü’s-sahabe 48; İbn Mâce, mukaddime 11.
[15] Bkz.: İbn Ebî Şeybe, Musannef 7/545; Ebû Ya’lâ, Müsned, 2/29; Hâkim, el-Müstedrek, 3/413.
[16] Buhârî, tefsir (7) 3.
[17] Nisâ sûresi, 4/20.
M. Fethullah Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler 4